1. YAZARLAR

  2. İsmail Yılmaz

  3. ‘Hilafetin İlgası’ Kitabı Hakkında Bir Değerlendirme

‘Hilafetin İlgası’ Kitabı Hakkında Bir Değerlendirme

Aralık 2022A+A-

Dünya üzerindeki Müslüman nüfusun tamamı düşünüldüğünde herkesçe malum iki ana damardan bahsetmek gerek: Sünniler ve Şiiler. Bu iki ekol arasındaki ihtilafın temel sebebi, Hz. Peygamber’in (s) vefatından sonra baş gösteren, halifelik makamına kimin oturacağı veya kimin takdir edileceğidir. Tarihî ve kronolojik kayıtlarla müdellel halifelik süreci, Şii Müslümanların itirazına ve reddine yol açmış, ihtilafın siyasi niteliği derinleşmiş, itikat ve fıkıh alanları işgal edilmeye başlanmıştır. İhtilafın kemikleşmesi ve Müslümanların net bir şekilde ayrışmaya gitmesiyle tarihsel gerçeklikler, vakalar ve kaynaklar da birbirinden farklı anlatılmaya ve aktarılmaya başlanmıştır. Bu tartışmaların yanında halifelik makamı aynı anda farklı mekânlarda temsil edilmeye başlamıştır.1258 yılında Hülagü Han’ın Abbasi Devleti’ne son vermesiyle halifelik uzun bir fetret ve gayb dönemine girmişti. Bu dönemde Memlükler ve Fatımilerin de hilafet iddiaları vardı. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethedip kutsal emanetleri İstanbul’a getirdikten sonra halifelik doğal olarak Osmanlı Devleti’ne geçmiş oldu. Bu tarihten 1924 yılına kadar hilafet, Osmanlı Devleti’yle, halife de sultanlarla zikredilmeye başlandı. 3 Mart 1924’te Mustafa Kemal ve kadroları tarafından hilafetin kaldırılmasıyla kadim tartışmalar zihinleri meşgul etse de özellikle Arap beldelerinde 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren müstakil ve lokal çıkışlar haricinde hilafet tartışmalarının üzeri küllerle kaplandı ve İslam dünyası artık döneminin ve şartlarının sorunlarıyla boğuşan bir vasatı yaşamaya başladı.

Kitabımızın yazarı, meşhur iktisat tarihçisi Arnold Toynbee’nin yeğeni, Arnold J. Toynbee, Birleşik Krallık doğumlu bir tarihçidir. Ada bürokrasisinde çeşitli görevler alan Toynbee, Dışişleri Bakanlığında ve İngiltere’nin ünlü üniversitelerinden King’s College London’da tarih profesörü olarak görev yapmıştır. Üniversitede çalıştığı esnada Yunan işgali üzerine araştırmalar yapmış, Cumhuriyet Dönemi gelişmelerini yakından takip etmiş, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması vakıalarını inceleme fırsatı bulmuştur. Medeniyet kavramı üzerine derinlikli çalışmalar yapan Toynbee, dünya üzerinde kurulmuş temel medeniyetleri tezine konu edinmiştir. Dünya tarihi alanında birçok kitap telif eden yazarın kitapları Türkçeye tercüme edilmiştir. Son dönem siyasal ve toplumsal gündeme yoğunlaşan Toynbee, Amerika Birleşik Devletleri’nin orantısız bir büyüme ile dünyayı olumsuz bir yöne çektiğini iddia etmiştir. Bu durumu hormonel bir bozukluk olarak açıklamıştır. Arnold J. Toynbee 1975 yılında Birleşik Krallık’ta yaşamını yitirmiştir.

Müellif kitaba genel bir giriş yaparak 1914-1918 arasında Müslümanların ahvali ve sorunlarla baş etmede başvurdukları yöntemleri anlatmıştır. Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı Devleti’nin Batı karşısındaki tavrını, Rusya ve Hindistan Müslümanlarının bu büyük tehlike karşısında hangi yöntemlere başvurduğunu derinlemesine ele almıştır. İsminden de anlaşılacağı üzere dünya savaşı olarak nitelendirilen bu kriz sürecinde milyonlarca insanın tepkisi ve algılama biçimindeki farklılık da coğrafyalara göre belirtilmiştir.

Yazar, İslam tarihinin ilk dönemlerinden başlayarak İslam’da hilafet ve yönetim meselesini kronolojik sırayla anlatmıştır. Raşid Halifeler Dönemi, Emevi ve Abbasi Dönemi, Memlükler ve Osmanlı Devleti dönemlerini halifelik odağında yüzeysel olarak işlemiştir. Osmanlı dönemi hilafet konusunu ele alırken Sultan II. Abdülhamid’i detaylı bir şekilde analiz etmiştir. Toynbee, Sultan II. Abdülhamid’in diğer sultanlara nazaran halifelik olgusunu farklı bir şekilde değerlendirdiğini ve ciddi sonuçlar elde ettiğini bildirmiştir. Hilafet makamının hiç olmadığı kadar etkili ve verimli kullanıldığı başka bir dönem olmadığı da bu bölümde dile getirilmektedir. Bu bölümün ardından 1914’te başlayan savaşla birlikte cihad ilan edildiği, savaş bittikten sonra dahi 1922’ye kadar bu çağrının etkisini kaybetmediği aktarılmaktadır. 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla farklı bir zeminde değerlendirilen hilafet makamı, Abdülmecid Efendi’nin halife olmasıyla bütünlüğünü tamamlamıştır. Artık sembolik bir özelliği olan bu makamın ilga edilmesi için uygun zaman ve zemin kollanmaktadır. Hilafetin 1924’te kanunla ilga edilmesini odağa alan, seküler ve jakoben karakterli adımların detaylandırıldığı bu bölümde Mustafa Kemal ve grubunun hangi yöntemlerle bu değişime zemin hazırladığı da kayıt altına alınmıştır. Hilafetin ilgasından sonra Müslümanların geçirdiği şok ve olguyu kabullenmeme durumu ise son bölümde ‘Hilafet Kongresi’ kısmında ele alınmıştır.

Kitabın amacı, Müslümanların ihtiram, teveccüh ve sadakat gösterdiği hilafet kurumunun ilgasıyla ne tür tehlikelerin nüksedeceğini tahayyül edemeyen bir kitlenin kriz durumundaki tepkilerini tarihsel boyutuyla ele almaktır. Yüz milyonlarca insanın üzerinde ittifak ettiği bir konuda yaşanan bu büyük kırılmanın mahiyeti nedir ve sonuçları ne olacaktır? Anakronik bir okumaya düşmeden, ehemmiyetinin artık asgari seviyeye geldiği kabul edilen hilafet makamının dünya Müslümanlarının gözünden nasıl bir okunuşu vardı sorusuna cevap aramak gerekmektedir. Yazar bu gerekliliği Çin, Rusya, Hindistan, Kuzey Afrika ve Arap ülkeleri bağlamında incelemiştir. Çünkü buralarda yaşayan Müslümanların bu makama karşı besledikleri bir hüsnü zan ve hürmet mevcuttur. Dolayısıyla Arnold J. Toynbee, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla hilafet makamının hayatiyetini kaybetmesinin, o dönemde yaşayan Müslümanlar nezdindeki travma halini coğrafyaları kıyaslayarak tahlil etmiştir.

Yazar, kitabı 1927 yılında kaleme aldığı için geniş bir literatür incelemesinden söz edemiyoruz. Zaten hilafetin kaldırılmasının 1924’te gerçekleştiği düşünülürse üç yıllık süreçte bu konuya taalluk eden literatürün oluşması çok fazla beklenemezdi. Yazar yaşanan süreçte gazete kupürlerine ve Birinci Dünya Savaşı sonrası neşredilen eserlere başvurmuştur. Ayrıca İngiliz istihbarat servisi için çalışan Toynbee’nin araştırma yaptığı dönem Sultan II. Abdülhamid döneminin hilafetine tekabül etmektedir. Buna ek olarak, İngiltere’nin senelerce sömürüsü altında tuttuğu Hindistan’daki Müslümanların profillerinin çıkarılması suretiyle incelemelerini de bu kurumda çalışırken yapmıştır. Hindistan Müslümanlarının hilafetin tehlikeye düşmesi düşüncesiyle sarf ettikleri fedakârlıkları anlatan Toynbee, hilafetin kaldırılması haberiyle nasıl bir dehşet hali yaşadıklarını da not etmiştir. Bu bilgilerin Hindistan Hilafet Delegasyonu raporlarından sadır olduğunu görmekteyiz. Yazar kısıtlı ortamda nitelikli bir eser ortaya koyabilmek ve olayın sıcağı sıcağına analizini yapmak için konuyla ilgili her bilgiyi eserinde kullanma ihtiyacı hissetmiştir. Dolayısıyla İngiliz istihbarat arşivlerinden de faydalandığı aşikârdır.

Toynbee, kitap boyunca tümevarım yöntemiyle ilerlemiştir. Başta hilafetin tarihsel sürecini anlatmış, bu kurumun ilgasıyla son bulan bir serüveni inceleme iddiasında bulunmuştur. Dünya Müslümanlarını önem ve etkinlik derecelerine göre ayırmış, bu ülkeleri teker teker incelemiştir. Hindistan’daki Müslümanların hilafet meselesine bakışlarını tüm yönleriyle analiz etmiştir. Rusya ve Kafkasya’da yaşayan Müslümanların hilafetin tehlikeye girmesinden sonraki süreçte nasıl tavır takındıklarını da incelemiştir. Kuzey Afrika’daki Müslümanların hilafet için verdikleri mücadele ve gayreti tasnif ederek değerlendirmiştir. Suudi Arabistan, Mısır, Filistin ve Suriye’deki Müslümanların Osmanlı hilafetine bakış açılarını ve hilafetin kaldırılmasıyla hangi gelişmelerin cereyan ettiğini ele almıştır. Özellikle Müslümanlar üzerinde şok etkisi yaratan bu olayın bazı yapılar için boşluk oluşturduğunu ve bunu fırsata çevirmek için diğer Müslümanlardan farklı düşündükleri de vakidir. Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi Şerif Hüseyin ve ailesi Türklerin, Müslümanlara ihanet ederek hilafeti kaldırdıkları propagandasıyla yeni bir hilafet merkezi olma iddiasını yazıda görebilmekteyiz. Başta Hindistan ve Mısır olmak üzere bu girişimin reddedildiği aktarılmaktadır. Çünkü bu iki ülkede yaşayan Müslümanların tavırları diğer milletleri de etkilemiştir. Dolayısıyla yazar, ülkeleri münferit olarak ele aldıktan sonra tek ve bütünlüklü bir argümanı ortaya atabilmektedir. “Osmanlı Devleti uhdesinde yitirilen bu makamın sahibi İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin olmamalı, eğer bu makamın ihyası söz konusu olacaksa tekrar aynı mekândan sadır olmalıdır.” tezini işlemiştir.

Kitabın bölgesel ve kronolojik metotla hazırlanması kanaatimizce makul bir seçim olmuştur. Çünkü “İslam ümmeti” ifadesi yekûn bir durumu ifade etmektedir. Bu yekûnu farklı şartlar ve zeminde incelemek için parçaları kendi çerçevesinde değerlendirmek ve bir neticeye bağlamak gerekmektedir. Osmanlı Devleti’nin zor zamanlardan geçtiği bu dönemlerde Müslümanların duygu ve düşüncelerindeki farklılıklar veya insicamı tutarlı bir şekilde ortaya koymak için coğrafyaları tek tek incelemek gerekmektedir. Ayrıca meselenin genel anlamda ne anlattığını kitabın başında veren yazar, okuyucuyu metne hazırlamaktadır. Ek olarak mevzunun tarihsel arka planının da yoğunlaştırılmış bir şekilde okuyucuya sunulması yerinde olmuştur.

Yazar kitabın birçok yerinde bireysel analiz yaparken kıyaslama usulünü de kullanmıştır. Örnek verecek olursak, Türkiye’den Mustafa Kemal, İran’dan Rıza Şah Pehlevi, Fas’tan Emir Abdülkerim ve Afganistan’dan Emanullah Han karşılaştırması dikkate değerdir. Bu karşılaştırmayı modernleşme süreçleri bağlamında ele alan yazar, bu liderlerin üzerinde uzlaştıkları bazı modernleşme yöntemlerini merkeze almıştır. Bu liderleri ayrıca azınlıklar konusunda benimsedikleri politikalar bağlamında da inceleyen yazar, liderlerin ve kadrolarının denenmiş ve tecrübe edilmiş bazı durumlarda aynı hamleleri icra ettiklerini belirtmiştir. Yazarın Osmanlı hilafetinin düştüğü esnada Müslümanların tepkilerini kıyaslamaya gittiği diğer bir bölüm şu şekildedir:

“Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Osmanlı Hilafetini ilga ettiği zaman ve Vahhabiler Haşimî hanedanını Hicaz’dan sürdükleri zaman İslâm alemi­nin buna umumî tepkisi süregelmiş İslâmî metot olan cihad ilânı yerine, meselenin modern bir Batı metodu olarak mil­letlerarası bir konferansta görüşülmesi şeklinde tezahür etti.” (s. 36)

Yazar, halifeliğin tarihsel sürecini anlattığı bölümde İslam tarihine referans yaparak Emevi Halifesi Muaviye’den örnek vermektedir. Hristiyan filozof ve tanrıbilimci Augustinus’a atıf yapılan bu kısımda, tepeden inmeci bir yöntemle iktidarı ele geçirdikten hemen sonra bu yapıyı Makyavelist yaklaşımla nasıl muhafaza ettiğini okuyucuya aktarmaktadır:

“Müminlerin Emiri de Romalıların imparatoru gibi teorik olarak, kendisinin de muaf bulunmadığı kamu hukukunu icra etmek üzere cemaat tarafından seçilen kanunla mukayyed bir vekildi. Pratikte ise beşinci halife Muaviye ve onun halef­leri, Augustus ve onun haleflerinden daha az olmamak üzere siyasî iktidarı kuvvet zoruyla ele geçirmiş askerî diktatörlerdi. Meşru şekillerin görüntüsü altında otokratik bir hükümet icra ettiler ve şartlar elverdiği takdirde makamlarını tabiî varis­lerine devrettiler. Seçim şeklinin ancak ince bir kılıf teşkil ettiği nihaî gerçek olan inkılaba dayalı hilâfet güçlü bir hane­danlık eğilimiyle hafifletiliyordu; fakat müteakip hanedanlar varlıklarını mütesellem ‘meşruiyet’ ya da ‘ilâhî hak’ müeyyi­desiyle değil kuvvet zoruyla idame ettiriyorlar ve her an vaki olabilecek bir askerî devrimle alaşağı edilme tehlikesiyle yüz yüze bulunuyorlardı.” (s. 43)

Halifeliğin ilk dönemlerinin detaylıca anlatıldığı bölümün son kısımlarında 1250’li yıllara giden yazar, bağlamı 1900’lerin başına çekerek arada kalan dönemi birkaç cümle ile geçiştirmiştir. Bu ise okuyucuyu hilafetin bu dönemde yok olma riskine dair olumsuz bir yorum yapma riskine sürüklemektedir. Hilafetin Osmanlı Devleti’ne geçme anına kadar geçen sürecin net bir şekilde aktarılmaması bir anlamda tutarlı olabilir. Çünkü farklı coğrafyalarda zuhur eden halifelerden dolayı bu kurumun önemini yitirdiği düşünülebilir. Ancak Osmanlı Devleti’nin halifeliği aldıktan sonra bu kurumun yaşadığı dönüşüm ve Müslümanların hilafete bakış açılarının değişmesi hikâyeyi mühim kılmaktadır. Dolayısıyla bu bölümün de detaylıca ele alınması gerektiğini düşünmekteyiz.

Kitap genel itibariyle yoğunlaştırılmış ve hap bilgilerle dolu olduğu için her bilgiden sonra uzun bir açıklama beklentisi oluşmaktadır. Yazar bilgi verdikten sonra kısa yorumlarla geçiş yapmakta; konuya dair faydalı fakat yüzeysel bir okuma biçimi ortaya çıkmaktadır. Bilgilerin ve analizin altını dolduracak çapta genişletilmesi daha doğru olurdu. Bilgiler verilip arkası yarım bırakıldığında yorum yapabilme olanağı da aynı ölçüde daralabilmektedir. Zaten kitabın 128 sayfadan oluşması da bu argümanı destekler niteliktedir. Ek olarak kitabın bölüm sayısının da fazla olması gerektiği kanaatindeyiz. Kadük kalan kısımlar ve üzerine odaklanılması gereken tarihî bölümlerin olması gerektiğini yukarıda belirtmiştik. Dolayısıyla tam manasıyla tatmin olacağımız bir eser olması için daha fazla bilgi ve yorumun kitapta olması gerekiyordu.

Yazar başta belirttiği iddiayı savunacak ve okuyucuyu ikna edecek argümanları kitabın farklı bölümlerinde işlemiştir. Hilafeti kaldıran iradeyle buna tepki veren kitlenin takındıkları tavırları tutarlı bir şekilde analiz etmiştir. Buna örnek verecek olursak, hilafeti ilga eden Mustafa Kemal ve kadrolarının hilafet ve yönetimin veya hükümdarın birbirinden ayrılarak düalist bir usulle tekrar revize edilmesini salık verdiği bilinmektedir. Bu konuyu desteklemek için tarihe atıf yaparak Papa ve Kutsal Roma İmparatoru’nun aynı doğrultuda fakat farklı bedenlerde yaşadığını dile getirmişlerdir. Birçok İslam âlimi bu düşüncenin yanlış olduğunu, hilafet ve yönetimin birbirinden asla ayrılmaz bir bütün olduğunu belirtmiştir. Bu savın hayata geçmemesi üzerine makamın temelli kaldırılması düşüncesi 1920’lerin başında idarecilerin aklını meşgul etse de sosyolojinin bunu kaldıracak keyfiyete sahip olmadığı bilinciyle iki yıl tehir kararı alınmıştır. Bu kadronun hilafeti kaldırma eylemine, Müslümanların geneli menfi bir gözle bakmış ve failler hakkında suizanla bahsetme tercihini yapmışlardır. Özellikle ‘Milli Mücadele’nin ayakta durması için maddi ve manevi her türlü fedakârlıklarını ortaya koyan Hindistan Müslümanları, tarihsel süreç göz önüne alındığında hilafeti kaldıranları iyi anmamışlardır. Bu andan itibaren hilafetin nerede olacağı tartışmaları kapsamında 1926’daki Hilafet Konferansı dışında yapılan bir girişim de olmamıştır. Yazarın başta Hindistan, Mısır ve Kuzey Afrika başta olmak üzere Müslümanlar nezdinde hilafete gösterilen teveccüh ve hürmeti detaylandırarak argümanlarını sıralaması ve kitabın son kısımlarında, Müslümanların hilafetin kaldırılmasıyla yaşadığı şoku ve üzüntü halini resmetmesi iddiasını kanıtlaması açısından müspet görünmektedir. Konsantre bilgiler vermesi hasebiyle tekrar tekrar okunmasında fayda gördüğümüz bu eserin, bir dönemi anlatması bağlamında ders metni olarak okutulması mantıklı olacaktır. Ayrıca geçen yıllarda gerçekleştirilen hilafet konferanslarına da referans olması bakımından zengin bir içeriğe de sahiptir. Kitabın, bu tür konferansların bilgiye dayalı yorumlarla icra edilmesinde büyük katkıları olacaktır. Ancak bu eser, müellifin kurumsal görevleri ve ideolojik yaklaşımları hatırda tutularak okunmalı ve bu kabulle çıkarımlar yapılmalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR