1. YAZARLAR

  2. Cengiz Duman

  3. Kur’an-ı Kerim’de Hidayet Motifi Olarak Deniz ve Deniz Unsurları

Kur’an-ı Kerim’de Hidayet Motifi Olarak Deniz ve Deniz Unsurları

Ekim 2009A+A-

Giriş

İslam dini ve onun kutsal kitabı, muarızları tarafından “çöl dini” ve “çöl kitabı” olarak nitelendirilmiştir. Bu nitelendirmelerle kastedilen şey çölün kısır, verimsiz ve tabiî yönden olumsuzluk içeren algısının İslam’a giydirilmesidir. Böylece İslam’ı tanımak isteyen insanların beyinlerinde; çölün kısır, verimsiz ve olumsuz algısı, İslam’ın vizyonuna yamanmaya çalışılarak İslam’a leke sürmeye çabalanmaktadır.

İslam’ın bidayeti itibariyle çöl insanına nazil olmasına rağmen; son kitap olması ve inerken dahi tüm insanlığa hitap etmesi ve konuları bakımından Kur’an’ın vizyonunun evrensel olduğunu bize göstermektedir.

Muarızların olumsuz vasıflandırmalarına rağmen İslam dininin kutsal kitabı Kur’an; hidayete yönelik olarak insan ve evren hususunda tüm dünyaya hitap eden biçimde gerekli her şeyden bahsetmiştir.

Bu yazımızda Kur’an’ın ayetlerinin, bidayette çöl tabiatına ve çöl toplumuna inmesine rağmen çöl ve çöl tabiatının tam karşıtı olan deniz ve unsurlarını nasıl hidayete yönelik anlatımlara konu ettiğini inceleyeceğiz.

Kur’an, evreni, gökler (semavat) ve yer (arz) ve ikisi arasındakiler olarak tanımlamakta ve bunların Allah (c) tarafından altı günde yaratıldığını beyan etmektedir.1 Yer, kara ve denizleri kapsamaktadır ve kâinatın yaratılış süresi toplam altı günlük zaman zarfı içerisinde, iki günde yaratılmıştır.2 Bununla birlikte arz’ın kuru kuruya yaratılmadığını, arz ve semavat arasında insanoğlunun hayatının idamesi için gerekli olan tüm ihtiyaçların ise altı günlük süre içerisinde bulunan, dört gün zarfında yaratıldığını beyan etmektedir.3

İşaret ettiğimiz ayetlerde Cenab-ı Hak, yeryüzü üzerinde karalar ve denizleri ve kara üzerinde ormanlar, akarsular, göller ve her türlü nebatat ve hayvanatı yarattığını ve insanların hizmetine verdiğini beyan etmektedir.

Kur’an’ın Denizi Tanımlaması

Kur’an, denizin ve her türlü deniz canlısının, deniz bitkisinin, insanın yaşamı için yaratıldığını belirterek bunları insanlığın hizmetine sunduğunu belirtmektedir. “Görmedin mi, Allah, yerdeki eşyayı ve emri uyarınca denizde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi.” (Hac, 22/65)

Arabistan yarımadasında yaşayan Arap toplumu; kızgın bir güneş altında, müthiş bir sıcakta kavrulan verimsiz çöl toprağı üzerinde, yetersiz bitki yapısına sahip, suyun yok denecek kadar az bulunduğu bir coğrafyada hayatını idame ettiriyordu. Bu toplumun yaşadığı bölgede coğrafi yapı ve iklim sadece ticarete izin verdiğinden; deve kervanları marifetiyle, güneyde Yemen, kuzeyde ise Suriye’ye kadar kara yolu üzerinde ticaret yapılabiliyordu.4

Araplar ticari yolculuklarında güneyde Yemen kıyılarındaki deniz sahili ve limanlarında; kuzeyde ise Kızıldeniz kıyıları, Akabe Körfezi kıyılarında denizi ve gemileri, büyük suları görmekteydiler. Bir kısmı engin sularda deniz yolculuklarına bile katılmışlardı. Peygamberimizin “İlim Çin’de de olsa alınız.” hadisi; Arap yarımadasına çok uzak olmasına rağmen Çin’in Arap toplumunca bilindiğini, dolayısı ile uzun mesafeli deniz yolculuğu yapanların olduğunu bize ihsas ettirmektedir.

Ticaret kervanları seferlerinde gözlemledikleri, deniz ve onun en büyük nişanelerinden biri olan devasa gemiler, cahiliye Araplarını hayran bırakıyordu. Tarafa adlı bir şair, cahiliye döneminde Kâbe’ye asılan Muallakay-ı Seba’da gemiler için şu şiiri yazmıştır: “Ayrılık sabahı Ded ovasında, arkasında küçük kayıklarla birlikte kalkan Maliki develeri, Gemicilerin bazen doğru bazen yanlış yönlendirdikleri Adevlalı ya da İbn-i Yemin’in gemileri gibi… Öyle gemiler ki, pruvaları denizi yara yara ilerler, toprak kümesini eliyle yaran ayırıcılar gibi.”5

Allah denizi ve ondaki türlü nimetleri yaratmış ve üstelik bunlardan daha niceleri de vardır diyerek; denizin uyandırdığı ihtişamlı atmosferi, yaratılış nimetlerinin büyüklüğüne tevdi ederek; Kur’an’da, hidayet edici misaller vermiştir: “Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 31/27)

Bu misalin verildiği dönemin coğrafya bilgisi nazara alındığında Allah’ın ne müthiş bir misal verdiği daha iyi idrak edilebilecektir. Günümüz bilimsel ilerlemeleri veçhesinde, uydulardan gözlenebilen veriler ışığında; denizlerin karalara oranla büyüklüğünün bilimsel ve görsel olarak müşahede edilmesi sonucu, yeryüzünün dörtte üçünün denizlerden oluştuğu sonucuna ulaşılmıştır. Karalara göre denizler üç misli büyüktür. Allah’ın o dönem insanlarına verdiği misaldeki, “deniz de arkasından yedi deniz katılarak” ifadesi çağımızın insanlarına bir mucize olarak tek başına yeterli bir hidayet örneğidir kanımızca. Hiç kimsenin büyüklüğü hakkında bilgisi olmadığı, kendisinin de sadece kara yolculuğu yaptığı bilinen Peygamberimizin, denizler hakkında böyle bir malumat vermesi imkân haricinde bir vakıaya delâlet eder. Böyle bir bilgi ancak, denizleri yaratıp, karalara göre üç misli büyük yapan Allah tarafından bilinebilirdi. Şu halde bin dört yüz yıl önceden bu bilgiyi ileten Kur’an, Allah’tan gelen bir mucize olarak insanlar için yeterli bir delil olmalıdır.

Kur’an’da Belirtilen Denizin İçindeki Nimetler

Allah Kur’an ayetlerinde tarif ve tasvir ettiği denizi, insanlara sadece ulaşım sağlamaları açısından yaratmamıştır. İnsanlar denizlerden yiyecek, içecek, giyecek gibi temel ihtiyaçları dışında türlü imkânlar elde ederler.

İnsanoğlu kâinatın yaratılışından bu yana denizden, deniz avı sayesinde rızkını temin etmektedir. Denizden bu yararlanmada Cenab-ı Hak tarafından kısıtlamaların olduğu dönemler de bulunmaktadır. Örneğin Rabbimizin, İsrailoğulları için imtihan amacıyla Cumartesi (sebt) günü avlanmalarına yasak getirmesi gibi.6 Kur’an’ın nazil olması ile birlikte deniz avında İsrailoğullarına yapılan kısıtlama kaldırılarak, deniz avı zaman sınırı olmaksızın tamamen serbest bırakılmıştır. “Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere (faydalanmanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı.” (Maide, 5/96)

İnsanlar denizden sadece yiyecek olarak yararlanmamışlardır. Yiyeceklerin yanında denizden çıkarılan birtakım maddelerden süs eşyası yaparak onları giyim kuşamlarında kullanmışlardır. “İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze e (balık) yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız.” (Fatır, 35/12) “…İkisinden de inci ve mercan çıkar…” (Rahman, 55/19-22)

Coğrafya ve tarih kaynakları, yeryüzünün çeşitli yerlerinde inci ve mercanların yetiştiğini ve yine bu bölgelerde denizden çıkarılarak ticaretlerinin yapıldığını belirtmektedirler. İnci ve mercanlar tropikal iklim olarak adlandırılan sıcak ve ılıman bölgelerdeki denizlerde yetişmektedir. İncilerin ayrıca tatlı sularda midye incisi olarak yetişmekte olduğunu; incilerin hem istiridye ve hem de midye kabukları içinde üredikleri beyan edilmektedir. En iyi kaliteli incilerin Basra Körfezi ve Umman Körfezi’nde yetiştiğini, mercanların ise Kızıldeniz kıyıları ve Akdeniz’de bulunduğunu belirten kaynaklar; Akdeniz mercanlarının kırmızı renkli ve en değerli mercan cinsleri olduğunu bildirmektedirler.

Kırmızı mercanların, Romalılar döneminden beri, ipek yolu ticareti ile Hindistan ve Çin’e pazarlandığı kaydedilmektedir. Cahiliye döneminde de süs takısı olarak kullanılan inci ve mercanlar nadide bir mücevherat gibi ilgi görüyordu. Mercanların kırmızısının rağbet gördüğü o toplumda; bu takılar üzerine birçok kelimeler üretilmişti. Nitekim Kur’an ayetlerinde bu geniş kullanım alanı üzerinde çeşitli örnekler müşahede etmekteyiz.

Kur’an-ı Kerim’de cennet tasvirleri verilirken ve ehlinin süs takıları anlatılırken en çok üzerinde durulan nesneler inci ve mercandır.7 Yine Kur’an-ı Kerim’de, cennet ehline hizmet eden cennet hizmetkârları incilere benzetilir. O hizmetkârlar, denizin dibinde kimsenin el sürmediği, çok hoş latif inciler gibidirler.8 Nur Suresi’ndeki bir ayette de incinin parlaklığı, göz alıcılığı, yıldızların ışıklarına benzetilir.9

İnci ve mercanlara ulaşmak çok zordur. Özellikle incinin içinde yetiştiği istiridye adı verilen kabuklu canlılar, denizin çeşitli derinliklerinde bulunurlar. Onları elde etmek için özel bir ihtisas sahibi olmak, özel donanımlar kullanmak gereklidir ki; bu insanlar Süleyman (a) kıssasında “şeytanlar” olarak nitelendirilmişlerdir: “Dalgıç ve yapı ustası şeytanları da (onun emrine verdik)” (Sa’d, 38/37) “Şeytanlar arasından da onun için dalgıçlık eden (ve inciler çıkaran) ve bundan başka işler görenler vardı.” (Enbiyâ, 21/82)

Kur’an’da Gemi Tasviri ve Tavsifleri

Allah, karayı ve ondaki nimetleri nasıl insanlar için yaratıp insanların emrine amade kılmış ise denizi ve ondaki türlü nimetleri de insanlar için yaratmış ve onların istifadesine sunmuştur. Deve gibi, gemiye nazaran küçük binekler vasıtası ile bin bir eziyet ve zahmet ile mallarını bir yerden bir yere nakledebilen Araplar için, deniz üzerindeki gemiler ticari olarak da ilgilerini çekiyordu. “Bütün çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti.” (Zuhruf, 43/12) “Denizde yüce dağlar gibi yükselen gemiler de O’nundur.” (Rahman, 55/24)

Allah gemileri tasvir ederken “yüce dağlar gibi yükselen” olarak nitelemektedir. Gemileri ilk defa gören bir insan veya sadece seyredebilen, onlardan yararlanamayan insanlar için Allah, ne dehşet bir tasvir yapmaktadır. Onların içinden geçenleri en iyi bilen Allah, onların arzularını nasıl güzel ifadelendirmektedir. “Rabbiniz, lütfüne nail olmanız için denizde gemileri sizin için yüzdürendir. Doğrusu O, sizin için çok merhametlidir.” (İsra, 17/66) “Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) onun lütfünü aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl, 16/14; Ayrıca bkz: Bakara, 2/164; Neml, 27/63)

Allah, insanların hayranlıklarını uyandıran gemileri tavsifi aşamasından sonra, onları tevhidî bir sahaya çekmekte ve gördükleri bu muazzam eserlerin uyandırdığı derin duyguları, hidayete tevdi etmektedir. Allah insanlar için binek olarak yarattıkları arasında onların inşa ettiği gemileri de sıralamaktadır. Çünkü gemileri insanlar yapmış olsalar bile onun yapımında kullandıkları malzemeler, onların yüzdürülmesi, denizde ulaşım sağlanması Allah’ın izniyle olmaktadır. “Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O’na yalvarırsınız.” (Nahl, 16/53) “Ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni tespih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz.” (Zuhruf, 43/13) “Allah o varlıktır ki, emri gereğince içinde gemilerin yüzmesi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için ve de şükredesiniz diye denizi size hazır hale getirmiştir.” (Casiye, 45/12)

Dolayısı ile Allah, gerek canlı binitler gerekse cansız binitler -bu gemi olabilir başka insan icadı şeyler olabilir- hangisi olur ise olsun onlara binildiğinde, onlardan bir şekilde yararlanıldığında Allah’ın anılması gerekmekte olduğunu; hem denizi ve gemileri görüp onlara hayran olan cahiliye Araplarına ve hem de bu nimetlerin bulunduğu yerlerde yaşayan ve yararlanan topluluklara hatırlatmaktadır.

Burada dikkat çekilen bir diğer nokta ise şudur: Yeryüzü üzerinde gerek karada gerek denizde olan her türlü canlı, Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak gemi gibi devasa bir eser, insanlar tarafından inşa edilmiştir. İşte bu noktada Allah; insanların böbür­lenmemeleri ve kendisine insanları eş koşmamaları için; gemilerin inşa edildiği maddelerden yüzüp gitmesi için yararlandığı rüzgâra, sakin deniz ortamından sağ salim ulaşmalarına kadar her şeyin kendisi tarafından takdir edildiğini beyan ederek, şirk koşmamalarını ve Yaratıcı’nın vasıflarını unutarak başka şeylere hamletmemelerini hatırlatmaktadır. “Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O’nun (varlığının) delillerindendir... Dilerse O, rüzgârı durdurur da onun (denizin) üstünde kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.” (Şura, 42/32-33. Ayrıca bkz: İsra, 17/69; Yunus, 10/22)

Deniz yolculuklarında gerek mutedil hava gerekse azgın hava ortamlarında, gecenin zifiri karanlıklarında rotalarını bulmak için Allah’ın verdiği diğer nimetlerden yararlanmak zorundaydılar. Bu nimetlerden yararlanan insanların bunun karşılığı olarak Allah’a hamd etmeleri gerekmektedir. “O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için ayetleri geniş geniş açıkladık.” (En’am, 6/97) “Karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen…” (Neml, 27/63)

Nuh (a) kıssasında gemi yapımı, “tufan”ın sularının yeryüzünü kaplaması ve Nuh’un gemisinin tufanda yüzmesi gibi aşamaların gerçekleştiği bir olay anlatılmaktadır. Kıssanın deniz, gemi ve geminin sularında seyretmesi tasvirlerinin anlatıldığı anların hepsinde, Allah’ın hâkimiyeti fehmedilmelidir.10 Allah, Âlim Kul ve Musa (a) kıssasında da denizdeki gemi yolculuklarının karada yapılan yolculuklar gibi güvenli olmadığını anlatmaktadır. Deniz yolculuğunun her zaman doğal ve insanî tehlikelere açık olduğunu vurgulamaktadır.11 Kehf Suresi’nde yer alan ayetlerde, deniz yolculuklarında da korsanların olduğu; can ve mal emniyetinin orada da karadaki gibi mutlak olmadığı anlatıldıktan sonra; yoksul gemi çalışanlarının mallarının Allah’ın takdiriyle Âlim Kul vasıtası ile emniyetle karaya ulaştığı bildirilmektedir.

İki Deniz

Kur’an-ı Kerim denizlerden bahsederken, ayrıca “iki deniz” ifadesini kullanmaktadır. “İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze et (balık) yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lütfünden (nasibinizi) arayıp da şükretmeniz için gemilerin, denizi yarıp gittiğini görürsün.” (Fatır, 35/12)

Kur’an’ın üzerinde durduğu denizden birinin tatlı suları, diğerinin ise tuzlu suları ihtiva ettiğini anlamaktayız. Denizlerin tuzlu sular içerdiği coğrafik ve hidrolojik bir gerçek olduğuna göre, tatlı sulardan kastın ne olduğunu anlamamız için, Kur’an’da deniz sözcüğünü karşılayan “bahr” kelimesinin Arapça karşılığına bakmamız gerekmektedir. Müfessirler “bahr” kelimesinin “büyük sular” manasını ihtiva ettiği üzerinde hem fikirdirler.12

Bu yüzden genişlikleri ve uzunlukları büyük, akış rejimleri ve içinde barındırdıkları nimetler bakımından sularını denize ulaştırarak denizle paydaş olan tatlı nevi tüm akarsular, Kur’an’da “bahr” olarak adlandırılmaktadır. Rahman Suresi’ndeki “Merecel bahreyni yeltekiyân. Beynehumâ berzehun lâ yebğiyân (İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar.)”13 ayeti hakkında İbn Cüreyc şöyle demiştir: Maksat tuzlu deniz ile tatlı ırmaklardır.14 Râzi şu yorumu yapar: “Bu tatlı ve tuzlu deniz demektir. Nitekim Hak Teâlâ, ‘O iki deniz bir olmaz: Şu çok tatlı, susuzluğu keser, içimi boğazdan kolay, şu çok tuzludur, acıdır.’ buyurmuştur. Bu, birinciden daha açık ve sahihtir.”15 Bundan dolayı bu tarifle uyuşan Fırat, Dicle, Nil gibi tatlı akarsular deniz/bahr olarak kabul edilmiştir.

Kur’an’da, Kehf Suresi içerisinde anlatılan Âlim Kul ve Musa kıssasında da “iki denizin birleştiği yer” şeklinde bir ifadeye rastlamaktayız.16

Yeryüzü üzerinde bulunan “iki deniz” olarak addedebileceğimiz sular birbirine kavuşmaktadır, ancak ne tuzlu sular, tatlı suları istila edip hepsini tuzlu su yapar; ne de tatlı sular, tuzlu suları istila edip hepsini tatlı su yaparlar. Her ikisi de ayrı cenahtadırlar. Buna rağmen hem tatlı sulardan balık, hem tuzlu sulardan balık yenilebilir, inci ve mercan çıkarılabilir, gemilerle yolculuk edilebilir. Allah’ın takdiri ile tuzlu da olsa, tatlı da olsa her iki deniz, nimetlerini insanlara sunar. İşte bu noktada Allah “iki deniz”in özelliklerini sıraladıktan sonra onları yaratanın ve tapılacak tek mabudun yalnızca kendisi olduğunu bildirmektedir: “Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur.” (Furkan, 25/53. Ayrıca bkz: En’am, 6/59)

“İki Deniz” Neresidir?

Âlim Kul ve Musa kıssasında anlatılan Musa’nın “Mısır ve Filistin bölgesinde yaşayan Tevrat sahibi Hz. Musa” olduğu baz alınırsa; kıssada adı geçen, Âlim Kul ile Musa’nın buluşma noktası olan “iki deniz”in birleştiği yerin, bugünkü coğrafi veya siyasi niteleme ile “Ortadoğu” sınırları içerisindeki bir yer olması akla yatkındır.

Buna göre Fırat ve Dicle gibi büyük tatlı suların Fars Denizi’ne döküldüğü ve dökülen tatlı suların, deniz suyu ile uzun süre karışmadığı belirtilen Basra Körfezi’ndeki, Şattü’l-Arap mevkii; Kur’an’ın hitap ettiği cahili Arap toplumuna, onların bildiği, anlayabilecekleri örnekler sunulması mucibince çeşitli ayetlerde belirtilen “iki deniz” olduğu kanaati vermektedir.

Belirtmekte yarar bulduğumuz bir hususa dikkat çekmeliyiz. Müfessirlerce “iki deniz” ile kastın; Fırat ve Dicle’nin Basra Körfezi’ne döküldüğü Şattü’l-Arap mevkii olduğu kabul görmüş ise de Nil’in, Akdeniz’e döküldüğü yer de “iki deniz” olarak uygun görülmüştür. Bilindiği gibi her iki mevki de, Kur’an’ın nazil olduğu Arap toplumunun bildiği, aşina olduğu, ticaret kervanlarının yolculukları esnasında uğradıkları bölgeler arasındadırlar.

Biz de “iki deniz”den maksadın, Fırat ve Dicle’nin Basra Körfezi’ne döküldüğü Şattü’l-Arap mevkii olduğu kanaatini taşımakla birlikte; burada amaçlananın, belli bir coğrafya adının verilerek örneği dondurmak olmadığının altını çizmeliyiz. Verilen coğrafi yerden maksat, örneğin müşahhas olarak bilinip tefekkür edilmesi; bununla beraber, yeryüzünde hem tatlı, hem tuzlu suları veren, bunları birbirine karıştırmayıp hem içecek, hem sulama sularını oluşturan, bu sulardan yiyecek, giyecek ve türlü nimetler bahşeden Allah’ın yaratıcılığının, insanlar tarafından kabulü ve ona yapılacak kulluğun belirtilmesidir.

Bugün yeryüzü üzerinde “iki deniz” özelliğinde yüzlerce mevki göstermek mümkündür. Her “iki deniz“ özelliğindeki yerlerde yaşayan, buraları temaşa eden insanların; Allah’ın bahşettiği vasıfları tefekkür ederek, Allah’a olan kulluklarını yerine getirmeleri gerektir.

Tatlı ve Tuzlu Suların Birbirine Karışmaması

80’li yılların başlarında ortaya atılan ve ünlü Fransız deniz bilimci, kaptan Cousteau’nun Müslüman olduğuna dair söylentilere konu olan; “iki deniz”in özelliği olan, sularının karışmaması olayı üzerinde durmakta yarar görüyoruz. Kaptan Cousteau, Atlas Okyanusu ve Akdeniz sularında yaptığı deniz araştırmalarında, her iki deniz suyunun farklı fiziksel yapılarda olduğu; Atlas ve Akdeniz’in kesiştiği Cebel-i Tarık Boğazı’nda iki denizin sularının farklı fiziksel yapılarını korudukları ve her iki su arasında birbirlerinin karışmasını engelleyen bir su engeline rastladıklarını belirtmiştir.17

Benzer bir olaya Kızıldeniz ile Aden Körfezi’nin buluştukları yerde de rastladıklarını, Kaptan Cousteau’nun daha sonra Müslüman olan Fransız arkadaşı Profesör Doktor Maurıce Bucaille18 söylemiştir. Bucaille’nin bu olayın Kur’an’da, bin dört yüz yıl önceden bildirildiğini söylemesi ile birlikte konu medyada yer almış ve İslamî çevrelerde gündemleştirilerek gündem edilmeye başlanmıştı.

Oysa Cousteau’nun denizlerdeki keşfi ile Kur’an’da bildirilen “iki deniz” özelliği aynı değildir. Kur’an’da bahse konu olan “iki deniz”in oluşturduğu sulardan biri tatlı diğeri tuzludur; oysa Cousteau’nun keşfine konu olan denizlerin hepsi tuzlu su ihtiva etmektedir. Dolayısı ile Cousteau’nun keşfettiği olayın yer aldığı denizlerin sularında, Kur’an’da bahsi geçen “iki deniz”in fiziksel özellikleri yoktur.

Bundan dolayı Kur’an’ın bin dört yüz yıl öncesinden bildirdiği “iki deniz” örneği ile Kaptan Cousteau’nun keşfi aynı değildir. Ancak denizlerdeki bu tip yeni gelişmeleri, Allah’ın yaratıcılığına havale ederek, onun kudretini tanıyarak, gereğince kulluk edilmesi noktasında hidayete hamletmek gerekmektedir. “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? İkisinden de inci ve mercan çıkar. Şimdi Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” (Rahman, 55/19-23. Ayrıca bkz: Neml, 27/61)

Deniz ve Musibet İlişkisi; İnsanların Sınanması

“Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah’a halis kılarak: ‘Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız!’ diye Allah’a yalvarırlar. (Yunus, 10/22)

Buraya kadar olan ayetlerde Allah’ın, insanlara sunduğu deniz ve deniz içi ve üzerindeki nimetleri üzerinde durarak, bütün bunların Allah tarafından yaratıldığını ve insanlara sunulduğunu ve böylelikle Allah’a kulluktan kaçınılmaması, ona kulluk ile bu verilen nimetlere şükredilmesi temasının işlendiğini gözlemledik. Bundan sonra Yunus Suresi’nin 22. ayetinde gördüğümüz üzere denizde yolculuk ederken insanların musibetlerle sınanması üzerinde olan ayetleri inceleyeceğiz.

Allah insanları uygun gördüğü zamanlarda canları, malları ve sahip olduğu diğer değerler ile imtihan edeceğini belirtmektedir.19 İşte Yunus Suresi’ndeki bu ayet; Allah’ın verdiği deniz ve gemi nimeti üzerinden insanların denenme anını anlatmaktadır. Denizin hoş ve latif ortamında insanın ruhunu okşayan, mutedil bir deniz havası ile yolculuk ederken birden bire bu hoş ortam gider ve yerine denizin korkutan, panikleten ve sadece Allah’ın yardım edebileceği dehşet bir ortam oluşur. Allah, Kur’an’daki çeşitli ayetlerde tasvir ettiği bu dehşet, panik, yalnızlık ve çöküntü ortamını; çölde yaşayan ve su ile ilişkisi arada bir yağan yağmur ve içtiği su olan Arap toplumuna öyle güzel yansıtmaktadır ki; çöl ikliminde yaşayan Araplar bile, aynı dehşetli ortamların oluştuğu çöl fırtınalarındaki emsal durumlarını hatırlayarak, denizdeki bu dehşet anlarını anlatan ayetlerden, hidayete yönelik ders alsın. “Yahut (o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; (öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut... Birbiri üstüne karanlıklar... İnsan, elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez.” (Nur, 24/40)

Kur’an ayetlerinin nazil olduğu, cahili Arap toplumunda bu anlatılan denizdeki kaos sahnelerini yaşamış olanlar vardı ancak ekseriyet; bu inen ayetlerin ortamını kendi yaşadıkları çöl kasırgalarına hamlederek, düşündükleri zaman; o dehşetli anlarda ne yaptıklarını, ne yapmaları gerektiğini fevk etmeleri gerekiyordu. İnsanlar denizin bu dehşetli ortamlarında, hemen Allah’a sığınıyorlar, O’nu birliyorlar, halisane O’na yalvarıyorlardı. Denizde oluşan bu kaotik ortamdaki insan davranışı, Kur’an’ın başka ayetlerinde şu şekilde tasvir edilmektedir: “Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak (ihlâsla) O’na yalvarırlar.” (Lokman, 31/32); “Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider.” (İsra, 17/67)

Deniz yolculuğundan evvel, Allah’a layıkıyla kulluk edenler açısından, denizde bir musibetle karşılaştıklarında Allah’a yönelik tutumlarında bir değişiklik olmuyordu. Ancak denizdeki musibetten önce Allah’a layıkıyla inanmayanlar, denizin dehşetli anlarıyla karşılaştıklarında halisane olarak Allah’a yalvarıyorlardı.20

Bu yalvarmalarının sahtekârlık, ikiyüzlülük barındırdığını daha sonra karaya ulaştıklarında, Allah’a olan tutumlarının tersine değişmesi ile anlaşılmaktadır. “Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar.” (Yunus, 10/23. Ayrıca bkz: İsra, 17/67)

Allah kâfirlerin bu ikiyüzlü tutumunu kınamaktadır: “O’nun, sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden yahut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız. Yahut O’nun, sizi bir kez daha oraya (denize) gönderip üzerinize bir kasırga yollayarak, inkâr etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz? Sonra, bundan dolayı kendinize (intikamınızı almak için) bizi arayıp soracak bir destekçi de bulamazsınız.” (İsra, 17/68-69)

Kâfirler, denizde başlarına gelen musibetin, karaya ulaştıklarında bir daha gelmeyeceği veya denizde de olsa bir daha bu duruma düşmeyecekleri düşüncesiyle hareket etmektedirler. Oysa Allah, her an her yerde insanları canları, malları ve diğer verdiği nimetleri üzerinden deneyeceğini söylemiştir.21

Deniz ve Su Aracılığıyla Verilen Ceza

Kur’an ayetlerinin bir kısmında Allah’ın insanları cezalandırması fiilinin anlatıldığı sahnelerin bulunduğunu görüyoruz. Nuh (a) kıssasında yeryüzünü suların basması ve Nuh ile ona inananların ve oğlunun denizle imtihanları ve boğulmaları ile sonuçlanan cezalandırma sahneleri; ibret verici bir şekilde anlatılmaktadır. “… Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır… Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca… Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: ‘Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi. Oğlu: ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.’ dedi. (Nuh): ‘Bugün Allah’ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah’tan başka koruyacak kimse yoktur.’ dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (Hûd, 11/36-43. Ayrıca bkz: Yunus, 10/71)

Musa kısasının bir bölümünde, bütün uyarı ve mucizelere rağmen, ona inanmayan Fir’avun ve tebaasının ibretlik sonu ve inananların mükâfatı, zulümden kurtuluşun, denizdeki mucizeyle gerçekleşen son anları nakledilmektedir. “Sonra ötekilerini suda boğduk… Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.” (Şuara, 26/66-67. Ayrıca bkz: Yunus, 10/90-92)

Denizde gerçekleşen bu iki olumsuzlukla sonuçlanan cezalandırmanın haricinde, Yunus kıssasında; denizde olumsuz bir cezalandırma gibi gerçekleşen, ancak olumlu bir sonuca ulaşan bir cezalandırma örneği anlatılmaktadır. “Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı kura çektiler de kaybedenlerden oldu. Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.” (Saffat, 37/140-142. Ayrıca bkz: Saffat, 37/142-144; Enbiyâ, 21/87)

Kıyamet Tasvirlerinde Deniz

Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerde kıyamet anında denizlerde olacak değişikliklere de değinilmiştir: “(Andolsun) kaynatılmış denize” (Tur, 52/6) “Denizler birbirine katıldığı zaman…” (İnfitar, 82/3)

Yeryüzü üzerinde karaların üç katı olan, denizlerdeki hareketlilik muhakkak ki insanları ürpertecek, panikletecek, dünyanın sonunun geldiğine inandıracak, kıyametin önemli alametlerden biri olacağı aşikârdır. O gün gelmeden buna iman edenlerden olmak, Allah’ın istediği meziyetlerden biri olacaktır.

Sonuç

İslam dini, onun kitabı ve elçisi; başlangıçta çöl insanına nazil ve resul olmasına rağmen, Kur’an’ın içeriği tüm iklimlerin insanlarına muhataptır ve evrenseldir. Nitekim su ile çok az irtibatı olan bir coğrafya insanına inen Kur’an; yeryüzünün dörtte üçüne tekabül eden deniz ve akarsulardan ve bunların insan yaşamındaki öneminden örnekler vererek, dünyanın tümüne hitap etmiştir. Bu bir anlamda Kur’an’ın mucizeliğinin bir alametidir.

Kur’an’da deniz ve unsurları üzerindeki ayetlerin amacı coğrafi, hidroloji (su bilimi), meteoroloji vb. bilimsel konularda insanları aydınlatmak değildir. Kur’an-ı Kerim’de, deniz ve unsurlarından bahseden ayetler; Allah’ın yaratıcılığını ve diğer vasıflarını ön plana çıkararak, insanları şirkten men, tevhide davet etme amacı taşır.

Kur’an’ın üzerinde durduğu deniz afeti ve musibetleri yalnızca denize müteallik değildir. Bu sınanmalar karada, havada ve yer altında da insanları tevhide yöneltmek için her an, her çağ ve her ortamda gerçekleşecektir. Muhatapların deniz örnekliğini tüm hayatlarına teşmil ederek bundan azami ölçüde ibret ve öğüt almaları gerekmektedir.

İnsanlar gemi, uçak, tren vb. araçlar üretmiş olsalar dahi, o araçların yapımında kullanılan her şey -buna insan ve aklı da dâhildir- Allah’ın yaratması ve verdiği nimetlerle olmuştur. O halde insana düşen; benliğini azdırıp yaptıklarını ve kendisini Allah’a ortak koşmaktansa Rabbimizin verdiklerine her ortamda halisane bir şekilde şükretmektir.

 

Dipnotlar:

1- Kaf, 50/38.

2- Fussilet, 41/9.

3- Fussilet, 41/10.

4- Kureyş, 106/2.

5- Abdul Ali, İslam Öncesi Arap Zihniyeti, Kalem Dergisi, Sayı: 4, s. 9.

6- A’raf, 7/163.

7- Fatır, 35/33; Hac, 22/23.

8- Vakıa, 56/22-24; Tur, 52/24; İnsan, 76/19.

9- Nur, 24/35.

10- Hûd, 11/37; Mü’minûn, 23/27; Hûd, 11/41-42; Mü’minûn, 23/29; Ankebut, 29/15.

11- Kehf, 18/71, 79.

12- İbn-i Manzur, Lisanu'l-Arab, "Bahr" maddesi, c. I/232-326, Beyrut/1997; Ragıp el-İsfehanî, Müfredat, c.I/112; DİB İslam Ansiklopedisi,"Bahir" maddesi, c.IV/484.

13- Rahman, 55/19-20.

14- İmam Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c. XVI/ 555-558.

15- Fahruddin er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. XXI, s. 91.

16- Kehf, 18/60-61.

17- Zafer Dergisi, Sayı: 62, Mayıs 1982.

18- Bkz: Maurıce Bucaille, Kitab-ı Mukaddes Kur’an ve Bilim.

19- Âl-i İmran, 3/186; Rum, 30/41.

20- Yunus, 10/22.

21- Âli-İmran, 3/186; Yunus, 10/23.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR