1. YAZARLAR

  2. Selahaddin Eş Çakırgil

  3. Postmodern Bir Üçüncü Dünya Savaşı mı?

Selahaddin Eş Çakırgil

Yazarın Tüm Yazıları >

Postmodern Bir Üçüncü Dünya Savaşı mı?

Ekim 2001A+A-

Düşük profilli bir savaşla veya savaşsız olarak kazanılacak büyük zaferler elde edip geleceğini garantiye almaya çalışan bir emperyalist sistemin, yediği ağır darbeyi bile kazanca çevirme teşebbüsü.

Eugene İonescu'nun Gergedan isimli eserini okumuş muydunuz ve okuduysanız, hatırlıyor musunuz?

Bir şehrin caddelerinde bir sabah, halk bir gergedan görür. Gergedan daha önce de vardı ama, bu şehrin halkı onu ilk kez görüyordu.

Daha önce bir gergedan görmemiş olanlar onu öyle bir anlatırlar ki, artık, şehrin kamuoyunun gündemine tek asli madde olarak o oturur...

Bir acaip hayvandır gergedan ve halk onu tartışadursun, o da çoğalmaya başlamıştır bile..

Ama, sonra bir de bakarlar ki, şehrin insanları da gergedanlaşmaya başlamıştır..

Gergedanlaşma, alın mıntıkasında bir sert çıkıntının belirmesiyle başlamakta ve sonra bu çıkıntı, boynuza dönüşmekte ve daha sonra da, bütün beden gergedanlaşmaktadır..

Önce, gergedanlaşanlara ötekiler acıyarak, üzülerek bakarlar.. Ama, gergedanlaşma umumî bir manzara haline dönüştüğünde, bu kez, gergedanlaşamayanlara acıyarak bakma psikolojisi topluma hâkim ve gergedanlaşamamak kahırlanma vesilesi olur..

Bu temsili, şimdi şu terörle mücadele konusuna da tatbik edebiliriz. Düşünce ve duygularını emperyalizmin ölçülerine ayarlamayı şiar edinmiş olan hemen herkes teröre karşı çıkmak adına, terörist bir ruha bürünmeye başladı; gergedana karşı çıkmak isterken, genel bir gergedanlaşma merhalesine ulaşıldı..

Dünya neredeyse, terör kolik oldu..

***

11 Eylül 2001 günü, Amerikan emperyalizminin iki sembolüne, iki büyük ikonuna, putuna, askerî gücün sembolü Pentagonla, kapitalist emperyalizmin sembolü ve ikonu durumundaki Dünya Ticaret Merkezine karşı düzenlenen saldırılar, dünyanın geleceğini şu veya bu yönde ama mutlaka ve derinden etkileyecek gibi gözüküyor. Bu saldırılarda, Amerika'nın uğradığı maddî kayıplar ve binlerce sivil insanın telef olması gibi facialar önemli değil Amerika için; önemli olan, Amerikan emperyalizminin en belirgin sembollerinin ve siyasetinin hedef seçilmesidir..

*

Önce bir noktayı hatırlamakta fayda var..

Hatırlıyor musunuz, 1986-87'lerdeydi, 14 yaşında. Alman vatandaşı bir çocuk, tek motorlu bir uçakla bütün Doğu Bloku'nu, Varşova Paktı'nın askerî savunma sistemini ve dahası Rusya'nın ve özellikle de Moskova'nın, uçan sinekten bile haberdar olduğuyla gururlanılan hava savunma sistemini delip geçmiş ve Moskova'nın kalbine, Kremlin Meydanına indirivermişti uçağını..

Bu hadise, komünist çevrelerde, her ne kadar basit bir hadise gibi gösterilmeye çalışılmışsa da, karşısındaki kapitalist Batı dünyası, bu hadiseyi, Soğuk Savaş stratejilerine uygun olarak, o, korkunç güçlü Sovyet sisteminin askerî açıdan çökmesinin bir, ilk net işareti olarak algılamış, dünyaya o şekilde göstermiş ve bu yönde yapılan ve komünist blokun ruhen zayıflatılması için, yaygın ve global bir propaganda ile, psikolojik savaşa ağırlık verilmiş ve aradan beş yıl geçmeden de, Sovyetler Birliği tarih sahnesinden silinmişti..

Şimdi, Amerikan maddî süper gücünün karşı karşıya geldiği veya kaldığı durum da benzer şekilde değerlendirilebilir.. Bir farkla ki, o zaman, Sovyet sisteminin zaafını dünyaya daha da büyütmek ve o sisteminin elinin ayağının birbirine dolaşmasını temin etmek için, her şey yapılıyordu, propaganda açısından.. Üstelik, Amerika da, maruz kaldığı iç saldırıyı, küçümsemiyor. Küçümsese, zâten, komik bir duruma düşer.

Çünkü, hadise son derece büyük ve saldırı şekli, insan havsalasının kavramakta zorlanacağı cinsten.

Ve, şimdi, hemen bütün dünya, -belki de Amerika'nın maddî-askerî gücünden korktukları için- Amerika'nın yanında gözüküyorlar. Elbette ki, hadisede ölen binlerce sivil insanın mazlumiyeti de, Amerika'nın esaslı bir destek gücü mahiyetinde.. Ve Amerika aleyhinde bir propaganda kampanyası yapacak dünya çapında etkili bir güç yok..

Halbuki, Amerika'nın, maruz kaldığı bu saldın esnasında, maddî ve askerî açıdan gösterdiği büyük zaaf bir yana; psikolojik açıdan, Kremlin Meydanına indirilen bir uçağın Sovyetler'i düşürdüğü güç durumla asla kıyas edilemeyecek kadar, ondan yüzbinlerce, milyonlarca kez büyüktür..

*

Evet, Amerika'nın o büyük ve müthiş gücü, üstelik kendi içinden ve de askerî açıdan silah sayılmayan araçlarla vurulmuştur.. Her şeye kadir imiş gibi gözüken veya nicelerince öyle sanılan Amerika, korkunç bir darbe yemiş ve kapitalizmin ikonu durumunda gözüken o ünlü 'Dünya Ticaret Merkezi' ve Amerikan süper gücünün o büyük askerî gücünün sembolü olan Pentagon, evet, hem de onca korunmuş olmasına rağmen, -tekrarlayalım- askerî olmayan araçlarla, sivil vasıtaların silah gibi kullanılmasının çarpıcı bir örneğini oluşturan bir şekilde vurulmuş kalbinden esaslı bir yara almıştır.

Buna rağmen, ilgi çekici bir psikolojik yöntemle durumunu, uğradığı o ağır darbenin kendisini pek sersemletemediğini dünyaya duyurmaya ve gücünü koruduğuna herkesi inandırmaya çalışıyor.. İlgi çekicidir ki, hadisenin meydana geldiği ilk ândan itibaren, Amerikan medyası ve onun emrindeki dünya medyası, genel olarak ve çeşitli sebeplerle; hadisenin ince noktalarını, kitleleri yılgınlığa sürükleyebilecek trajik sahneleri sergilemekten kaçınıyor; Amerikalıların psikolojik bakımdan bir yılgınlığa düşmesine vesile olmamak için azamî bir dikkat içindeler ve konuyu da hemen, müslümanların üzerine yıkmaya çalışmaktalar.

Buna rağmen, düne kadar dünyada hiç bir gücün kendilerine zarar veremiyeceği gibi bir megaloman ruhu (kendisini büyük görme kompleksi) içinde bulunan Amerikan kamuoyu, şimdi, hatta ziraî ilaçlama uçaklarıyla bile, kimyasal saldırılara maruz kalmak gibi bir paranoyaya kapılmak üzere..

***

Bu saldırıların arkasında, hemen, müslümanların bulunduğu ihtimalinin en yüksek perdeden söz konusu edilmesi, gerçekte, daha sonra, Bush'un 'şeytanları temizlemek için yapmaya kararlı olduktan bir yeni "Crusade" (Haçlı Seferi)' olarak isimlendirilişiyle birlikte değerlendirildiğinde. Özel bir mana taşımaktadır/taşımalıdır..

Hadisenin içinden, ileri sürüldüğü gibi, gerçekten de, bir müslüman kişi veya grup çıkar mı, bilemem..

Ancak, bir tek insanın, -sadece müslümanın, mü'minin değil, herhangi bir insanın- haksız yere öldürülmesini bile bütün bir beşeriyetin öldürülmesiyle bir tutan bir Kitâb'a inanan, inandığını söyleyen bir müslüman muhakkak ki, binlerce sivil insanın ölümüyle neticelenen böyle bir eyleme girişememelidir..

Ama, netice itibariyle, her din ve mezhepden, her ideolojiden terörist insanlar vardır..

Ne var ki, İslam'ın beşer hukukuna hediye ettiği en büyük temel prensiplerden birisi olan cezaların şahsîliği prensibine göre davranılmalı; bir dinin, bir ideolojinin mensuplarından bazılarının işlemiş olabileceği bir suçtan dolayı, o dinin bütün mensupları gaddar olarak ilan edilmemelidir; çünkü böyle bir tavır, muhakkak ki âdilâne değildir..

Evet, tekrar edelim, sadece bir müminin, bir müslümanın değil, herhangi bir insanın, haksız yere öldürülmesini, bütün bir insanlığın öldürülmesi olarak bildiren bir dine sahip ve mensup olan biz müslümanlar açısından, böylesine bir katliâm kabul edilemez..

Amma..

Savaşanlar, kendilerini birileriyle savaşta bilenler, mutlaka bizim gibi düşünmek durumunda değildirler elbette ki..

Bu, üstelik Amerikalıların pek sevdiği demokratik anlayışa da aykırı sayılmamak gerekir.

Ancak, şu noktayı da belirlemekte fayda vardır ki, bir takım yorum ve iddialarla, vehimlerle, korkularla ve birkaç teröristin hatırına, bir ülkenin veya halkın hedef alınacağı zorbalık ve intikam gösterilerinden kaçınılmazsa, o zaman, birilerinin canı can olur, ötekilerinki, patlıcan hesabı, bütün insanî değerler daha bir alt üst olur..

Keza, biz müslümanların temel kitabı olan Kur'an-ı Kerim, ulaştırılan haberlerin tahkik olunmadan kabullenilmemesini, aksi halde, bir topluma haksızlık yapılabileceğini hatırlatmaktadır, mü'minlere..

Bu arada, bir kısım Filistinli veya diğer müslümanların televizyon ekranlarına kadar yansıyan sevinç gösterilerinin doğru olmadığını belirtmek gerekir. Gerçi, o insanlar, evlerinin, şehirlerinin başlarına yıkıldığını, yurtlarının bir kan gölüne çevrildiğini görüyorlar ve bunun asıl sorumlusu olarak da Amerika'yı gösteriyorlar ama, bir terör eylemi sırasında ölen o onbinlerce insanın kendilerinin başına gelenlerle direkt ne gibi ilgileri vardır? Bu bakımdan, 11 Eylül eyleminin gerçekleşmesinden hemen sonra, bazı televizyonlardan yansıyan kutlama ve sevinç gösterileri eğer doğruysa, bunlar, anlık ve sağlıksız tepkilerdir..

Eğer, bizler de başkaları gibi, zulümler karşısında sevinirsek; o zulümleri teyid etmiş ve bu açıdan, zâlimlerden başka hayat sistemlerine bağlı olanlardan farksız bir duruma düşmez miyiz?

*

Ama, ortaya çıkan bu durum, görülmektedir ki, İslam dininin ve İnsanlığın dörtte birini oluşturan dünya müslümanlarının tamamının bir potansiyel düşman gibi görülmesi ve gösterilmesi için kullanılmaya doğru ilerlemektedir..

Nitekim, Siyonist İsrail rejiminin eski başbakanı Benjamin Netenyahu bu son terör eyleminden istifade ederek, 'dünyaya hükmetmeye çalışan bir korku ve terör imparatorluğunun bertaraf edilmesi için, Amerikan İmparatorluğu'nun eline geçen tarihî fırsatları değerlendirmesi'ni istemektedir. Ben şahsen, Amerika'da müslümanların mâbedlerine, mescidlere ve hatta müslüman kişilerin hayatlarına yönelik saldırılarda, Netenyahu ve emsalinin bu fırsatçı ve entrikacı tavırlarının etkili olduğunu düşünüyorum..

Bu açıdan, her ne kadar, Amerikan cumhurbaşkanı Bush, 'müslümanlara saygı gösterilmesini, ve bir veya bir kaç teröristten dolayı bütün müslümanların suçlanmaması gerektiğini' söylediyse de, bu bile, müslümanlara nasıl bir duygunun beslendiğinin ve o duygunun yaygınlığının bir işareti olarak algılanmalıdır..

Ama, unutulmamalıdır ki, bu anlayış, İslam dünyasında da, bir takım sağlıksız tepkilerin boy vermesine vesile olabilir..

*

Amerika, maruz kaldığı bu saldırıdan dolayı, Siyonist stratejistlerin eline düşer de, intikam almaktan başka bir şey düşünmeyen bir çılgına dönüşür mü? Bush'un ikide bir, intikam alınacaktır ama, hata yapmamalıyız..' demesi, onun, ağır bir kamuoyu baskısı altında olduğuna da işarettir.. Nitekim, Amerika'da yapılan kamuoyu yoklamalarında, halkın yüzde 90'ının Bush Hükûmeti'nden 'cesur ve intikam alıcı, halkın yüreğini soğutucu kararlar almasını' istediklerini göstermektedir.. Unutulmamalıdır ki, o kamuoyu baskısı, geçmişte de. Amerikan Hükûmetleri'ni, failleri tamamen belirlenmemiş Kenya-Nairobu ve Tanzanya -Dâr'us' Selam eylemlerinde Sudan'da bir ilaç fabrikası çıkan bir mekanın, silah fabrikası zanniyle bombardıman edilmesine sürüklediği gibi; yine aynı kamuoyu desteği, İran'ın 300 kişilik yolcu uçağının düşürülmesinde ve Irak'taki sivil hedeflerin bombardımanlar altında ezilmesinde, yine en büyük alkışçı durumundaydı..

Bu bakımdan, Amerika'da yükselen bu İslam düşmanlığının, Amerikan Hükûmeti'ni nerelere yönlendireceğini kestirmek gerçekten, zor..

Onu, yarınlar gösterecek..

***

Evet, 11 Eylül 2001, dünya tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. O gün sahneye konulan eylem, öyle sıradan bir tedhiş eylemi, bir sıradan saldırı değil..

Denilebilir ki, Üçüncü Dünya Savaşı'nın post-modern usûl ve uslûblarda başladığının en çarpıcı bir örneği.. Elbette ki, bu yüzden de, herhalde, bugün ortaya çıkan ve onbinleri bulduğu sanılan insan kaybından çok daha büyük bilançoları içerebilecektir.

*

Hadise, inanılacak gibi değildi..

Soğuk Savaş yıllarında, bir film Amerikan komedi filmi seyretmiştim.. 'Ruslar Geliyor..' ismi taşıyan bu film, en ciddî konuları bile sulandırıyor ve kapitalist süper güç olan Amerikan sisteminin, komünist süper güç olan Sovyet Rusya'nın hayalî saldırısı karşısında nasıl darmadağın olacağını anlatmaya, ortaya çıkabilecek nice komiklikleri öyle bir anlatıyordu ki, insan, 11 Eylül günü sahnelerini, sanki o filmin gerçekleşmesi gibi algılayabiliyordu.,

Evet, o film, o kadar komik idi ki, bir Amerikan film eleştirmeni o zaman, 'Amerika'da bir askerî darbe olduğu haberi ne kadar komik olabilirse, işte o kadar!..' demişti..

Bizim gibi, askerî darbeler içinde büyümüş ve her askerî darbenin, memleketin kurtuluşu gibi gösterilmesine ve ciddîye alınmasına alıştırılmış bir toplumun insanları için, askerî darbenin komik bir eylem olarak gösterilmesi beni taa o zaman şaşırtmıştı..

Ben o müthiş 11 Eylül Eylemi ile o gün, öğleden sonra saat 15.30 sularında, Almanya'da, bilgisayar başında bir yazıya son rötuşları yapmaktayken karşılaştım..

Kulağım ve bir ucuyla da gözüm, televizyondaydı.. Programın normal akışı aniden kesilip, görüntülü bir haber verilmeye başlandı.. Buna göre, New York'ta, sadece o şehrin değil, Amerikan kapitalizminin ikonu halinde görülen, adetâ onun sembolü haline gelen Dünya Ticaret Merkezi'nin 'İkizler' diye bilinen kulelerinden birine bir küçük uçağın çarptığı bildiriliyordu..

120 katlı ödev binanın en üstten 78'inci katından yukarısına doğru hafifçe sayılabilecek bir duman yükseliyor, ufak çaplı bir yangın olduğu gibi bir ihtimali hatırlatıyor ve küçük bir tahribat meydana geldiği görülüyordu..

Yani, hadise o kadar büyük olmayabilirdi..

İçimden, 'Onbinlerce özel uçağın bulunduğu Amerikan hava sahasında, böyle bir ufak kaza normal sayılabilir' diye düşünüyordum ki, alevlerin giderek artmakta olduğu görülüyordu..

Aradan 15 dakika kadar bir zaman geçmemişti ki, o sırada, bir diğer uçak havada belirdi.. Aklıma, o bölgede keşif uçuşu yapmak üzere gelmiş olabilecek bir diğer uçak olabileceği ihtimali geldi ki, aaa, bir de ne göreyim, o uçak da, öteki binaya, üstelik de, her iki binanın da bilgisayar kontrol merkezinin bulunduğunun -sonradan- belirtildiği bölüme çarpmıyor mu? Ve o uçağın dev bir jumbo jet yolcu uçağı olduğu bildiriliyordu..

Yani, hele de bu uçak, bir roket gibi, bir mermi gibi kullanılmıştı..

Böyle bir saldırı için, pilotunun zorlanmış olmasıyla izah edilebilir mi?

Anlaşılıyor ki, ya,uçağı kaçıranlar, bizzat pilotluk yapıyorlardı.. Ya da, pilot iradesini de bertaraf eden bir elektronik kumanda ve kenetlenmeyi gerçekleştiren bir bilgisayar korsanlığı ve çılgınlığı söz konusu olmalıydı..

Gerçekten de korkunç, dehşet verici bir sahneydi..

Aklıma hemen, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Amerika'nın Büyük Okyanus'daki donanmasının bulunduğu Pearl Harbour Deniz Üssü'ndeki savaş gemilerine, 7 Aralık 1941 sabahı, Amerikalılar bir tatil sabahının rehavetindeyken, uçaklarıyla birlikte intihar saldırıları yapan ve böylece Amerika'nın savaşa girmesine vesile olan japon kamikazeleri geldi.

Ve de,1993'te, liderleri ve 90 kadar mensubu, bir çiftlik evinde canlı canlı ateşe verilerek yakılan Davidian Tarigatı'nın intikamının alınması için, bir kaç yıl önce, Oklahama Eyalet Valiliği binasına, 169 kişinin ölümüyle neticelenen korkunç bir saldın tertipleyen ve geçtiğimiz Haziran'da idam olunan Amerika'lı Mc Veigh terörist..

Ve derken..

O dev binaların bir-iki saat içinde, iskambil kağıdı gibi taa temele kadar çöküvermesini yansıtan dehşetli sahneler..

Kapitalizmin ikonu, putu halinde kabul edilen bu hedeflerin bir kaç saat içinde korkunç bir toz duman içinde, eriyip gidiyor ve New York'un üzerine, o toz bulutuyla çöken, korkunç bir kabus ve dünyanın üzerine de, kocaman bir sual işaretiyle birlikte, belirsiz bir yeni dünya geleceği oluyordu..

Bir uçağın o sür'atle gelip çarpmasının meydana getirdiği enerjinin, uzmanlar, en azından 2 milyon beygir gücü olduğunu belirtiyorlar..

Tamamiyle çelik konstrüksiyon olan o dev binaların, her bir uçaktaki 24-25 ton kadar benzinin alev almasıyla, bir anda eridiğini de konuya eklersek, meselenin anlaşılması daha kolaylaşacaktır..

Ama, hemen arkasından da, diğer uçakların arka arkaya kaçırılması ve New York'taki, kapitalizmin o sembolleriyle birlikte, Amerikan süper gücünün bir diğer sembolü olan Amerikan Savunma Bakanlığı / Pentagon'a bir diğer uçağın çakılması.. Ki, New York'daki saldırının üzerinden 40 dakikalık bir zaman geçmişken.. Ve de, Amerikalılar, AVACS'lar aracılığıyla , uydular aracılığıyla çektikleri fotoğraflarla, hatta Saddam'ın kolundaki saatin yelkovanını bile görebildiklerini iddia edebilirlerken..

Tam da 'Gökte yıldız arayım der de nice turfa müneccim, / Gaflet ile görmez, kuyuyu, rehgüzerinde..' (Nice acemi müneccimler gökte yıldız ararken; gaflet ile, kendi yolunun üzerindeki kuyuyu göremezler) mısralarını hatırlatacak cinsten..

Sonra.. Amerikan Meclisi olan Kongre binası Capitol etrafındaki patlamalar, başka Pittsburg ve Pennsilvenia'da düşen uçaklar, evet, bütün bunlar, son derece girift/karmaşık ve üstün teknolojiyi bilen ve dahası, Amerikan sisteminin iç dengelerini ve zaaf noktalarını bilenlerce yapılmış olan bir büyük eylem; sıradan bir eylem değil..

Dahası, o sırada, Texas'da bulunan Amerikan Başkanı Bush'un hemen Washington'a dönmek üzere, 'Air Force One' denilen Başkanlık Uçağı'na binmesinden sonra, bu uçağın internet şifresine girilip, 'Sıra sende!..' tehdidinin yapılması ve bunun üzerine, Başkan'ı taşıyan uçağın belirsiz bir yere gitmesi ve Başkan'ın ancak 60 saat sonra ortaya çıkması ve Nebraska'dakl bir sığınakta saklandığının açıklanması..

Evet, karşı karşıya gelinen durum, anlaşılması kolay olmayan, mükemmel organize edilmiş bir eylem ve karmaşık bir konu olarak çıkıyordu, karşımıza...

Ama, öyle gözüküyordu ki, çok küçük bir grubun, suç zekâsı açısından son derece gelişmiş ve küçücük bir beyin takımının hazırladığı, kurgu-bilim filmlerini sahneye koyması ihtimalini gündeme getiriyor..

Unutulmamalıdır ki, daha 10 yıl öncelerde, B. Amerika'da bir üniversite öğrencisi, herkesin kendi atom bombasını yapabileceğinin ilk örneğini sergilemiş ve Amerikan istihbarat birimleri o genç üniversite öğrencisini, en azından dünyanın gözünden uzaklaştırmış, kaçırmıştı..

Keza, hatırda tutulması gereken bir diğer konu da, bu eylemin, globalizme veya küreselleşmeye karşı gelişen ve kendi görüşlerini alternatiflerini ortaya koymaktan çok, tek kutublu dünya düzenine karşı, Yeni Dünya Düzenine karşı gelmekte birleşen ve sadece şu son bir içinde, Amerika- Seattle'de, İsveç-Göteborg'da, İtalya-Cenova'da örneklerini gördüğümüz yeni bir global anti-emperyalist dalganın harekete geçirmiş olduğu bir eylem olması ihtimalidir..

***

Evet, Amerikan maddî süper gücünün, o, 'karşı konulamaz ve zarar verilemez' sanılan o dev gücün saldırıya uğradığı 11 Eylül, muhakkak ki son derece önemli bir yeni tarih başlangıcı olmaya namzet gözükmektedir..

Amerikan maddî süper gücü, onca muazzam zenginliğine-servetine, onca kahredici askerî gücüne ve yüksek teknolojisine rağmen, kendi içinden ve en beklenilmeyen yerlerinden esaslı şekilde vurulmuş ve adeta yere çarpılmıştır.. Denilebilir ki, Amerika, 1860'lardaki Kuzey-Güney İç Savaşı'ndan bu yana ilk kez böylesine bir büyük darbe yemektedir, kendi içinden.. Çünkü, onun dışında, hemen bütün savaşları, Amerikan topraklarının dışında, uzak diyarlarda, okyanuslarda, başka ülkelerin topraklarında vermiş ve Amerika böyle bir tahribatı yaşamamıştı..

Bu bakımdan, bu son darbenin Amerikalılar açısından manâsı, beklenenden ve tahmin edilebilecek olandan da büyüktür.. Ama, Amerikan maddî süper gücü, son hadisede, bütün zaafları ortaya çıkmasına ve camdan bir sarayı andıran ülkeleri olduğunun; bir taş atmakla her şeyin yerle bir olabileceğinin zaaflarını sergilemesine rağmen; kitlelerin kendi içinden, 'Artık yıkılışa geçtik..' gibi bir ruhî çöküntü haline düşmemesi için, kitleleri ucuz zaferlerle tatmin edebilmek yolunda, saldıracak yer aramaktadır..

Amerikan eski başkanlarından, Richard Nixon'un 15 yıl öncelerde dile getirdiği bir teori vardı.. O diyordu ki: 'Amerika, gelecekte, zafersiz savaşlar yerine, savaşsız zaferler kazanmak yoluna ağırlık vermelidir.. En fazla da, küçük ve zayıf düşmanlar üzerine büyük gürültülerle saldırarak, büyük zaferler kazandığını sergilemek taktiğinden istifade etmelidir..'.

Ve şimdi bir kızgın boğa gibi ne yapacağının şaşkınlığı içinde, saldıracak yer aramakta ve kendi halkının bir ruhî yenilgi halet-i ruhiyesine düşmemesi için ucuz hedeflere yönelmektedir.. Taa ki, savaşsız zaferler elde etmeye, kendisine böyle bir zaferi sunabilecek olan hayalî korku odaklarının üzerine yürümeye, çullanmaya hazırlanmaktadır..

Amerikan Başkanı Bush, kederlerinin, hüzünlerinin tasavvur edilemiyecek derecede büyük olduğunu belirtiyor.. Bu, anlaşılamaz bir durum değildir.. Kaldı ki, direkt bir çatışmanın içinde olmayan binlerce insanın ve hele de kaçırılan yolcu uçaklarındaki masum çocuklara varıncaya kadar, çatışma konusuyla direkt ilgisi olmayan yüzlerce insanın ölümüyle neticelenen o saldırılar karşısında, üzülmemek elde değildir..

Ama, bu duygularla harekete geçen o dev maddî gücün toslayacak bir yer araması ve bir kızgın boğa gibi hareket etmek niyetinde olduğunun ipuçlarını sergilemesi ve 'yenilmez bir öfke' içinde bulunduklarını açıklaması, Amerikan süper gücünün daha şimdiden, yeni facialarla karşılaşmaya hazırlanması gerektiğini de akıllı insanlara ihtar etmelidir..

Amerikan Başkanı ayrıca, 'Biz bugün bir savaş halindeyiz ve bir şekillenmemiş bir üçüncü Dünya Savaşının içindeyiz.. Bu, iyilerle kötüler arası bir savaşın, kaçınılmaz yeni bir merhalesidir..' diyor..

Bu tesbit doğru olabilir..

Ama, iyiler ve kötülerin belirlenmesindeki ölçü ne?

Doğrudur ki, bundan sonra, artık, geçmişteki iki büyük dünya savaşında olduğu bir savaş olmayabilir.. Bundan sonra, savaşlar belki de bilgi çağının vasıtaları aracılığıyla, bilgisayarlar ve diğer yüksek teknoloji imkan ve metodları aracılığıyla yapılacak ve devletlerarası savaş yerine, kendisini dünya devletlerinin her birisinin 'qayyûm'u yerine koymaya çalışan bir maddî süper gücün. Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi ve sair organları emrine alarak, onların verdiği kararların uluslararası hukukun gereği diye empoze edilmeye çalıştığı bir ortamda, potansiyel veya mevcud bir takım küçük düşman timlerine, bir takım küçük birimlere karşı vermek zorunda olduğu savaş şeklinde cereyan edecektir..

Ancak, üzerinde asıl durulması gereken husus, iyileriz kötüler arasındaki savaş, nitelemesidir..

Bu, her bir dine inanan insanın ideal düşman nitelemesinde kullandığı ölçüdür..

İslam, ezelî ve ebedî olarak varolan savaşın, hep, iyilerle kötüler arası savaş olduğunu öğretmiyor mu, bize; yani, Haqq-Baâtıl Savaşı..

Bir tarafta Şeytanî güçler, karşı tarafta ise, Rahmani güçleri.

Şeytanî güçlerin birbirleriyle savaşmaları tabiidir.. Ama, her iki tarafı da Haqq'a bağlı olan güçler arasında bir savaş söz konusu olamaz; çünkü böyle bir savaş, kendi Haqq mefhumuna ve mantığa aykırıdır..

Ama, iyilerle kötüler arası savaş?

Bunun mantığı son derece anlaşılır ve açıktır; sağlam ve herkes tarafından anlaşılabilir sâde bir mantıkî temel üzerinde oturmaktadır..

Böyle bir savaşın, her dinin mensublarının kendi terminolojisinde özel bir yeri vardır..

Her bir müslümana, Kur'an-ı Kerîm'de, Baqara Sûresi'nin 192. âyetinde gösterilen 'Fitne yeryüzünden kaldırılıncaya ve yalnızca Allah'ın dini hâkim kılınıncaya kadar mücadele..' mealindeki ideal ve nihaî hedef, nasıl ki, 'insanın, Allah'tan başka hiç bir gücün kulluğunda olmaması' şeklindeki yüce hedefi işaretliyorsa; Amerikan Başkanı Bush da, kendilerinin iyiler ile kötüler arası bir savaşta olduklarını söylemekte, böyle bir inanç taşımakta kendi mantığına göre haksız sayılamaz.. Ve biliyoruz ki, bu savaş, hristiyan terminolojisinde (ve de Ahd-i Atiq'de) Armageddon Savaşı olarak isimlendirilmektedir ve Amerikan Başkanı Bush da bu inanca sımsıkıya bağlı olduğunu her fırsatta sergilemektedir..

Bush'un Amerikan halkını duaya davet etmesi ve 'Tanrım, Amerika'yı koru!..' diye yalvarması, TC'deki laiklerin anlayamayacakları ya da asla anlamak istemeyecekleri bir haldir.. Onlar hâlâ, ne manâ geldiği bile anlaşılamayan 'Yurtta sulh, Cihanda sulh..' laflarını geveleyedursunlar; ötelerdekiler, kendi dinlerine göre kaçınılmaz bir inanç savaşının içinde olduklarını sergilemekteler.. Çünkü, Armageddon Savaşı onlara, böyle bir geleceği haber vermektedir ve sonunda iyilerin galib geleceğini belirtmektedir..

Kur'an da bize, Hizbuşşeytan ile Hizbullah cephesine bağlı güçlerin arasındaki mücadelenin ezelden ebediyete kadar süreceğini ve sonunda Hizbullahi güçlerin gaalib geleceğini haber vermiyor mu?

Ve görüyoruz ki, Amerikan toplumu ve hatta bütün bir Batı Dünyası, kendisini, bir anda, bir Din Savaşı'nın atmosferinde buluvermiştir..

Samuel Huntington'un 10 yıl öncelerde sözünü ettiği ve 'Batı medeniyetinin judo-chretien (yahudi-hristiyan) bir kültür ve medeniyet olduğu'nu belirtiyor; İslam'ı ise, Batı'ya karşı, putperest Uzak Doğu dinleriyle aynı temele oturtup, Konfuçius diniyle ve Budaî dinlerle işbirliği yapmak üzere, ayrı bir kampta yer alacağını vurguluyordu..

Bu bakımdan, Müslümanlara karşı geliştirilen ağır propaganda ve düşmanlık, gerçekte. Yeni Soğuk Savaş mantalitesine uygun..

Müslümanlar ve İslam suçlanıyor..

Her müslüman potansiyel düşman olarak algılanıyor adeta.. Bu, öteki Batı toplumlarına da sirayet ediyor..

(Geçtiğimiz hafta, yeğenim olan hanım kızla, Almanya'nın, Luxembourg'la olan sınırındaki tarihî ve de Kari Marx'ın doğum yeri Trier şehrine gitmiştim.. Köln'de, İslamî örtüye riayet eden yüzlerce, binlerce hanımı görmek mümkün ve orada böyle bir düşmanlık henüz gözlenmiyor.. Ama, Trier'de sanırım, saatlerce tek bir İslamî örtülü hanıma dahi rastlamadığımız için olmalı; bizim hanım kızın örtüsü, bilhassa hanımlar olmak üzere, hemen herkesin dikkatini çekiyor ve bakışlarından adeta, işte potansiyel bir düşman, işte bir 'Islamic fundamentalist' dercesine bir manâ taşıyordu, nazarlardan...)

***

Amerikan (maddî) süper gücü, içine düştüğü zaafı gizleyebilmek ve kendi vatandaşlarına yeni bir hava pompalayabilmek İçin, savaşsız bir büyük zafer hediye etmek ihtiyacında..

Yoksa, Amerikan vatandaşlarının kendi devletlerine olan güvenleri esaslı surette yaralanmış olduğundan, bu yaralar kısa zamanda bir gangrenleşme istidadı gösterebilir,. Ondan korkuluyor..

Bunun için, Usâme bin Laden ismi öne çıkarıldı..

O da, bir zannlı olarak..

Ortada açık bir delil yok.. Amerika hem şikayetçi, hem sava ve hem de hâkim durumunda.. NATO ülkeleri başta olmak üzere, İslamî İran hariç, diğer bütün ülkeler de, Amerika'nın sunduğu delilleri tartışacak durumda olmadıklarını, o ne derse onu doğru olarak kabul edeceklerini açıklamakta birbirleriyle yarışa girmekte ve ülkelerini bir askerî müdahalede, Amerika'nın hizmetine sunmaktalar..

Bir zann üzerine, savaş çıkardır ve binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın hayatı üzerine yeni kumarlar oynanmasına tevessül olunması, makûl görülebilir mi?

***

Afganistan.. Zayıf ve küçük bir ülke..

Amerika gibi kocaman bir ülke kendi gücünü orada denemekle dünyaya gözdağı verecek..

Zafersiz bir savaşla karşılaşmaktansa, savaşsız bir zafer veya düşük seviyeli bir savaşla kocaman bir zafer kazanıldığı görüntüsü vererek..

Amerika, bataklığı kurutmak yerine, sivrisinekleri tek tek öldürmeye çabalamakla bir yere varılamayacağını kendisi de bildiği, bilmesi gerektiği halde.. Yeni Dünya Düzeni denilen ve gerçekteyse, bildiğimiz o eski ve zorbalığa dayalı dünya düzeninin bilgi çağına uygun bir versiyonundan başka bir şey olmayan düzenin kuvvetperestliği ve zorbalık anlayışı ile, kendisini dünyanın jandarması gibi görerek, hareket ediyor..

Ancak, unutulmaması gereken asıl terör kaynağı, vahşî kapitalizmin çağdaş görüntülü uluslararası zulmünden başka bir yerde aranmamalıdır..

Eğer, terörün kaynağının kurutulmasından söz ediliyorsa, önce bu gerçek görülmelidir..

***

Amerikan emperyalizmi, içerdeki zaafını gizlemek, dışarda da gövde gösterisi yapmak ve bele, İslam dünyasına gözdağı vermek için, hedef saptırma ve bir taşla bir kaç kuş birden vurma açıkgözlüğü derdinde..

Evet, Amerikan emperyalizmi, kolay lokma olarak gördüğü için, hıncını alabileceği bir mekan olarak Afganistan'ı seçtiğinden beri, çeşitli savaş senaryoları yazılıp çiziliyor..

Bu arada, terör'ün muhtemel suçlularına karşı savaşla cevab verilmek istenmesi gibi bir çılgınlık, neredeyse bütün dünyada, makûl bir tepki gibi algılanıyor..

Öte yandan, IMF Başkanı Horst Köhler'in 'terörizme karşı açılan savaşta ön safta yer alan Türkiye ve Pakistan'a gerekli desteğin verileceğini' açıklayışından sonra, özellikle de bu iki ülkenin, fedai olarak seçildikleri anlaşılıyordu..

Hani, Fransızların sömürgelerinde oluşturduğu paralı askerlere verdiği o cafcaflı 'Legion d'honneur' nişanını düşündüren bir ödüllendirme..

Bu arada, Bush da ısrarla, Bin Laden ve benzerlerinin İslam'la özdeşleştirilmemesi gerektiğini, onların İslam'ı da esir aldıklarını söylemeyi sürdürüyor..

Ama, onun asıl sözü şu ki, bu saldırıyla, aslında Amerikan değerlerine savaş açılmıştır..

O halde, onlara karşı uzuuun sürecek bir savaş verilmelidir.. Böylece, bütün dünyanın kurtarılacağını ileri sürüyor, Bush...

Bu büyük kurtarıcının emrinde de, bir laik Türkiye..

Amerika'nın kullandığı o dehşetli Atom Bombası'nın beşeriyet tarihinde ilk kez kullanılmasıyla noktalanan İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dünya yeniden tanzim edilirken, Türkiye'ye verilen, Kore'de bedel ödemesi emrinden sonra, NATO'ya alınması ve 50 yıl öncelerdeki o günlerin Amerikanizm havasını yansıtması bakımından, o zamanlar gramofon plaklarında çalınan bir şarkının sözlerini burada tekrarlamakta fayda var..

Çünkü, bizim, 'pek rengine aldanma, felek, eski felektir..' manâsıyla yorumlamaya çalıştığımız bu gelişmelere 45 sene öncelerdeki o plaktaki sözler de tanıklık etmektedir:

'Amerika.. Amerika.. /Türkler, dünya durdukça, beraberdir seninle.. /Bu bir dostluk sarkısıdır.. /Kardeşliğin yankısıdır.. /Kore'de olduk kan kardeşi.. /Sönmez bu dostluğun ateşi./

Azmimizdir yaşamak.. /Dünyada sulhu sağlamak.. /Kavgalar hep bu uğurda.. /

İstiklal aşkı ruhumuzda../ Senin New York'un yükselir göklere.. /Benîm İstanbul'um, dillere destandır../ Ankara ile Washington../ İzmir'im, San Fransisco'n.. /Benzer derler birbirine../Doyulmaz güzelliklerine../

O muhteşem beldelerin.. /Pınarların , nehirlerin.. / O, ünlü şelalen, Niagara.. /Haykırır gücünü dünyaya..

Amerika, Amerika.. /Türkler, dünya durdukça..

Beraberdir seninle.. Hürriyet savaşında!..'

Evet, aradan geçen yarım asra yakın bir süre sonrasında değişen ne var?

'Evet var!' diyebilirsiniz.. Amerika, şimdi daha bir güçlü gibi ama, esaslı yara aldı; TC. ise, şimdi, daha bir muti', itaatkar ve daha bir 'hür köle" görünümünde!. Ve nice insanlarımız da, kuvvete, güce, servete tapanlar, kuvvetperestler durumunda.. Hemen herkes, kuvvetperestliğin fir'avnî mabedine yönelmiş durumdalar, oradan alacakları ışıklarla, emirlerle, dünya barışını kurmaya çalışıyorlar..

*

Bir diğer konu..

Türkiye Meclisi, New York'daki trajedinin kurbanları için saygı duruşunda bulunuyor..

New York'taki büyük ve dehşetli saldırıda ölenlere saygı duruşunda bulunulmasına bir sözüm yok..

Sözüm şuna ki, bu kişiler ve taifeler, başka yerlerdeki terör kurbanları için de, onbinler halinde öldürülen insanlar için de saygı duruşunda bulunmuşlar mıydı ve bulunurlar mıydı?

***

'Size, bizimle işbirliğinde

bulunma liyakatinizi gösterme

fırsatı veriyoruz!.' lûtufkarlığı!

Amerika, son büyük saldırıyla sergilediği iç zaafının, içinde bulunduğu sosyal zaafın yeni sosyal sarsıntılara vesile olmaması için, hâlâ güçlü durumda olduğunu bilhassa vurgulamaya özel bir dikkat gösteriyor ve başka devletlere emirler veriyor..

Bu emirlerden birisi, Pakistan'a yönelik idi..

Pakistan Hükümeti, -ki, bugün, bu hükümet, bütünüyle, bir diktatör bozuntusu olan ve TC'deki laik-kemalistlerin Pakistan versiyonu olan General Perwiz Müşerreften başkası değil..- Pakistan halkına gerçekleri söylemeye cesaret edemiyor ve General Müşerref, 'Pakistan, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi'nin kararlarına riayet edecek ve uluslararası hukuk gereğince yerine getirmesi gereken sorumlulukları ifa edecektir..' diyor..

Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi kararları veya uluslararası hukuk.. Yani, Amerikan -maddî-süper gücünün dünyaya verdiği diktelerden başka bir şey değil.. Ve bu uluslararası kuruluşlar, gerçekte Amerikan Dışbakanlığı'nın genel müdürlükleri mesabesinde..

Amerikan Dışbakanı Colin Powell, Pakistan için büyük bir fırsat ortaya çıktığını belirtiyor:

'Bizimle, dünya düzeni ile işbirliği yapmak liyakatini isbatlamak fırsatı.. Evet, Amerika kendi zaafını, acziyetini itiraf etmiyor; onun yerine, o en zayıf ânında bile, yardım istediği ötekilere lütufkarlıkta bulunuyor:

'Haydi bakalım, dünya düzeniyle işbirliğine ne kadar liyâkatin olduğunu bir isbatta!.'

1947'lerde, -Osmanlı'nın 1920'lerde tarih sahnesinden silinmesinden sonra, bir İslam Hükümeti, İslam Devleti oluşturmak ümid ve hayalleriyle kurulmuş olan Pakistan'ın bugün geldiği nokta, ne kadar esef verici..

Pakistan, önce, direnir gibi açıklamalara yaptı ama, sonunda, Amerikan tehdidleri karşısında yelkenleri suya indiriverdi..

Amerika, ayrıca, başkalarına da emirler vermekte.. Mesela, Birleşik Arab Emirliği'ne.. 'Talibân'la diplomatik ilişkini kes..' diye.. Zavallı Emirlik, Tâlibân'ı, Amerika'nın emirlerine uygun olarak tanımış olmanın bedelini, bu kez de ikinci bir yüz kızartıcı şekilde ödüyor..

Ve amma, Türkiye...

Türkiye'ye ayrı bir destur vermesine gerek yok Amerika'nın..

Çünkü, Amerika, kendi maslahat ve menfaati için, çağdaş bir zorbalık daha sergiledi ve NATO Paktı'nın, 50 küsur yıldır yürürlüğe koymayı akıl etmediği

5 nci maddesinin geçerli olduğunu ilan ediverdi.. Buna göre, bir NATO üyesi ülke bir saldırıya uğrarsa, diğer üyeler onun yardımına koşarlar ve savaşa girerler..

Ehh, şimdi, Amerika, kendisine karşı bir savaş açıldığını açıkladığına göre..

O halde, diğer bütün üye ülkeler de Amerika'nın yardımına koşmak zorundadırlar..

Halbuki, o maddedeki saldırı, dış saldırı idi.. Amerika ise, kendi içinden, Boston'tan kalkan ve üstelik askerî olmayan uçaklar eliyle vurulmuştu..

Böyleyken, yine de NATO, bu saldırıyı, dışardan yapılmış bir saldın gibi kabulleniverdi..

Böyle bir durumda, Türkiye'nin nasıl davranacağı ise, zâten önceden belliydi.. Başbakan Ecevit'e gazeteciler, 'Efendim, mehmedçik, gözü kapalı olarak savaşa mı sürüklenecek?' diye soruyorlar..

O da cevab veriyor: 'Böyle spekülatif sorulara cevab veremem.. Olaylar kendi süreci içinde gelişirken, biz de duruma göre bakar, gerekeni yaparız..'

Bu, gerçekte, hiç bir inisiyatiflerinin olmadığının ilanı demektir..

Yani, 'Amerika neyi emrederse, biz de onu yaparız..

Bugünden bir programımız, planımız yok.. Her şeyi Amerika bilir, biz değil!' denilmek isteniyor..

'-Pekiy, efendim, Amerika, İncirlik Üssü'nün kullanılması için izin istedi mi?'

Buna da, 'Hayır!,.'diyor Ecevit.

Ama, diyemiyor ki, 'Böyle bir izne ne gerek var.. Sizler, basın mensubu olarak durumu bilmiyor musunuz ki, bir de nanik yaparcasına soruyorsunuz, arkadaşlar?.. Orası zaten Amerikalıların kontrolünde.. Onlar diledikleri gibi hareket ederler.. Hatta, oraya girmek için, bizim izin almaya ihtiyacımız var!..'

***

Evet, Türkiye de, tıpkı Pakistan gibi, Amerika'yla işbirliğine liyakatinin denendiği' gibi bir halet-i ruhiye ile, bir kahyanın 'Efendim benim gücüme ihtiyaç duydu..' şeklindeki yılışık sevinç ve itminanı içinde gözüküyor..

***

Türkiye Hükümeti, 'Efendisi' olarak kabul ettiği Amerika'nın emirlerine harfiyyen riayet edebilmek için her şeyi yaparken; TC. kamuoyu, günlerce, Amerika'ya yazılacak bir mektubu tartışdı-durdu..

Hani, kumandan, savaşta kaçmak üzere son hazırlıkları yapmakta, her şeyi toparlamaktadır ama, yazıcısına da tumturaklı bir mektub yazdırmak telaşındadır:

Karmaşık duygular İçinde kaçış hazırlıklarını sürdüren komutan, diğer taraftan da, yazıcısına yazdırır:

'..Askerlerimiz kahramanca savaşmakta, düşmana ağır zayiat verdirmekteler.. vs..'

Yazıcı, askerlerin çoktaaan kaçtığını bilmektedir..

Kumandanına, 'Hani, nerede o askerlerimiz, komutanım?..' diyecek olur..

Komutan;

'-Aptal oğlum, sen yazmana bak!.. Bunlar, geleceğin tarihçisi için..'

Öyle ya, geleceğin tarihçisi belgelere, delillere bakıp hüküm verecek ve geçmişin hadiselerini aydınlatmaya çalışacaktır.

***

Türkiye Hükümeti de, bugün içine düştüğü ve ülkeyi düşürdüğü yüz kızartıcı durumunun geleceğe yansımaması için, mektub yazmak istiyor ama, bir türlü yazamıyordu..

Çünkü, Başbakan Ecevit, 'Hadiseler o kadar sür'atli gelişiyor ki, bugün yazacağımız mektubun, muhatabın eline geçmesine kadar, geçersiz hale gelebilmesi olasılığı bulunduğundan, mektubu yazmayı sürekli erteliyoruz..' kabilinden komik laflar söylüyordu..

TC. Dışişleri'nin bu yönde belirttiği görüş ise, daha realistti., 'içinde bulunulan bu merhalede böyle bir mektub gönderilmesinin doğru olmayacağından, 'momentum (uygun zaman) yakalandığında, gönderilecektir,.'

TC resmî çevreleri, 'Zâten, her durum karşısında, ABD ile, tam bir dayanışma içinde olduğumuz ve eşgüdüm (koordinasyon) içinde, gerekli görülen adımların atılmasından da kaçınılmayacağı bilinmektedir.' demeyi de ihmal etmiyorlardı..

Evet, komiklikle izah edilemeyecek derecede bir sefil tablo.. Tam bir kuru yaprak misali, hadiselerin rüzgarına göre, iradesiz olarak, bir o tarafa, bir bu tarafa savrulup durmakta.. Bu mentaliteye göre, en iyisi, hayatta her şey çok sür'atli geliştiğine göre, hiç bîr şey yapmasınlar..

Ne de olsa, yapılan her hareket, yarınlarda, geçersiz hale gelebilecektir..

Sabah gazetesi, 21 Eylül günü, Amerika'nın Türkiye'ye buhranla ilgili olarak niçin bilgi vermediği konusunda bir haber-yorum yapmış, şu tahminlerde bulunmuştu:

'1-Amerikan Başkanı, Pakistan'a konsantre olmuş bulunuyor.. Türkiye'ye ihtiyacı yok.. 2-Amerika, önceliği Arab ülkelerine ve Avrupa'nın üç büyük ülkesine verdiler.. Türkiye'ye sıra gelmedi.. 3-Türkiye'nin desteğinden emîn, Ayrıca arama gereği duyulmamıştır.. '

Hürriyetten S. Turgut, bunlar arasında verilebilecek gerçek cevabın bulunmadığını düşünerek, 4. cevabı da kendisi veriyor ve diyordu ki:

'...Amerikan Başkanı Bush, Türkiye'de Başbakan'ın artık tutarlı konuşacak durumda olmadığını; cumhurbaşkanının ise, olayların dışında kaldığını, olayların onun bilgi ve dünya görüşünü çoktaaan aştığını; (,..)TSK'yi ve Genelkurmay Başkanı'nı, diğerlerini atlayarak aramasının şık olmayacağını düşündü, Türkiye'yi bu yüzden aramaktan vazgeçti..

Bence doğru cevab bu..

(...) Yaptıkları şu komikliğe bakınız.. Türkiye gibi potansiyeli büyük bir devletin başındaki yöneticiler, 8 gündür görüşemedikleri Bush'a bir mektub yazarak 'tavsiyelerde' bulunma kararı almışlar.

Bush, bu mektubu, kendisinin daha önem verdiği liderleri bizzat dinlerken, eğlence olsun diye, kağıttan uçak yapıp Oval Ofis'in içinde havaya fırlatacaktır.. Bu mektub, başka işe yaramaz..'

***

Ancak, bu yazılıp çizilenler çok rahatsız etmiş olmalı ki. Sezer, 22 Eylûl günü, Bush'la bir görüşme yapabilmiş.. Görüşmenin 15 dakika kadar sürdüğü açıklandı..

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü, 'bu konunun üzerinde fazla durulmamasının daha yerinde olacağını da işaretleyip, 'ayrıntılar üzerinde durmayalım..' demekteydi..

Pekiy, bunlar olurken, ülkemizin halkı, n'apıyor?

Bunun cevabını, galiba, en güzel şekilde, alman şairi Erich Kaestner vermişti, bir şiirinde:

'Ne çıktı, ne de çıkar sesiniz.. / Diledikleri gibi yapsınlar dersiniz../ Olur mu devletin işine karışmak../ Siz oturun, bekleyin, o kadar.. /Sanki bir dişçidir başucunuzda kader/ Sizin de yapmanız gereken, ağzınızı açmak..

Lâzım derler vergileri arttırmak../ Güzel derler, bir donanma yapsak../ Hayır hayır, koskoca bir ordu daha iyi../ İhracât-idhalât gümrüğü derler../Etek dolusu laf ederler../ Ve öğretmişlerdir size susmayı..

Derler, arttı ekmeklerin fiyatı../ Haydi derler, harb'e; geldi işte vakti../ Gülerler arkanızdan sonra da.. /Alavere-dalavere ederler../ Oturturlar şapa sizi, kazık atarlar../ Ne imiş, politika!..

Öyle salaksınız ki, her biriniz sanki, dut yemiş bülbül../ Ensenizde boza pişirirler, sizinse umurunuzda değil.. /Hep kendi havanızda.. /Para bekler eşiniz, ağlar emzikteki.. /Derdiniz sadece onlarla meşgul olmak../ Vaktiniz var mı ki, devlette uğraşmaya..'

Evet, gerçekte bu şiir, bizim toplumumuzun, kendisine tahakküm eden rejim karşısındaki tavrını çok güzel bir şekilde anlatmıyor mu?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR