Sezai Arıcıoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Oyuncakçı

Ekim 1996A+A-

Dışarıda esen rüzgârın, aslında insana ferahlık ve rahatlık veren o hoş esintisini duymamak için, oturmuş olduğu iskemlesinden birdenbire kalkıp, pencereyi hızla kapattı. Aynı hızla artık kirden ve isten rengi değişmiş perdeyi öyle bir çekişle çekti ki, yukarıda kornişi tutan küçük çivilerden iki tanesi çakılı oldukları tavandan kopardıkları kireç parçaları ile birlikte önündeki kara kaplı, kan rengindeki sayfaları buruşmuş, oldukça kalın kitabın üzerine düştüler. Bu onun daha da öfkelenmesine sebep oldu. Onu çıldırttı adeta. Kitap dedesinden babasına, babasından da kendisine kalmış, ona gözü gibi bakmış, hiç kimsenin el sürmesine izin vermemiş ve hiç bir zaman hiç bir şekilde bir beyazlık bulaşmasına imkân tanımamıştı.

Usta bir oyuncakçıydı. Bu onun dede mesleğiydi. Her türlü, her zevke uygun bütün oyuncakları rahatlıkla imal edebilecek bir beceriye sahipti. Yıllar önce kafa derisini itina ile yüzdüğü o kızıl derili çocuğun saçlarından yapılmış küçük el süpürgesini almak için yerinden kalktı. Ayaklarında ise yine ellerini ve ayaklarını iki yıl önce çaprazlama kestiği kabile reisinin o an için üzerindeki iki giysisinden biri olan sandalete benzer tüylü terlikler vardı. Tam süpürgeye uzandığı sırada, irin rengindeki tırnaklarının iyice uzamış olduğunu fark etti. Kitabın üzerindeki kireç parçalarını tam temizlemek üzere idi ki, genç bir kadının bağırışları, feryatları evin içerisinde yankılandı. Bir an durakladı. Bunun kapı zili olduğunu hemen hatırladı. Yaklaşık otuz beş yıl önce arkadaşları ile birlikte çırılçıplak soyarak işkence ettikleri genç bir kadının feryatlarını teybe kaydetmişlerdi. Daha sonra bir dostunun tavsiyesi ile bunu kapı ziline bağlamıştı. Her kapı çalmışında o feryatları duyarak rahatlıyordu.

Kitabı acele ile süpürüp kapattı. Kollarını taşlarla kırdığı gençlerin kemiklerinden yaptırdığı rafın üzerine koydu. Odadan çıkarak salonu geçti. Zamanında onu çok uğraştıran, peşinden çok koştuğu o ak saçlı, aksakallı yaşlı adamın darağacında sallanan resmini salonun döşemesine yere kocaman bir şekilde boydan boya çizdirmişti. Her zamanki gibi resmin üzerinde bir süre durdu. Her seferinde böyle yapardı. Resmin üzerinde bir müddet durur, bekler ve dehşetli bir öfke ile tükürür, katran karası bir pelte hışımla yere doğru iner ve resmin üzerine yapışır kalırdı.

Kapıya yöneldi. Evi çok genişti. Kapıyı açması artık iyice zorlaşmıştı. Çok korkaktı. Öyle ki, birisi ağaçtan, diğeri betondan üst üste kilitli ve geçmeli şekilde duran kapılara bilhassa o İntifada dedikleri ayaklanmadan sonra en son demir parmaklıklı bir kapı daha eklemişti. Onca uğraştan sonra kapıyı açabildi. Kapıda düzgün giyimli, tertipli, kravatı göbeğinin üzerinden sarkan, fötr şapkasını sol elinde büyük bir maharetle tutan, kalın ensesindeki saçları kırlaşmış, yüzünde garip bir ifade ile bir adam duruyordu. Hemen aylık güvenlik ve işbirliği toplantısı olduğu aklına geldi. Sinsi bir bakış fırlattı adamın yüzüne. Gururlandı. Çünkü kendisi unutsa da, değişik yörelerdeki bu adamlarının sadakatleri, küçümsenecek cinsten değildi. Adamı içeri aldı. Giriş kapısının karşısındaki derin koridoru geçerek toplantı odasına doğru yönlendirdi. Adam her zamanki alışkın olduğu yere oturdu. Fakat her zaman içtikleri o kırmızı içecek gelmeyince şaşırdı. Oyuncakçı adamın şaşırdığım görünce, elindeki bardağı bırakıp gelip adamın arkasına geçti. Ellerini adamın omuzlarına koyup masaj yapar gibi ovalamaya başladı.

Neden şaşırdın? dedi. Yıllardır içtiğimiz bu insanların kanlarının bir gün bizleri boğacağı korkusu artık kâbusa dönüşmeye başlamıştı. Bu yüzden içeceğimi değiştirmeye karar verdim. Bu da en az onların kanları kadar lezzetli ve iç açıcı. Hem de onlar için kutsal. Bundan böyle özellikle sana bundan ikram edeceğim.

Adamın omuzlarını bırakıp tam karşıda sıra ile dizilmiş şekilde duran ve özene bezene yerleştirilmiş kafataslarından en önde bulunanın arkasında duvara monte edilmiş videonun düğmesine bastı. Videoya bağlı olan ve biraz daha yukarıda duran televizyonu izlemeye koyuldular. Görüntülerde adamın bir ay boyunca yapıp ettikleri vardı. Basın toplantıları, açılış törenleri, yemekler, kokteyller, kıldığı resmi namazlar birer birer ekrana yansıyordu. Oyuncakçı, adamın soru sormasına fırsat vermeden söze girdi.

"Evet" dedi. Bu uygulamaya yeni başladık. Senin gibilerin üzerindeki kontrol mekanizmamı arttırmam gerektiğini düşündüm. Bilhassa o hükümet boşluğu döneminde beni hayli endişelendirdiniz. Birbirinizle çekişmek size yakışmaz, bunu bilmiyor musunuz? İyi ki o üniformalarını kimseye göstermeyen dostumuz devreye girdi de biraz olsun rahatladım. Yapmayın böyle... Biz birinden ümidi kestik mi neler olur, artık öğrenmiş olman lazım. Unutmayın sen ve senin gibiler birer oyuncaksınız" derken iyice bağırıp çağırmaya; el, kol hareketleri yapmaya başladı. En son "Defol... Gözüm görmesin seni" diye öyle bir haykırdı ki, adam ne yapacağını şaşırdı. Kalkıp ayaklarına kapandı. Aman dilemeye, iltifatlar yağdırmaya başladı. Aynı zamanda paçalarını çekiştiriyor, oyuncakçının o güzelim terliklerini öpüyordu. Adamın bu tavrını gören oyuncakçı yumuşadı.

"Tamam, tamam" dedi. Ayaklarım geriye doğru çekerek adamdan kurtardı. Masanın üzerinde duran kalınca zarfı yerde hareketsiz olarak bekleyen adamın ceketinin yan cebine iteleyerek sokuşturdu. Sonra da adamı gönderdi.

Tekrar odasına geldi. Bu beceriksiz aptallarla işi idare ediyoruz diye geçirdi içinden. Aslında hepsinden, her şeyden nefret ediyordu. Rahatlamak için bacaklarını dizlerinden büktü. Kollarını da bacaklarına doladı. Neden şöyle genç, dinamik insanlar göremiyorum diyerek hayıflandı. Üzerinde kendi egemenliğini kurduğu ve onu ayakta tutan belirlediği politikaların, kurduğu sistemlerin uygulayıcıları, ürettiği süslü oyuncakların toptancıları olan bu az gelişmiş ülkelerin yöneticileri zor durumdaydılar. Onlara o kadar emek ve para harcadığı halde, bir türlü istediği gibi olmuyorlar, hazır kurulmuş bir düzeni dahi yürütmekte zorlanıyorlardı. Her türlü tedbiri alıyor, en uygun kanunları tanzim etmeye çalışıyor, fakat ne oluyorsa oluyor ve şu ayaklanmaları bir türlü dindiremiyordu. Bir şeyleri atlıyorum herhalde derken koltuğa iyice gömüldü.

Aynı saatlerde bir kaç semt ötede, şehrin kenar mahallelerinden birinde, tek katlı, iki gözlü bir evde, değişik bir heyecan göze çarpıyordu. Oldukça genç dört beş kişi sanki birbirlerine kenetlenmişçesine oturmuş bir şeyler konuşuyorlardı. İçlerinden henüz çocuk yaşta olan önünde açık duran kitabı okuyor, diğerleri de yerde bulunan haritaya merakla bakıyorlardı. Başı sargılı olan sağ elinin işaret parmağını haritanın üzerinde bir noktaya koyarak; "işte" dedi. Tam burası. Burası havaya uçurulacak. Karargâhları burası. Sanki büyümüş de tekrar ufalmış olan çocuk elindeki kitabı usulca yanı başındaki rafın üzerine koydu. Dikkatini toplayarak arkadaşını dinlemeye koyuldu. Başı sargılı olan, konuşmasına devam etti.

"Çok zor olacak ama başaracağız inşaallah. Yarın çok önemli bir toplantı yapacaklar. Sanırım hepsi bir arada olurlar. Binayı çok iyi koruyorlar. Kuzey tarafındaki bacadan başka içeriye giriş imkânı yok. Çok dikkatli olmalıyız. Binanın arkasında yukarı doğru demirden bir merdiven var. Sonra bacadan aşağı inip şömineye inilecek. Allah yardımcımız olsun". Çocuk izin alıp, hazırlanmak üzere yan odaya geçti. Ne olacağını kestirebiliyordu. Patlayıcıları vücuduna öyle bir dolamaya başladı ki, sanki yüzünü hayal mayal hatırladığı annesi ile kucaklaşıyordu. Arkadaşları ile teker teker vedalaştı ve dışarı çıktı.

Lanet olsun yine uyumuşum diyerek koltuktan hızla fırladı. Hep de bu gençleri düşünürken uyuya kalıyorum diye içinden geçirdi oyuncakçı. Bunlar benim kâbusum olacaklar diye mırıldanırken, masasının başına geçerek yarınki zirve toplantısının hazırlıklarına başladı, öyle oyuncaklar yapmalıydı ki hepsinin gözünü boyamalı, hepsini kandıra-bilmeliydi. Bu onun en büyük zevklerinden biriydi. Ne yapıp edip, insanları bir türlü yola gelmeyen o halkı halletmek zorundaydı. İçinde değişik bir haz duydu. Sabaha doğru konuklar birer ikişer gelmeye başladılar. Öğlen olmadan toplantı odasındaki o masanın başında toplanmışlardı bile. Oyuncakçı hepsine teşekkür ederek konuşmasına başladı. Hepsi pür dikkat onu dinliyorlardı. En son hepsinin tek tek görüşünü alarak kendilerini bir şey sanmalarını sağladı. İki gün içerisinde tüm hazırlıklar yapılacak, sonra o halkın üzerine üşüşeceklerdi. Mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Hep birlikte kadehlerini kaldırıp tokuşturdular.

Çocuk binayı çevreleyen duvardan atladı. Hızlı ve sessiz adımlarla merdivenin yanına geldi. Bir çırpıda yukarı tırmandı. Artık binanın üzerindeydi. Bacanın yanına geldi. İçini bir ürperti doldurdu. Henüz çok gençti. Küçük aklı ile düşünmeye başladı. Bacaya sırtını verdi. Dizüstü çöktü. Başını öne eğdi. Tereddütlerini yok etmek isliyordu. Apayrı bir savaş veriyordu. Ellerini yüzüne sımsıkı kapattı. Her gece rüyalarında annesinin kendisine söylediği şu ayeti, şimdiye kadar hiç bir şekilde boş sözün dökülmediği dudakları ile mırıldandı:

"Ey iman edenler, size ne oldu ki, Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yerinizde çakılıp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama ahirete göre bu dünya hayatının yararı pek azdır. Eğer savaşa kuşanıp çıkmazsanız, o sizi pek acı bir azab ile azablandıracak ve yerinize başka bir topluluğu getirip değiştirecektir" (9/38, 39).

Bir müddet öylece kaldı. Sanki o kısacık hayatı ayaklarının allından kayıyordu. Kalkarken artık kararını vermişti. Belindeki ipin bir ucunu bacadan aşağıya doğru sarkıttı.

Oyuncakçı tıpkı bir kumandan edası ile hep beraber fotoğraf çekilmeyi teklif etti. Beraberce ayağa kalktılar. Salonun öbür ucunda üzerinde koskoca bir dünya haritası bulunan şöminenin önünde sırayla dizildiler. Oyuncakçı makinayı ayarlayıp en baştaki yerini aldı. Otuz saniye sonra bu mutlu an görüntülenmiş olacak, bu şerefli insanlarla birarada bulunmak çok keyif verici diyerek alaycı bir kahkaha attı.

Çocuk ayakuçlarında şömineyi hissedince, hemen eğilip içeriye baktı. Hepsinin arkaları dönük bir şekilde hareketsiz durduklarını görünce şaşırdı. Sanki onu bekliyorlardı. Göğsündeki fitili usulca ateşleyip üzerlerine doğru yürümeye başladı. Oyuncakçı bir türlü patlamak bilmeyen flaşa ne olduğunu merak etmeye başlamıştı ki, göz ucu ile çocuğu gördü. "Biliyordum" dedi. Biliyordum, bunlar benim kâbusum olacaklar.

Tam o anda patlayan flaşla birlikte müthiş bir gürültü ile çocukta patladı. İçerisi çocuğun her bir parçası bir kuşun kanadına binip gökyüzüne çıktı. Orada bir köşkün bahçesinde tekrar bir araya geldiler. Ümit dolu gözlere yeni ve müjdeli bir haber oldu. Burada parçalanıp, dökülen başaklar gibi çiğnenmek ve ezilmek yok dedi. Kardeşlerini, annesini gördü. Annesi:

"Oğlum neden bu kadar bekledin" diye sordu. Cevap ver(e)medi.

Ertesi gün bütün dünya çalkalanıyordu. Haber ajansları, televizyonlar, gazeteler kendilerinin üreticisi olan oyuncakçıya ağıtlar yakıp methiyeler düzüyorlardı. En çok üzerinde durdukları konu ise; nasıl olup da teröristin bu saldırının resmini çekebildiği idi. Oyuncakçının o patlama anındaki fotoğrafla nereye baktığına ilişkin bir sürü senaryo tahmini yapıyorlar, robot resimler çiziyorlar, olayı canlandırma sahneleri düzenliyorlardı.

Ellerinde bacanın hemen dibinde buldukları kurumuş gözyaşlarından başka ipucu yoktu. Herkes kınadı saldırıyı, ama herkes...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR