1. YAZARLAR

  2. Mustafa Bulur

  3. Özgürlükler Kuşlara Mahsustur!

Özgürlükler Kuşlara Mahsustur!

Haziran 1999A+A-

Dozerleri beklediğimiz günü hiç unutamam. Yirmibeş yıldır içinde oturduğumuz, toprağından kuyu suyu çıkardığımız, bahçesini sebzelerle donattığımız üç odalı evimiz, Üzerinde belediyenin kocaman amblemini taşıyan kepçelerin avuçlarında yok olup gidecekti.

İlk gün yirmi yirmibeş kişilik bir grup, belediye başkanıyla görüşmeye gitmiş, kapıdan döndürülmüşlerdi. İkinci gün, bu defa birkaç basın mensubuyla birlikte başkanın odasına kabul edilmişlerdi:

-Teyzecim, mesele bizi aşıyor.

-İyi ama evladım, o makinalar sizin, emir ver, geri çeksinler.

-Anlamıyorsunuz. Sizin evler, boğazda 'ön görünüm'e giriyor.

-Zenginlerin villaları girmiyo mu ki? Hem de onlar bi kaç yıl önce yaptırmışlar.

-Tamam da, sizi şikayet edenler de onlar. Üstelik, Vakıflar Genel Müdürlüğü uğraşmamak için, sizin parseli Milli Savunmaya vermiş. Askeri lojmanlardan bizi sıkıştırıyorlar. Kanunen de haklı konumdalar...

Odadan çıktıklarında, birkaç mütevazi basın organı soru sormak için yanlarına geldiğinde, "bunlar solcudur, konuşmayalım" deyip, tek bir kelime dahi etmemişlerdi. Başörtülü bir bayan, elindeki fotoğraf makinası ve tesettürlü olmanın verdiği güvenle kendilerine yaklaştığında ise, "bu gene solcuların bi numarası olsa gerek" diyerek, ihtiyatlı tavırlarından ödün vermemişlerdi...

Orduevine doğru yüründüğünü ilk duyduğumda, içimi bir heyecan kaplamıştı. Onlarca panzer, polis ve askere rağmen, bu gücü onlara veren şeyi merak edip durmuşumdur hep. Ateş düştüğü yeri yakıyordu ama bugüne kadar ailemden askere dönük birkaç şuursuz serzenişin haricinde tek bir kelime dahi duymamıştım. Birkaç saat süren bu tepki, yerini sessizliğe bıraktığında, kahvedeki muhabbeti kaçırmamak için sabırsızlanıyordum...

-Kardeşim bi birlik olamadınız ki... Dozerler geliyo, erkekler yoh. Bugün de işe mi gidilir?

-Sen ne diysun daa? Citmeyelumde, işimizden mi olalum?

-Suç bizde gardaşım. Zamanında adamların yeşilliklerine hayvanları salmasaydınız, böyle olmazdı.

-He ya, asker ne yapsın? Yıllardır gelip konuştular olmadı. Para cezası kestiler olmadı. Sonunda bu da geldi başımıza.

-Zenginle de haklu. Bizim insanumuz pis gardeşüm!

-Size gonuşmah golay, yıhılan bizim evleğ.

- Bizimkine de sıra gelmeden bi şeyler yapmalıyız. Otuz yıldır bizden vergi alan bu devlet değil mi? Üstelik tapu tahsis belgelerimiz de var.

-Onlar iptal edildi.

-Avukattan öğrendim, tek taraflı iptal olmazmış. Mahkeme olması gerekirmiş. 82 yılında bi kanun çıkmış, ama kanun geriye doğru işlemezmiş. Üstelik biz buraları ıslah etmişiz. Su çıkarmışız, bahçe yapmışız, elektriğimiz gelmiş.,.

İlk gece, bütün mahallenin çocukları toplanıp, zenginlerin villalarını taşlamışlar. O gün camcı Hasan usta hayatında hiç yapmadığı kadar hasılat yapmış. Sevineyim mi, üzüleyim mi? diye de hayıflanıp durmuş bütün gece. Memduh amcaya inme gelmiş, ama doktor "İki aya kalmaz iyileşirsin" demiş. "Temiz havaya çık. Sizin oralar güzel, ormanlık, ağaçlık, evde oturma" dediğinde, aldığı cevap karşısında şaşkınlığını gizleyememiş...

Evleri taşlayan çocukların arasında kardeşimin de olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Daha henüz onbir yaşındaydı. Babam kemeri eline alıp, korkutmak için birkaç defa poposuna vurmuştu. Ali'nin söylediğine göre kardeşimin attığı taş, bahçede çay partisi yapan kadınlardan birinin başına gelmiş. Aynı hikayeyi, biraz da saptırılmış bir biçimde babamdan dinlediğimde, bunu nereden öğrendiğini kendi kendime sormuştum. Kur'an Kursuna giden çocuklardan birinin söylediğine göre, Mehmet hoca Cuma hutbesinde bu konuya değinmiş. Alılan taşların ağaçlara ve çiçeklere zarar verdiğinden bahsetmiş. Eğer peygamber efendimiz olsaydı, kadınlara böyle zulmetmezdi, demiş. Mehmet hocanın şefkati dillere destandır. Kardeşimi affedip, başını okşadığında sabaha kadar rahat bir uyku çekmiştik hepimiz: Ben, kardeşim ve babam. Ama annem biraz söylenmişti. Onu ilk defa böyle görmüştüm. Mehmet hocaya çok kızdığı her halinden belliydi. Sonradan öğrendim ki başına taş gelen hanımın evine temizliğe gidiyormuş. Kadının evi çok büyük ve hep toz içerisindeymiş...

***

Elinde üç beş kuruşu olan başka yerlerden gece kondu almaya koyulmuştu. Geride kalanlar, yaklaşan seçimlerde partilerle pazarlık yapmanın yollarını arıyorlardı. Kahvede en fazla konuşulan konu 'oy'muş. "Hiçbirine oy yok" demiş Fevzi dede. Önce pazarlık, sonra oy. Panzerleri kullanan polislerden biri, Fevzi dedenin kondusunu kiralamış sonradan. "Yıkılana kadar oturayım dayı" demiş. Fevzi dede polisin haline acımış. "Benim, kimim kimsem yok; Ben tek odalı konduda da otururum" demiş. Dayım, aynı orduevinde askerliğini tamamlamış. Annem onu ziyarete gittiğinde İçeri alınmayınca, büsbütün küplere binmiş. Söylendiğine göre kafası çok karışmış. "Komutanlarımın hepsi iyi adamlardı. Haftasonları dışarı bile çıkabiliyordum. Ama niye böyle yaptılar ki?" Suçu babamda arayıp durmuş. Yok burada ev yapılırmıymış? Alırken niye sormamış? Üç kuruş kenara koyamamış mı? falan. O zamanlar dayıma hayrandım. Bir kere o koskoca bir askerdi. Çok kuvvetliydi. Ne iş olsa yapardı. Onbeş yaşıma geldiğimde beni İtalyan konsolosluğunun önüne götürmüştü. Önce dakikalarca slogan almış, kiliseden çıkan kadın ve çocukların ardından, "Vur! Vur!" diye tempo tutmuştuk. Hatırlarım, o zaman onlara çok kızmıştım. Madem ki bu ülkede yaşıyorlardı, neden camiye sığınmamışlardı. Hıristiyanlığa özenenlerin cehennemlik olduklarını Mehmet hocadan belki yüzlerce kez dinlemiştim. Aynı gün teyzemin evini yıkmaya gelmişlerdi. Teyzem, dayıma saatlerce "kal" diye yalvarmış, dayımsa "görev bizi bekliyor" diyerek, beni de yanına alıp evden uzaklaşmıştı...

Eve döndüğümüzde, Lamiyanım teyzeyle annemin kapının eşiğinde ağlattığını gördüm. Kaş göz işaretiyle kardeşime durumu sordum. Lamiyanım teyzenin emeklilik parasını yatırdığı banka batmış. "Evimi de yıkarlarsa, ben ne yaparım?" diye anneme dert yanıyormuş. Annemse bir yandan Lamiyanım'a, diğer yandan da teyzemin yıkılan evine ağıtlar yakıp durmuş... Meğer banka büyük bir sanayiciye aitmiş, o zavallının da fabrikalarına haciz gelmiş. Annem. "Allahından buldu" diyerek sevinirken, dayım onun sonradan özel bir tv kanalı aldığını anlatıp durdu senelerce...

***

Yıkılan arazilerin üzeri ağaçlandırılmıştı. Çevreci kuruluşlar ve belediye bu fırsatı kaçırmamış, onlarca kanal üzerinden bu faaliyet tüm Türkiye'ye izlettirilmişli. Akşam haberlerini seyrederken, "bak" dedi annem; "eğer belediyeye gittiğimiz o gün, gazetecilerle konuşsaydık, belki de evler yıkılmazdı." Hafifçe gülümsedim. Annemin, babamın, dayımın ve Mehmet hocanın dünyasından çıkalı çok olmuştu. Ama burası bizim mahalleydi ve "umut fakirin ekmeği" atasözüne halel getiremezdim. Getirsem ne olacaktı ki? Lamiyanım teyze o umutların gölgesinde bu dünyadan göçüp gitmişti. Dayım, bankası balan iş adamının fabrikasında gece bekçiliği yapıyor, akşam eve geldiğinde saatlerce minnetinden bahsediyordu. Babam, Mehmet hocanın hutbelerinde saçlarını ağartıyor, annemse başına taş gelen kadının evine söylene söylene gitmeye devam ediyordu. Üstelik kadın, kardeşime çocuklarının eskimiş giysilerini verdiğinde, her defasında buzlar yeniden eriyordu.

Kardeşim o giysileri bir defa olsun giymedi. Annem, cezaevine son gidişinde giysileri kadından aldığını söylememişti. Babam onun arkasından söylenip duruyordu. "Onun ne olacağı daha küçükten belliydi!" diyordu. Kimseden gık çıkmazken, ben müdahale ediyor, kardeşimin kötü bir şey yapmadığını anlatmaya çalışıyordum. Derslerimde çok başarılı olduğum için, bana karşı hep ihtiyatlı davranıyorlardı, "iyi ama evladım, o da senin gibi evinde huzur içinde derslerini yapsa, daha iyi olmaz mı?". "Ne huzur ya?!" diye geçirdim içimden. Daha dün evleri yıkılanlar sanki bu insanlar değildi. Lütfiye abla da söze girdi; "he ya. Ona mı düşmüş elalemin haggını savunmalı?" Lütfiye abla çok erken evlenmişti. Beyi, olumsuz iş koşullarında felç olmuş; canı gibi sevdiği oğlu ise askerden dönememişti. Bir kaza kurşunuymuş. Taşın arkasına gizlendiğinde, arkadaşı kendisini tanıyamamış. Lütfiye abla onun sayesinde eline geçen maaşla geçiniyor ve her dem haline şükrediyordu.

"Ohuyacahlarsa açsınlar. Bu zamanda geçinmek golay mı?"

***

Soğuk bir kış günüydü. Okulumuzun çatısındaki kuşların bile soğuktan titrediklerini hissedebiliyordum. Allah'ın yarattığı en şirin mahluklar şimdi nelere şahit oluyorlar, diye iç geçirdim. Topluluk, okulun kapısına doğru ilerlediğinde, sayıları yüzelliyi anca buluyordu. Sırf bizim mahallede evleri yıkılanlar burada olsa, herhalde bin kişiden fazla bir sayıya ulaşmaları işten bile olmazdı...

Yağmur suyu saç diplerime kadar işlemişti. İmtahana bu şekilde gidemezdim. Kurulanmam lazımdı. Amfinin kaloriferine yapıştım. İçim ısınmıştı. Amfi sıcacıktı. Tanı bir imtahan ortamıydı. Kardeşim aklıma geldi. O da dışarıda olsaydı, bugün finale girecekti. Onun amfisine doğru ilerledim. İçeride çok az, kişi vardı. Kaloriferin yanında benim gibi saçlarını kurutan bir öğrenciye nerede olduklarını sordum. "Dışarıdalar" dedi. "Hepsi mi?" diye ekledim. ''Hemen hemen" dedi. Nedenini sordum. Kardeşimin adını zikrederek, "'okul yönetimi yüzünden mahkum olan arkadaşları için gösteri yapıyorlar" dedi, Kendisinin neden onlarla birlikte olmadığını sordum. "Seninle aynı sebepten, finali kaçırmamak için" diye cevapladı...

O güne kadar kendimle hep gurur duyan ben, bir anda büyük bir hüzün ve utanç duygusuna kapıldım. Kendime, "neden kardeşimi cezaevine ziyarete gittiğimi sordum?". Cevabı bulamadım. Bugüne dek her şeyi bizim mahallenin penceresinden yorumlamıştım. Ancak şimdi babama, anneme, dayıma ve Mehmet hocaya kızıyordum. Bizim mahalle yanlıştı, tepkisizdi, kandırılmıştı, cahildi. Ama ya ben, bu mahalle için ne yapmıştım? Yoğurt aldırmak için bakkala zor gönderdiğimiz kardeşim bile, o küçücük yaşına rağmen eline bir taş alıp fırlatmıştı. Şimdi ise o attığı taşın bedelini ödüyordu adeta.

Belki villalardaki çocuklar kadar kısmetli değildim; ama Lütfiye ablanın oğlundan daha şanslı olduğum kesindi. Zaten hep böyle olmuyor muydu. Birileri, birilerinden daha şanslı ve kısmetli olarak yaşayıp gidiyorduk. Kaderimize razıydık. Üstelik fırsatlarda tükenmiş değildi. Okulum bittiğinde kim bilir. belki villalardakileri de sollayabilirdim. Hem o zaman, evinin yıkılması korkusuyla büyüyen çocuklarım da olmazdı. Lanet olsun, kafam çok karışıktı. Hoca, elindeki kağıtlarla amfiye girdiğinde içimi müthiş bir korku kapladı, Kardeşim cezaevindeydi ve onu hayatında belki bir kez görmüş olan insanlar, yağmurun altında sırılsıklam olmuşlar, üstelik geleceklerini tehlikeye atıyorlardı. Peki ama ben neden korkuyordum? İşte okulum bitiyordu. Bu final benim için çocuk oyuncağıydı, Hocalarım beni seviyordu. Birkaç ay sonra iyi bir iş sahibi olacaktım. Bu korku da neyin nesiydi? Mantıklı olmalıydım. Evleri ben yıkmadım. Yıkılan evlerin yerine çok matahmış gibi ağaçları ben dikmedim. Mehmet hocayı o caminin başına ben getirmedim. O villalara ben tapu vermedim. Lamiyanım teyzenin parasını ben batırmadım. Lütfiye ablanın oğlunu hayatımda hiç görmedim bile. Evet, hayatımda bir kez, kiliseden çıkan çocuklar ve kadınlar İçin, ''Vur! Vur!" diye tempo tutmuştum. Ama o zaman daha onbeş yaşımdaydım...

Kafama gelen cop darbesinin ardından bayılmışım. "Haseki'ye götürelim" sesleri arasında uyandığımda, nezarette olduğumun farkına vardım. Fevzi dedenin evini kiralayan polis beni tanımıştı. "Merak etme, bir gün sonra bırakırlar "dedi. Finali kaçırmıştım; ama içimde korkudan eser kalmamıştı. Okulun çatısındaki kuşlar kadar özgürdüm arlık.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR