1. YAZARLAR

  2. Alaaddin Yurderi

  3. Ölüm Geldi Bana Düğün Armağanın Gibi

Ölüm Geldi Bana Düğün Armağanın Gibi

Aralık 2022A+A-

Senden bir gök
Senden yıldızlar ördüler
Ateş böcekleri
O gece dört yanıma

Toprak dünyasından gök dünyasına, arzdan arşa, insan elindeki ağırlıktan melek kanatlarındaki hafifliğe, karanlıktan ışıklar ülkesine, kısaca aşağıdan yücelere uğurlandığı gün... Üstat Sezai Karakoç’un Hakk’ın rahmetine kavuşmasının birinci yıldönümüydü 16 Kasım 2022. Zamanı ahiret bilinci içinde idrak eden, ölümü kendisinde taşıyan, konuştuğu sözün arkasına bütün bir hayatının anlamını yerleştiren Sezai Karakoç, dünyadaki izi ve eserleriyle tüm insanlığın dirilişi için hayatı boyunca mücadele vermiştir. “Kitaplarım bir davanın kitaplarıdır.”1 dediği şiir, deneme, hikâye, piyes, fıkra, incelemeve düşünce yazılarıyla kalbinde ona yer ayıranlara büyük bir miras bırakmıştır. Sönmemecesine yaktığı meşaleyle sağ ve diri olarak yaşarken, “Uzatma dünya sürgünümü benim!” diye ebedilik dünyasına bütün bir ömür özlemini çektiği “En Sevgili”ye kavuşmuştur. Rabbim taksiratlarını affetsin, kendisini rahmetiyle kuşatsın ve cennetiyle mükâfatlandırsın.

Ölüm ve insanın ölümden sonra nasıl bir sonla karşılaşacağına dair tartışmalar insanın karmaşık yapısından dolayı karmaşıklık göstermektedir. İnsan sadece şu an gözlemlediğimiz hayatını yaşayan bir varlık değildir. Yokken var edilmesi, tekrar yokluğu tadıp ardından varlığa çıkması, insanı sürekli olmakta olan bir varlık olarak tanımlama imkânı vermektedir.

Demek ki bu dünya, ancak o dünya ile anlamlanıyor, ebedi hayatla anlamlanıyor. Bunun da temeli yine ‘diriliş’ oluyor. Çünkü: eğer dirilmeyeceksek, eğer öbür dünyaya doğmayacaksak, o zaman bütün bunlar anlamını yitirir.”2 Çocukluktan itibaren insanın “başucunda asılı bir kılıç gibi duran ölüm3 fikri Karakoç’u en çok meşgul eden, kafasını en çok kurcalayan konu olmuştur. “Şiirinde [yazılarında] ölüm çarpıcı imgeler sayesinde bir söyleyiş diriliği ile karşımıza çıkar. Çağrışımı güçlü ve geniş imgelerle, ölümün bilinen anlam çağrışımlarının sınırlarını aşan buluş ve benzetmelerle kurulmuş dizeler her nefsin tadacağı sonunu bilmediğimiz / alışamadığımız cihetine ışık tutar.4

Karakoç, “Meydan Ortaya Çıktığında / Hikâyeler-1” adlı eserinde merkezî tema olan ölüm fikrine, uyanış öyküsünü kaybetmiş Müslümanların durumlarına dair derinlikli tahliller yapmıştır. Cahit Zarifoğlu kitaptaki hikâyelerle ilgili olarak şöyle yazmıştır: “Ölüm, hikâyelerde tırnağın ete bitiştiği ve beslendiği noktadaki kısım gibidir. Hayatın içinden canlı canlı çıkar. Hikâyelerin önemli özelliği çeşitli yorumlara açık oluşlarıdır. Anlıyorum ki anlatılmak istenen ölümdür. Birkaç manada ele alınmıştır. Birkaç açıdan yaklaşılmış. İlkin ölüme karşı konuyor. Çünkü kalbi ve imanı öldüren ölüm bu. Adamın direndiği bu ölümdür. Adeta bir şey beklemektedir...Öte dünyaya geçişi sağlayan sıhhatli, hakedilmiş ve bir doğum niteliğinde olan ölümün doğacağı şartları beklemektedir. Yaşarken ölmek ve ölü dolaşmak yerine, ölmeden önce ölmekteki ölümün şartlarını ve sırlarını.5

Karakoç’un Ölüme Bakışı ve Ölüm Ötesine Dair Düşünceleri

Ölümü bir son gibi düşünmek, ondan korkmaktan ileri gelir. Ölümden korkmayanlar ölümü bir son gibi düşünmezler. Ölümü bir son gibi düşünmek, onun önünde paniğe kapılmaktan başka bir şey değildir.” diyen Karakoç için öteki dünyanın varlığının en güçlü belgelerinden biri olan ölüm, kendisi için bir “düğün armağanıdır”.

Ölüler gelmiş çitlembikler sarmaşıklarla
Tırmanmışlar surlarıma burçlarıma
Kimi ırmaklardan yansıma
Kimi kayalardan kırpılma
Kimi öteki dünyadan bir çarpılma
İçi ölümle dolu
...
Ölüm geldi bana düğün armağanın gibi
Senden bir gök
Senden yıldızlar ördüler
Ateş böcekleri
O gece dört yanıma
...
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
...
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Şiir ve düz yazılarının gıdasını doğrudan yüce İslami umdelerden alan Sezai Karakoç'un ölüm teması diriliş fikriyle etle kemik gibi iç içedir. "Öte”, “ölümden sonrası” Karakoç şiirinin sonsuzluk penceresidir. “Sokak fenerlerine asılmış / Güzel ve canlı ölüm”, “Sonra sana bir ırmak kıyısında / Uçmuş ölülerini bir bir gösterir” mısralarında geçtiği gibi “öte” de tarih gibi canlıdır onun şiirinde. Öte, gerçekten daha gerçek, görünenden daha kesindir. “Ölümden sonrası hayat bir fantezi değildir onda, kanlı canlı, zaman zaman bir idrak parlaması elle tutulur şekilde yaşanan, inançla sürdürülen bir hayattır.6

“Ve ölümü çevirmek diriliş hayatına”
...
“Fakat baktım bu ölüm değil, diriliştir”
...
“Ben ağıt yazmayı sevmem
Ölümden değil dirilişten yanayım
Ölümden değil ölüm sonrasından yana
Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yana”

Bir şair ve fikir işçisi olan Sezai Karakoç'un “ölüm” üzerine yazdığı “Ölümden Sonra Kalkış” başlıklı yazısı bir kitap hacmindedir. Dokuz bölümden oluşan yazılar, “Ruhun Dirilişi” adlı kitaba alınmıştır. Her bölümde “ölüm” üzerine açıklamalarda bulunan Karakoç, ölümden sonra dirilme mefhumunu İslam dışında gerçek anlamında bulmanın mümkün olmadığını göstermenin yanı sıra Batı çevresinde birçok düşünce ve edebiyat adamının insanın kaderine eğilişinde ölümden sonrası için nasıl derin derin sustuklarına da yer vermiştir. Bu suskunluk hali, günümüzde yaşayan Batılı düşünce adamları tarafından da devam etmektedir. Byung-Chul Han’ın “Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü7 adlı kitabında ölüme dair güzelleme ile ilgili her şey var. Ölümden sonrası ve diriliş ile ilgili olarak tek bir ifade yok: “Yaşamın ölümden koparılması, zombi yaşama, yaşamdaki ölüme yol açmaktadır. Kapitalizm paradoksal bir ölüm dürtüsü üretmektedir, zira beraberinde yaşam uğruna yaşamı katleder. Ölümden yoksun bir yaşamın peşinden koşması ölümcüldür. Performans, fitness veya botoks zombileri yaşayan ölü halindeki bir yaşamın görüngüleridir. Zombi her türlü canlılıktan yoksundur. Gerçekten canlı olan, ölümü kabullenerek içine alan yaşamdır yalnızca. Sağlık histerisi bizatihi sermayenin biyopolitik görüngüsüdür.”8Ölümden bir kirmiş gibi kaçınan yaşam kendi boşaltımlarında/ifrazatında boğulmak zorunda kalacaktır... Ölüme hayır diyen yaşam kendine de hayır demiş olur. Bizi zombi yaşamın paradoksundan kurtaracak tek şey, ölümü yaşama geri veren bir yaşam biçimidir: Ölmek için fazlasıyla canlıyız ve yaşamak için de fazlasıyla ölü.9 Tamamıyla öteye inanma duygusuna kapalı, tümüyle dünyacı bir düşünüştür söz konusu olan.

Karakoç, “Ölümden Sonra Kalkış” başlıklı yazısında bu dünyaya gelişin Müslüman insana bir anlam/varlık kazandırdığını ifade eder ve şöyle der: “Yeryüzündeyiz, evet ama ölümden sonra kalkışa, hesaba, cennet ve cehenneme inanmakla, yeryüzünün bir ara uğrayıp sonra sönen bir kabarcığından ibaret olmadığımızı bilmemiz, bize insan olmanın şanını öğretmektedir. Sadece yeryüzünün bir köpüğü değiliz biz. Evet, biz arzın bir sivilcesinden ibaret değiliz. Biz, arzın konuğuyuz. İçimizde dönüş arzuları var. Götüreceklerimize göre ağırlanacağımız bir ‘yuva’ var. Bir döndürücü var, bir ‘aslına çevirici’ var... Var edici ve yok edici Allah var.10

Müminin, kör bir akışta olmadığına yönelik inancı, şuurla düzenlenmiş bir zaman içinde, eşyanın üstünde Allah'ın buyruğu içinde, gönlüne Allah'ın ışığının vurduğu aydınlık bir varlık yapıyor kendisini. İnkâr edenin kendini aşağı bir güçte olan maddeye nispet ettiğini, böylece kendini rastlantı veya kör bir akış içindeki kabarcık yaptığını, yüce bir yaşantısının olmadığını, anlamsız bir varoluşla yaşadığını belirtikten sonra sözü Albert Camus’a getirir. “Camus’un da sürçtüğü veya takılıp kaldığı nokta, burasıdır. O, inanmayınca saçma’yla açıklamaya kalktı varoluşu. Saçma’yı bir veri olarak kabul etmemizi istedi. Öteye inanmayan mutlaka bu türlü zandan doğma bir evren anlayışına saplanacaktır. Hayatı bir kâbusa çevirdi kara bir alınyazısı kabul etti insan için Camus. İnsanın yüceliğini de bu karayazıya başkaldırışında ve dayatmasında buldu. Ama bu karayazı nereden geliyordu bunu araştırmadı.11

İkinci bölümde, Jean-Paul Sartre’ın bir bakıma Camus’un içi dışına çevrilmiş şekli olduğunu, insanın tam bağımsız ve hür olduğunu, kaderi inkâr etmekle kalmayarak dış şartları da tanımadığını ifade ettikten sonra şöyle der: “Sartre ve Camus, ikisi de tanrıtanımazlıkta birleşiyorlar ama insan kaderinin oluşmasını açıklamada ayrılıyorlar. İnsan, bütün bu ate filozoflara göre doğumla başlayıp ölümle bitiyor. Ondan öncesi? Yok! Ondan sonrası?! Yine yok! İnsanın alınyazısı problemine bu çağdaş filozoflar da yeni bir ışık tutamadan kapadılar eski defterlerini.

Din, yine ayakta duruyor ve insana yine şanlı bir kader, umutlu, ışıklı ve bir gelecek vadediyor. Cezayı da gösteriyor, armağanı da. Kur'an gelecek bir başka varoluşun acı ve tatlı çizgilerini adeta sabahın altın gün ışıkları ile çiziyor. Geleceği de yaşatıyor bize. Geçmişi de yaşattığı gibi. Allah'a inanarak, gelecek dünyaya inanarak, haşre inanarak, ölümden sonra dirilmeye inanarak, hesaba, cennete ve cehenneme inanarak önümüzde yepyeni bir cihan açılıyor. Bir ufuk açılıyor. Bu ufuk hep açık duruyor. Bir ilahi site, ufkumuzda yansıyıp duruyor. İçinde doğduğumuz çağ ve dış şartlar ve ne kadar sert ve katı, nice adaletsiz olursa olsun, her insan için bir zerre hakkın ve suçun karşılığı kaybolmamacasına, ilerimizde ilahi bir ülke, bizi çağıran, hesaba cezaya ve armağana ayarlayan bir ebedilik ülkesi, ufukta yanıp sönüyor.12 

Üçüncü bölümde Karakoç, Andre Malraux’un mit dünyasına girer: “Sartre ve Camus dünyalarına göre, dine ve fizik ötesine daha çok yaklaşan bir dünya olmasına rağmen, Malraux’un dünyası, ancak insanla, kahramanlarla, tanrılaştırılmış destan kişileri ile ilgilenmekte, belki böylece katı dinsizlikle kurtulmakta, fakat dine, Tanrı inancına ve öte dünya duygusuna ulaşamamakta. Diri dinden değil de ölü din tozlarından çağdaş bir destan mezarlığı yapmaya uğraşmakta. Bir nevi insani devler çağına giriyoruz. Malraux’un dünyasında. Ama insanın geleceğine, yani insan ruhunun geleceğine ışık tutacak bir pencereyi bir türlü aralayamıyoruz orda. Gelecek dünya karanlıklarda kalıyor.13

Üstat Karakoç Batı çevresinde birçok düşünce ve edebiyat adamının da insanın kaderine eğilişinde ölümden sonrası için derin derin susmalarını dördüncü bölümde açıklıyor. Nietzsche, bir anlamda bu dünyayı yıkmakta ama yerine koymak istediği üstün insan dünyasını yine bu âlemde düşünmekte, ölümü bir başlangıç gibi görmemektedir.

Diriliş kavramına en çok yaklaşmış olan Tolstoy bile, ölümden sonraki hayat ve diriliş inancını bir nevi günaha batık insan ruhunun uyanışı, toplumun erdemle yeni baştan dirilişi alanına taşımaktadır. Onda da ahiret veya öteki dünya, bir nevi, değişerek toplumun ve insanlığın yeni ruhuna dönüşmüştür. Tolstoy, böylece dirilişi tek insanın ruhuyla toplumun ruhu arasında kurulan bir erdem bağı gibi değerlendiriyor. Ruhun yücelmesi, dünya kirlerinden arınması, bencillikten sayılması, insancıllığa ulaşması yolunda Batı medeniyeti içinde en ileri adımları atan Tolstoyda ölümden sonrası için değil, dünyadaki zaman için kurtuluş ve diriliş üzerinde durmuştur.

Dostoyevski, dirilişi dünya içi bir anlamda kullanır. O da insanlığın kurtarıcısı rolünü Rus ırkına bağışlar. Onun gözünde Rus ırkı, Mesih rolünü oynayacaktır. Psikanalistler cennet ve cehennemi şuuraltında aramışlar. Marks kıyametin kopuşunu bir nevi kapitalizmin sonu, ebedî mutluluğa kavuşmayı da proletaryanın zaferi gibi yorumlamıştır. Din kavramları ve inanışları böylece ad, önem, anlam ve görev değiştirerek kurulan bu sistemlere veya sanat eserlerine girmektedir. Fakat bu yazar, düşünür ve filozoflar insanın neden var olduğu, ölümden sonrasının ne olduğu, insanlığı nasıl bir geleceğin beklediği, dünyada bugüne kadar olmuş bitmiş şeylerin sorumluluğunun ne olacağı, hesabın bulunup bulunmadığı konularında susmuşlardır. Bunun da sebebini, Batı medeniyetinin özelliğinde aramak gerekir. Her yazar ve düşünür, içinde bulunduğu medeniyetin sınırlarının ötesine gidemez. Batı medeniyeti özü itibarıyla dünyacı bir medeniyettir. Temeli olan Grek ve Roma medeniyetlerinde esasen ölüm ülkesi olarak anılan ahiret hayatı içinde bile çok önemsiz bir yer tutuyordu. Rönesans sonrası Batı medeniyeti, ahiret ve öteki dünya kavramı ile ilişkisini kesmiş, bir nevi dünya uygarlığı olmuştur. Bunun için yetişen büyük zekâlar, yine bu sınırlar içinde kalarak ahiret fikrini ya ruhun içinde olup biten bir değişim ve bir vaka gibi görmüşler veya onu toplumun ruhunda, insanlığın kaderinde yine bu dünya şartlarında olup biten mutlu veya karanlık bir metamorfoz (başkalaşma) biçimine dönüştürmüşlerdir.

Din duygusunun en derin problemlerini eserlerinin konusu yapan dindar filozof Kierkegaard’ın bile ölümden sonraki hayat üzerinde durmadığı bir gerçektir. Eski Yunanlının hayatında önemli olmayan ölüm ülkesi fikri, Hristiyanlığın bir fanteziyi aşmayan gök krallığı vaadi, Batı dünyasının Rönesans’tan sonra ölümden sonraki hayatı büsbütün inkârı, Çin dinlerinde ve Budizm’de ahiret inancının hiç bulunmayışı, Brahmanizm’de yine bu dünyada insanların hayvan şekline dönüşmesi inancı, Yahudiliğin bu dünyaya sıkı sıkı sarılmayı getiren öğretisi, ölümden sonra dirilme mefhumunu İslam dışında gerçek anlamında bulmanın mümkün olmadığını göstermektedir.

İslam, dünya hayatını adeta insanın büyük kaderi için bir uvertür olarak değerlendirmektedir. Dünya hayatı, ahiret hayatı metninin bir dipnotudur. Adeta bu dünyadaki her davranışımız bir ekin gibi ekilmektedir. Bir gün bu ekinler öteki dünyaya başak halinde çıkacaklar ve bizim öteki dünyadaki hayatımız ektiğimiz iyi ve kötü tohumların bir sonucu olacaktır. Cennet, altın sarısı bir buğday tarlası gibi iyilik ekicilerin yüzünü güldürecektir. Cehennem de kötülük ekicilerine zakkumdan ateş yemişlerini verecektir.14

Ölümden sonra bir diriliş vardır ve öldükten sonra dirilenlerin bir toplumu olacaktır. İşte insanlar bu dünyada ister yalnız başlarına yaşasınlar, ister kendilerine elverişli veya elverişsiz bir topluluk içinde bulunsunlar, o dünyada kendilerine uygun bir toplumun içine katılacaklar ve onlarla birlikte layık oldukları hayata yeniden kavuşacaklardır. Evet, ilerde büyük mahşeri insanlık toplumları oluşacaktır. İnsanlığın sonu, daha büyük ve ebedi bir insanlığa dönüşmektir toza toprağa dönüşmek değil.15

Hayatın nihai amacı ölüm değildir. Hayatın hayat olması için önce ölümün şuuruna varmak şarttır. Ölümden gelen ilham, maalesef bugün dengeyi sağlayan ölüm şuuru, hayatın içindeki yerini ve anlamını giderek kaybediyor. İnsanoğlu “sonraki bir hayat”a inanmayı tümüyle yitirdiği anda, bir daha geri dönülmesi mümkün olmayan dipsiz ve sonsuz uçurumların karanlığına yuvarlanacaktır. İnsanoğlu, şu anda, o uçurumun tam ucuna gelmiştir. Ufak bir itiş, bir ayak kayışı gibi bir durumda o korkunç sona varacak gibi durmaktadır.Kendisine tekrar rahmet dileyerek son sözü Sezai Karakoç’a bırakalım:

Ölümden sonra ölümsüz hayat vardır
Bulutlar açılır güneş çıkar
Yağmur taneleri inci tanelerine dönüşür
Deniz çalkanır saçar ortaya hazinesini

Anladım onlar ölmediler
Ölüm adına
Ölüm maskesini takınarak
Dönüştüler bir ışığa.
16

 

1- Sezai Karakoç, Hâtıralar I, Diriliş Yay., İstanbul, 2022, s.22.

2- Sezai Karakoç, Çıkış Yolu II, Diriliş Yay., İstanbul,2017, s.18.

3- “Ve ölüm hep asılı keskin kılıç başuçlarında / Ve kapanır açılır ulu bir perde her yüzyılda” (Sezai Karakoç, Leyla İle Mecnun)

4- Turan Karataş, Nizami Yürüyüş-Sezai Karakoç’un İzini Sürmek, Muhit Kitap, İstanbul, 2020, s.73.

5- Cahit Zarifoğlu, Zengin Hayaller Peşinde, Beyan Yay., İstanbul, 2012, s. 84-88

6- Erdem Bayazıt, Kelimelerin Dirilişi, İz Yay., İstanbul, 2021, s.54-55

7- Byung-Chul Han, Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü, çev. Çağlar Tanyeri, İnka Kitap, İstanbul, 2021.

8- Byung-Chul Han, A.g.e., s.15-16.

9- Byung-Chul Han, A.g.e., s. 20-22.

10- Sezai Karakoç, Ruhun Dirilişi, Diriliş Yay., İstanbul, 2012, s.111-112.

11- Sezai Karakoç, A.g.e., s.113.

12- Sezai Karakoç, A.g.e., s.115-119.

13- Sezai Karakoç, A.g.e., s.121-122.

14- Sezai Karakoç, A.g.e., s.127.

15-Sezai Karakoç, A.g.e., s. 172-173.

16- Sezai Karakoç, “Ölüm” şiiri.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR