1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Nakşiler nasıl düşünüyor? -2

Nakşiler nasıl düşünüyor? -2

Temmuz 1995A+A-

Bayındır: Bir de rabıtadan bahsediyorsunuz, Bunu öyle tarif ediyorsunuz ki, şeyhe kulluktan başka bir şey anlaşılmıyor. Diyorsunuz ki, "Rabıta bir müridin mürşid-i kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir." Allah ile kulun arasında şeyhin ruhaniyeti ne arıyor. Neden şeyh, kitap ve sünneti bırakıyor da kendini öne alıyor? Yoksa şeyh insanları kendine mi davet ediyor? Ayrıca Hz. Peygamber (s)"'in bir sahabesine yaptırmadığı şeyi siz müritlerinize nasıl yaptırırsınız? İslami kaynaklarda bunun bir delili var mıdır?

Şeyh Efendi: Bunun delili vardır, Hz. Ebu Bekir (ra) kaza-i hacet için Efendimiz (s)'den hali bir yer bulamadığından, bu durumu Efendimiz'e şikayet etti. Efendimiz de ona ruhsat verdi.

Bayındır: Çok sevdiği kişinin hayali insanın gözünün önünden gitmez. Şair, sevgilisi için "Gündüz hayalimde, gece düşümde" diyor. Bu gayet normaldir. Hz. Ebu Bekir, Peygamber (s)'e çok sevdiği için tuvalette bile aklından çıkaramadığını ifade etmektedir. Bunun sizin tarif ettiğiniz rabıtayla ne ilgisi var? Sizin tarif ettiğiniz rabıtaya sadece yukarıda okuduğumuz ayet delil olabilir. Önemli olduğu için ayeti tekrarlayalım.

"İyi bil ki saf din Allah'ın dinidir. Onun berisinden bir takımlarını veli edinenler şöyle demektedir: Biz onlara başka bir maksatla değil sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz. İşte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz." (Zümer 39/3)

Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'deki şirki tanımlayan ayettir.

Şeyh Efendi: Biz insanlara bize ibadet edin demiyoruz ki.

Bayındır: Rabıta sırasında mürit, mürşidinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal ediyor ve kalbiyle ondan yardım istiyor. Şeyhin ruhaniyetini hayal edip ondan yardım istemek, ondan istianede bulunmak ibadet değildir de nedir? Dua konusu yukarıda detaylı bir şekilde geçti. Hz. Peygamber "Dua ibadetin özüdür"7 demiyor mu?

Bir gün Hz. Peygamber (s) Mümin Suresi'nin 60. ayetini okudu.

"Rabbiniz buyurdu ki, bana dua edin, size icabet edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir."'

Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu "Dua ibadetin ta kendisidir."8

İbn Abbas (ra) şöyle buyurmuştur: "Duanız imanınızdır."9

Şeyh Efendi: Rabıtanın kitaptan ve sünnetten delilleri vardır. Dört mezhep imamı da bunu kabul etmiştir.

Bayındır: Bunu hep söylüyorsunuz ama hiçbir delil getirmiyorsunuz.

Rabıtayı, belirttiğiniz şekliyle tarif eden ilk kişi 1776'da doğup 1826'da vefat etmiş olan Mevlana Halid Bağdadi'dir. Ondan önce yaşamış olan ehli sünnetten hiç kimse böyle bir rabıta tarifi yapmamıştır. Rabıta, Nakşibendi tarikatı dışındaki tarikatlarda da kabul görmemiştir.

Mevlana Halid, Bağdatlı'dır ve Risale-i Halidiyyesi'ni Arapça yazmıştır. Ne hikmetse bu kitabın Arapça nüshası kütüphanelerimizde bulunmamaktadır. Bu tarifi Mevlana Halid'in kendi mi yapmıştır, yoksa onun kitabına sonradan mı eklenmiştir, bu da şüphelidir. Kendi yazmış olsa bile Kitap ve sünnete aykırı bir sözü kabul etmemiz söz-konusu olamaz. Çünkü Hz. Adem'i yanıltan şeytan Mevlana Halid'i de yanıltabilir. Zaten Allahü Teala hazretleri şeytanın peygamberlere dahi vesvese verdiğini beyan etmiştir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Ey Muhammedi Senden önce gönderdiğimiz hiç bir nebi ve rasul yoktur ki, bir şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi ayetlerini güçlendirir. Allah bilendir, hakimdir." (Hac 22/52)

Allah peygamberine vahy ederek vesveseyi gideriyor ama insanlar için böyle bir garanti vermiyor. Artık vahiy kapısı kapanmıştır. Şeytanın vesvesesine alet olmamak için bir kişinin görüşü, ancak kitap ve sünnete uyarsa kabul edilebilir, yoksa reddedilir. Bütün İslam uleması öyle söylemiştir.

Şeyh Efendi: (Kendi alnını göstererek) Şeyhlerin alnı bir aynadır. Orada Cenab-ı Hak tecelli eder.

Bayındır: Tecelli etmek, gözükmek demektir. Allah Teala bir insanda nasıl tecelli eder? Bunun delili nedir?

Şeyh Efendi: Delili şudur: Allah Teala şöyle buyuruyor: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tur-i Sina 'ya) gelip de Rabbi onunla konuşunca "Rabbim, bana kendini göster, seni göreyim" dedi. (Rabbi) "Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni göreceksin." buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince dağı paramparça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: "Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim." (A'raf 7/143)

Allah bir dağa tecelli ettiğine göre bir insana tecelli edemez mi?

Bayındır: Allah'ın insana tecelli etmeyeceği, yani bu dünyada bir insana görünmeyeceği yukarıdaki ayette açıkça belirtilmiştir.

Ahmet Efendi: Allah ağaca tecelli etmiştir, neden bir insana tecelli etmesin?

Bayındır: Allah Teala Hz. Musa'ya "Sen beni asla göremezsin" dediğine göre artık biz ne söyleyebiliriz? Hz. Peygamberin dahi Allah Teala'yı göremediğini biliyoruz. Böyle bir iddia Kur'an'a ve sünnete açıkça aykırı düşer.

Siz çok farklı bir iddiada bulunuyorsunuz. Şeyh Efendi alnını göstererek, "Şeyhlerin alnı bir aynadır, orada Cenab-ı Hak tecelli eder, yani Allah orada gözükür." diyor.

Şeyh Efendi: İşte şeyh dağ yerinde, mürid de Musa (as) makamındadır.10

Bayındır: Bu ne biçim bir delil getirme, ne biçim bir kıyastır? Allah Teala dağda tecelli etmedi ki, dağa tecelli etti. Eğer dağda tecelli etmiş olsaydı dağın parçalanmaması ve Hz. Musa'nın onu dağda görmesi gerekirdi.

Ayete açıkça aykırı olmasına rağmen farz edelim ki, sizin dediğiniz doğrudur ve Allah dağda tecelli etmiştir. Siz kendinizi dağa nasıl kıyaslayabileceksiniz? Böyle kıyaslara kıyas maa'l farik, yani ilgisiz şeyleri birbirine benzetmek denir. İnsanla dağ arasında, insanla ağaç arasında nasıl bir benzerlik buluyorsunuz ki, dağ ile ilgili olarak inmiş bir ayetin hükmünü insana taşıyorsunuz.

Bir an için benzetmenin doğru olduğunu kabul etsek bile varılacak hüküm, böyle bir tecelliden sonra şeyhin parçalanıp yok olması olmaz mı? Çünkü Allah'ın tecellisinden sonra dağ paramparça olmuştur. Ama böyle olmuyor, şeyhin alnı bu tecelli ile Allah'ın aynası durumuna geliyor ve herkes şeyhin alnında Allah'ı görmeye başlıyor.

Şeyh Efendi: Allah şeyhleri korur. Allah'ın buna gücü yetmez mi?

Bayındır: Allah'ın gücünün yetmediği ne var ki, ama biz Allah'ın gücünden ve kudretinden bahsetmiyoruz. Burada yapılan benzetmenin tutarlı bir tarafının olmadığından bahsediyoruz.

Ayrıca bu özel bir olaydır, bunun kıyaslanacağı bir şey yoktur. "Ala hilaf'il kıyas vaki olan şey saire mekisun aleyh olamaz"11 diye bir kaidemiz vardır. Yani olağan dışı bir olaya benzetme yapılarak bir hükme varılamaz, demektir. Cenab-ı Hakkın dağa tecellisi de olağan dışı bir olaydır. Buna kıyasla bir hükme varılamaz.

Şeyhin dağa, Hz. Musa'nın müride benzetilmesine gelince doğrusu bunun hangi mantıkla ileri sürüldüğünü anlamak mümkün değildir. Şeyhi Hz. Musa'ya benzetmek isteseniz bunun bir yolu olur. Çünkü insan olma bakımından Hz. Musa ile şeyhin ortak yönleri vardır. Dağ ile şeyhin neyi birbirine benziyor, anlayamadım.

Vanlı Hoca: Tecelli meselesini niye yanlış değerlendiriyorsunuz? Bu, şeyh efendinin bütün davranışlarıyla müritlerine örnek hale gelmesinden başka bir şey değildir.

Bayındır: Yani Allah'ın şeyhin bedenine girdiğini mi söylemek istiyorsunuz?

Vanlı Hoca: Hayır, asla öyle demek istemiyorum. Şeyhin, her haliyle müritlerine örnek olmasından bahsediyorum.

Bayındır: Örnek olması için Allah'ın şeyhin alnında gözükmesine ne ihtiyaç var?

Sonra bazı tasavvufi kitaplarda daha ileri gidilerek Allah'ın zati ve sübuti sıfatlarının şeyh efendide gözüktüğü ifade edilmektedir. Bu nasıl kabul edilebilir? Bu durum sizde de var, siz de aynı iddiaları tekrarlayıp duruyorsunuz.

Bayındır: Medine-i Münevvere'de hacılarla sohbet ederken gaybı Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceğinden bahsettim. Daha sonra Şeyh Efendi'nin müritlerinden olan bir hacı hanım demiş ki, "Hoca Efendi öyle söylüyor ama ben biliyorum ki, benim şeyhim gece yatakta kaç kere sağa sola döndüğümü bile bilir."

Şeyh Efendi: (Birden ileri atılarak) Allah bildirirse bilemez mi? Allah'ın buna gücü yetmez mi?

Bayındır: Bu sözünüz iki bakımdan yanlıştır.

Birincisi: Allah'ın kudretiyle delil getirilemez. Çünkü Allah'ın kudretinin yetmediği bir şey yoktur. Allah dilerse Hz. Peygamber'i cehenneme, şeytanı da cennete koyamaz mı? Allah'ın buna gücü yetmez mi?

Şeyh Efendi: Elbette yeter.

Bayındır: Peki Allah Teala bunu yapacak mı? Elbette yapmayacak. Çünkü bize, şeytanı ve yardımcılarını cehenneme koyacağını Hz. Peygamber (s)'i de cennette makam-ı mahmud denen en üst mertebeye getireceğini bildirmiştir.

İkinci olarak: Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de gaybı kimseye bildirmeyeceğini beyan ediyor; sözünüz bir de o bakımdan yanlıştır.

Şeyh Efendi: Allah Teala şöyle buyuruyor: "O bütün gaybı bilir, gaybını kimseye açıklamaz. Ancak dilediği rasul bunun dışındadır." (Cin 72/26-27)

Ahmet Efendi: Evliyaullah Rasulüllah'ın halifesidir.

Bayındır: O ayetler peygamberlere vahyin geliş şekliyle ilgilidir. Doğru anlaşılması için ayetlerin tamamının okunması gerekir.

"Allah bütün gaybı bilir, gaybını kimseye açıklamaz. Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır. (Gaybına ait bilgiler gönderirken) Onun önüne ve arkasına gözcüler diker ki, o (peygamber, meleklerin) Allah'ın gönderdiklerini tastamam ulaştırmış olduklarını bilsin, yanlarındakini kavrasın ve (kendine gelen) her şeyi bir bir saysın." (Cin 72/26-28)

Şeytan, insanın yanına melek kılığında gelip ona gaible ilgili bir kısım bilgiler verdiğini söyleyebilir. Peygamberin, kendine gelenin melek olduğundan ve ona şeytan vesvesesi karışmadığından emin olması gerekir. Onun için Cenab-ı Hak, vahiy esnasında peygamberin etrafına melekler dizerek şeytanın ona yaklaşmasını engeller ve peygamber de kendinden gelen bilginin ilahi bilgi olduğundan emin olur. Şimdi bu durumun her hangi bir insan için meydana geldiğini söylemeye imkan var mıdır?

Vanlı Hoca: İlhama inanıyor musun? Her ne kadar başkasını bağlamasa bile ilham denen bir şey vardır.

Bayındır: Şüphesiz ilham vardır. Eğer Allah'ın ilhamı olmasa insanoğlu ilerleyemez. Sonra ilham şeyhlere ve müslümanlara has bir olay değildir. Kafirlere de ilham edilir. Bütün ilmi gelişmeler ve keşifler Allah'ın İlhamıyla olur.

Şeyh Efendi: Allah Teala Hz. Musa'nın annesine vahy etmedi mi? Ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

"Musa'nın annesine onu emzir diye vahy ettik..." (Kasas 28/7)

Ahmet Efendi: Allah Teala arıya bile vahy etmiştir, insana niye vahy etmesin.

Bayındır: O ayetlerde geçen vahiy kelimeleri ilham anlamınadır. Bu tavrınızla siz çok tehlikeli bir çerçeve çizdiniz. Önce Şeyh Efendi'yi Hz. Peygamberin varisi yaptınız. Sonra ona vahiy geldiğini ifade etmek istediniz. Sonuç olarak Şeyh Efendi, Allah'ın gaybını bildirdiği peygamberler gibi olup çıkıverdi. Halbuki, peygamberler gaybı bilmezler.

Allah Teala Hz. Peygamber'e şöyle söylemesini emrediyor:

"De ki, ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahyolunan Kur'an'dan başkasına uymam. De ki, körle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?" (En'am 6/50)

Şeyh Efendi: Evliyaullah peygamberlerin varisidir. Peygamberlere olan şeyler onlara da olur.

Bayındır: Peygambere varis olma meselesinin iyi anlaşılmadığı görülüyor. Bilindiği gibi eskiden peygamberlik halkası kopmadan devam ederdi. Mesela Hz. İbrahim (as), Hz. Lut (as)'ın amcası, Hz. İsmail ve İshak (as)'ın babası, Hz. Yakub (as)'in dedesi idi. Hz. Yusuf (as) da Hz. Yakub'un oğlu idi. Aynı yerde bir kaç peygamberin bir arada olduğu da olurdu. Hz. Yahya, Hz. Zekeriyya'nın oğludur ve Hz. İsa (as)'dan 10 yıl büyüktür. Bunların üçü de Kudüs'te yaşamış peygamberlerdir. Geçmiş devirlerde insanların karşısında, onları Allah'ın yoluna çağıran, mucizeler gösteren ve kendisine inanmaya davet eden peygamberler eksik olmuyordu. Hz. Peygamber (S)'in dünyaya şeref vermesinden önce bir süre peygamberlik kesilmişti. Sonra peygamberlerin sonuncusu olarak Hz. Muhammed dünyayı nurlandırmıştır.

Peygamberlerin mucizeleri vardır. Mucize bir şahsın peygamber olduğunun ispat belgesidir. Bu sebeple bir peygamberden mucize istenmesi yadırganacak bir şey değildir. O peygamber ölünce Allah Teala yeni bir peygamber gönderiyor ve o yeni peygamber yeni mucizelerle kendinin hak peygamber olduğunu ispatlıyordu.

Hz. Peygamber (s)'in mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an ile muhatap olan herkes onu getiren kişinin bir peygamber olması gerektiğini anlar. Çünkü o, bir insanın yazabileceği bir kitap değildir. Bu, aynen Hz. Isa (as)'ın Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi, kuş heykeli yapıp Allah'ın izniyle üfürünce canlı bir kuş haline gelmesi; Hz. Salih (as)'in Allah'ın izniyle kayadan bir deve çıkarması gibi insanı etkileyen bir mucizedir. Ama kuşun uçmasından, dirilen kişinin tekrar ölmesinden ve devenin kesilmesinden sonra gelen insanlar için artık bunlar birer mucize olma özelliğini yitirmiş, tatlı birer hikaye halini almış olur. Yani bunlar devamlılığı olan mucizeler değildir.

Ama Kur'an-ı Kerimin mucizeliği süreklidir. Onu dünyanın neresinde, kim okur ve manasını anlarsa bunun bir insan eseri olamayacağını ve onu getiren kişinin de bir peygamber olması gerektiğini kavrar. Allah Teala Kur'an-ı Kerimi korumayı bizzat üstlenmiş olduğundan artık kıyamete kadar Kur'an mucizesi devam edecektir. Kur'an devam ettikçe Hz. Peygambere inanma mecburiyeti de onunla birlikte devamlı olacaktır. Bu sebeple artık tekrar bir peygamberin gelmesine ihtiyaç kalmamıştır.

İşte Hz. Peygamber'e varis olacak ulemanın yapacağı şey, Hz. Peygamber'e vahyedilmiş olan Kur'an'a ve vahy-i gayr-i metluv olan hadis-i şeriflere uymak ve Kur'an-ı Kerimi açıklayarak insanları ona ve onu getiren peygambere inanmaya çağırmaktır. Peygamber'e varis olan kişilerin mucize veya keramet göstermelerine ihtiyaç yoktur. Çünkü insanları kendilerine inanmaya çağırmıyorlar ki böyle bir şeye ihtiyaçları olsun. İnsanları davet ederken ihtiyaç duyacakları mucize zaten ellerinde vardır. O Kur'an'dır.

Onların görevi kendilerini peygamber makamına koymak değildir. Eğer Kur'an'ın dışına çıkarlarsa o zaman peygambere varis olma kimliklerini kaybetmiş olurlar. Ama görüyoruz ki, bazı şeyhler kendilerini öne çıkarıyor, peygamberlik makamından ötesine talip bulunuyorlar. Tecelli olayında, dağın ve Hz. Musa'nın dayanamadığı tecelliye kendileri dayanıyor ve Hz. Musa ancak müritler makamında kalabiliyor.

Bayındır: Sıradan bir müslüman olmak, diğer müslümanlar gibi ibadetlerinizi yapıp işlerinize devam etmek neyinize yetmiyor ki, kendinize Allah İle kul arasında bir makam tayin etme ihtiyacını duyuyorsunuz?

Ahmet Efendi: Biz şeyhimizi bir insan kabul ediyoruz, ama farklı bir insan. O diğer insanlar gibi değildir.

Şeyh Efendi: Allah Teala ayette "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" diye buyurmuyor mu?"

Bayındır: Tamam, bir öğretmen olarak, bir hoca olarak saygı görün. Çünkü iyi bir şeyh, iyi bir öğretmendir. Devamlı bilgilerini tazeleyen, bildiklerini öğreten, yaşayışla örnek olmaya çalışan bir öğretmen olmalıdır. Ama Allah ile kul arasında bir kısım manevi makamlar da nereden çıktı?

Neden siz kendinizi öne sürüyor ve insanların size bağlanmasını istiyorsunuz? Bu davranışlarınızın sonucunda kendilerinde bir takım üstünlükler olduğunu zannetmeye başlıyorsunuz. Kendinizi öne sürdüğünüz için size inanan insanlar sizi kutsallaştırmaya çalışıyorlar. Madem ilmi üstünlükten bahsediyorsunuz, şimdiye kadar hangi İslam alimi böyle bir iddiada bulunmuştur? Hangi sahabinin böyle bir davranışı vardır?

Şeyh Efendi: Şeyhlerin sahip olduğu ilim batın ilmidir. Bu herkese verilmemiştir. Ebu Hureyre (ra) şöyle demiştir: "Ben Rasulüllah (s)'den iki kab dolusu ilim aldım. Bunlardan birini size naklettim. Diğerini de nakletmiş olsaydım boynumu vururdunuz."12 İşte ilmimiz bu ilimdir.

Bayındır: Ebu Hureyre'nin naklettiği ilmi kimden aldınız. Kaynağı delilleri ve dayanağı olmayan şey nasıl ilim olabilir?

Şeyh Efendi: Kehf Suresi'nde geçen Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın arkadaşlığı sırasında Hz. Musa olayların gerçek yüzünü göremediği için itiraz etmişti. Hızır (as)'ın ilm-i ledünnü olduğu için meselelerin iç yüzüne vakıf oluyordu. Ayette "Ona, kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik." (Kehf 18/65) Duyurulmaktadır. İşte ilm-i batın, ilm-i ledün bu ilimdir.

Bayındır: Hz. Hızır'la beraber olan Hz. Musa bu ilmi öğrenemiyor da siz nereden öğrenebiliyorsunuz? Hz. Hızır'a öğretilmiş olan bu ilmin size de öğretildiğinin delili nedir?

Şeyh Efendi: Ebu Hureyre'nin sözü nedir?

Bayındır: Ebu Hureyre'nin az önce geçen sözünü kast ediyorsunuz. O'nun nesi delildir? Şu aşağıdaki nakilleri dikkatle değerlendirin de lütfen kendinizi bir takım hayallere kaptırmayın.

Bir kişinin daha faziletli olması, görüşünün daha isabetli olduğu anlamına gelmez. Ashabın en faziletlisi Hz. Ebu Bekir'dir. Aşağıdaki olayda Hz. Peygamber (sav)'in, bir konuda Hz. Ebu Bekir'in görüşünü tercih ettiği fakat bunun yanlış olduğunun ortaya çıktığı görülmektedir.

Hz. Ömer (ra) anlatıyor: "Bedir Savaşı'na esirler alınınca Hz. Peygamber Hz. Ebu Bekir ve Ömer'e "Bu esirlerle ilgili görüşünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir dedi ki: "Ey Allah'ın nebisi, bunlar amcaoğullarımız ve soydaşlarımızda. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum; böylece kafirlere karşı güçlenmiş oluruz. Belki Allah ileride onlara müslüman olmayı nasibeder."

Hz. Peygamber "Senin görüşün nedir Hattaboğlu?" diye sordu. Dedim ki, "Hayır, vallahi ya Rasulüllah, ben Ebu Bekir'in görüşüne katılmıyorum; benim görüşüm şudur; İzin ver onların boyunlarını vuralım. Akil'i (kardeşi) Ali'ye bırak boynunu vursun, şu akrabamı da bana bırak boynunu vurayım. Çünkü bunlar küfrün liderleri ve ileri gelenleridir."

Hz. Peygamber Ebu Bekir'in görüşünü benimsedi, benim görüşümü benimsemedi. Ertesi gün geldim bir de gördüm ki Hz. Peygamber ile Ebu Bekir oturmuş ağlıyorlar. Dedim ki, "Ya Rasulüllah, söylesene, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Eğer ağlamaya değer görürsem ben de ağlarım, ağlamaya değer görmezsem sizinle ağlar gibi gözükürüm." Hz. Peygamber buyurdu ki: "Arkadaşlarının esirlerden fidye alınması yolunda bana sundukları görüşe ağlıyorum. Çünkü onlara azabın şu ağaçtan daha yakın bir şekilde geldiği bana gösterildi. Allahü Teala şu ayeti indirdi. "Yeryüzünde düşmanını ezmedikçe hiçbir peygamberin esirler alması doğru olmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki, Allah öbür dünyayı diliyor. Allah güçlüdür, hakimdir. Eğer daha önceden Allah tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size azab dokunurdu." (Enfal 67-68)13

Demek ki, olayların arkasındaki gerçeği Hz. Peygamber de Hz. Ebu Bekir de görememiştir. Çünkü bunların her ikisi de insandır ve faziletli olmaları yanılmalarına mani olmaz.

Ne kadar üstün bilgiye ve fazilete sahip olursa olsun herkesin yanılabileceği düşüncesi her görüşün tenkide tabi tutulmasına yol açmış ve İslam'da ihtilaflı her meselinin daima kitap ve sünnet ışığında çözülmesine sebep olmuştur.

Hz. Ömer (ra) minberden şöyle seslenmişti: "Ey insanlar, Hz, Peygamber'in görüşü doğru idi. Çünkü Allah ona gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise sadece zan ve sorumluluk altına girmekten ibarettir."

Hz. Ebu Bekir bir konuda Allah'ın kitabında ve Hz. Peygamber'in sünnetinde bir hüküm bulamazsa kendi görüşüne göre ictihad yapar ve şöyle derdi: "Bu benim görüşümdür. Doğruysa Allah'tandır, yanlışsa bendendir. Allah'ın beni bağışlamasını dilerim."

Hz. Ömer'in katibi "Bu, Allah'ın ve Ömer'in görüşüdür." diye yazınca Hz. Ömer dedi ki, "Ne kötü söyledin; de ki, Ömer'in görüşüdür. Eğer doğruysa Allah'tan yanlışsa Ömer'dendir."

Hz. Ömer bir kişiyle karşılaşmış ve ona, ne var ne yok, diye sormuş o da Ali ve Zeyd şöyle bir hüküm yerdiler demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Eğer ben olsaydım şu şekilde hükmederdim" dedi. Adam dedi ki, "Senin hükmetmene ne engel var, yetki senin elindedir. Hz. Ömer dedi ki, "Senin meseleni eğer Allah'ın kitabına ya da Rasulüllah'ın hükmüne dayandırsaydım bunu yapardım. Ama meseleni görüşe dayandırıyorum, görüş belirtme hakkı ortaktır. Benim görüşüm Ali'nin ve Zeyd'in görüşünü değersiz hale getirmez."14

Ebu Yusuf ve Hasan b. Ziyad, Ebu Hanife'nin şöyle dediğini nakletmişler. "Bizim şu ilmimiz bir görüştür. O, gücümüze göre vardığımız en güzel görüştür. Kim bundan daha güzelini getirirse kabul ederiz."

Ma'n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki, İmam Malik'in şöyle dediğini işittim, "Ben sadece bir insanım, hata yaptığım da olur, doğruyu bulduğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, kitap ve sünnete uygun olanını alın, kitap ve sünnete uygun olmayanını da bırakın."15

İmam Malik sık sık şöyle söylerdi: "Bizimkisi bir zandan ibarettir. Kesin bir kanaate varamayız."16

Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şafii'nin görüşü, Malik'in görüşü, Ebu Hanife'nin görüşü, bunların hepsi bana göre bir görüştür ve benim yanımda aynı değerdedir. Delil sadece nakiller (Kitap, Sünnet ve İcma) dır."17

Yukarıda adları geçen Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel batın ilmine sahip değillerdi. Çünkü onlardan hiç biri olayların arkasındaki gerçeği görebildiği iddiasında olmamıştır. Aksine böyle bir durumun olmayacağını açıkça ortaya koymuşlardır. Bedir esirleri olayında, vahiy gelmediği zaman Hz. Peygamberin de aynı durumda olduğu bize gösterilmektedir. Ama sizler çok aşırı gidiyor, Hz. Musa ve Hz. Hızır olayında Hz. Musa'nın Hz. Hızır'ın davranışlarını yanlış değerlendirilmesinden hareketle sizin Hz. Hızır gibi olayların arka planını görebildiğinizi ve Hz. Musa'nın Hz. Hızır'a yaptığı itirazlar gibi size itiraz edilmemesi gerektiğini, konuşmalarınızda tekrarlayıp duruyorsunuz. Bu batıl düşünceleri ne zaman terk edeceksiniz.

Bayındır: Tasavvufi bir tefsir olmak üzere yazılmış Ruh'ul Furkan tefsirinde çok ciddi hatalar ve hurafeler vardır. Onların ayıklanması mümkün gözükmüyor.

Ahmet Efendi: Oradaki bilgilerden her birisi güvenilir kaynaklardan nakledilmiştir.

Bayındır: Kaynak gösterilen kitapların birçoğu ortada yoktur. Hurafelerle dolu bir kısım kitapların, batıl iddialarının ardından verdikleri kitap isimleri kaynak gösterilmiştir. Bu, gece odun toplayan kişinin davranışıdır. Toplanan odunlar arasında zehirli bir yılanın olabileceği düşünülmemiştir. Yapılan nakillerden bir örnek vereyim:

Yusuf Suresi'nin 24. ayetinde şöyle buyruluyor:

"Andolsun ki, kadın ona meyletti Eğer Rabbinin burhanını görmeşeydi o da kadına meyledecekti..."

Bu ayetin tefsirinde ekseri müfessirler, Allah dostlarının tasarruf ve imdadını (gücünü ve yardımını) açıklamışlardır. Müfessirlerden Keşşaf doğruluktan ayrıldığı ve itizal (Mutezile Mezhebinin) görüşüyle vasıflandığı halde Yakub (as)un ruhaniyetinin, şaşkınlığından parmaklarını ısırmış olduğu halde Yusuf (as)'a gözükerek " O kadından sakın" dediğini açıklamıştır.18

Şimdi olayın gerçeğine, Keşşaf tefsirinde ne dendiğine bakalım:

"Ayette geçen burhan şu şekillerde de açıklanmıştır:

Yusuf (as) bir ses duydu, "Aman kadına yaklaşma!" diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini bozmadı. Üçüncü kez duydu, beriye çekildi ama Hz. Yakub (a) parmaklarını ısırmış halde görünceye kadar bir şeyden etkilenmedi..."

Keşşafta bu görüş sahipleri için aynen şu ifadeler yer almaktadır:

"Bu ve bunun gibi şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teala'ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur."19

Eğer Keşşaf Tefsiri'nde bir kez göz gezdirilseydi bu sözün tefsir alimlerine ait olmadığı görülür ve o çirkin ifade oraya alınmazdı. Ama bu nakli Keşşaf tefsirinin kendinden değil hurafelerle dolu kitaplardan alındığı için bu duruma düşülmüştür. Bunun Yusuf Suresi'nde bulunan başka ayetlere de aykırı olduğu hiç mi düşünülmedi? Bir ayette şöyle buyruluyor:

"(Yakup) Onlardan yüz çevirdi ve kederini İçine gömerek "Vah Yusuf'um vah!" dedi. Üzüntüden iki gözüne de ak düştü." (Yusuf 84)

Bu olay, Hz. Yusuf'un, Mısır'a gelen ve henüz kendini tanımamış olan kardeşleri arasından Bünyamin'i, uydurma bir hırsızlık olayı bahanesiyle alıkoymasından sonra olmuştur. Alıkoyanın Hz. Yusuf olduğunu bilemediğinden Bünyamin'in kaybıyla Hz. Yakub'un üzüntüsü daha da artmıştı. Eğer Hz. Yakub, oğlu Yusuf'un Mısır'da olduğunu bilseydi böyle üzülür müydü?

Tasavvufla ilgili olarak elimizde bulunan kitapların birçoğunda böyle batıl, hurafe ve uydurma şeyler bulunmaktadır. Bu gibi şeyler, Kur'an ve sünnete göre tenkid edilip sorgulanmadığı için kaş yapalım derken göz çıkarılmaktadır. Bu davranış devam ederse tasavvufun en büyük düşmanı sizler olacaksınız. Çünkü bunu hurafelerle dolu bir sistem olarak takdim etmeye devam ederseniz tasavvufun İslam ile ilgisi bugün ki hristiyanlığın gerçek hristiyanlıkla ilgisi gibi olacaktır.

Son olarak şunun bilinmesini isterim ki, tarikata da tasavvufa da karşı çıkmıyorum. Benim karşı çıktığım tarikat ve tasavvuf şemsiyesi altına sokulan hurafeler ile Kur'an ve sünnete açıkça aykırı olan davranışlardır. Bu davranışlar hangi ad altında yapılırsa yapılsın, bunlara karşı çıkmak her müslümana farzdır.

Bir hocanın etrafında toplanıp bir grup oluşturmak, Kur'an ve sünnete uygun olarak İslam'ı yaşamak sadece takdir edilecek bir davranıştır. Böyleleri, kendi hocalarına bir takım manevi makamlar vermeye, onu Allah ile kendi aralarında vesile ve vasıta kılmaya, insanları Kitap ve sünnete çağırma yerine hocalarına bağlanmaya çağırırlarsa işte bunu kabul etmek mümkün olmaz.

Dipnotlar:

7-Tirmizi, Dua 1, 3371 nolu hadis.

8-Tirmizi, Dua 1, 3372 nolu hadis.

9-Buhari, İman 2.

10-Müridin şeyhi önünde cezbeye gelip baygın düşmesi böyle bir şartlanmadan dolayı olsa gerektir.

11-Mecelle-i Ahkam-ı Adliye m. 15.

12-Buhari, İlim 42.

13-Müslim, Cihad, 58

14-İbnu'l- Kayyım el-Cevziyye, İ'lamu'l-Muvakkiin, Beyrut 1407/1987 c. 1, s. 54

15-İbnu'l Kayyım, a.g.e. c. 1, s. 75

16-İbnu'l Kayyım, a.g.e. c. 1, s. 76

17-İbnu'l Kayyım, a.g.e. c. 1, s. 79

18-Ruh'ul Furkan, c.II, s. 65, 66

19-Mahmut b. Ömer ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, c. I, s. 467, el-Matbaat'üş Şarkıyye.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR