1. YAZARLAR

  2. Olivier Roy

  3. Kültürlerin Çatışması ya da Avrupa’nın Değerleri Üzerine Bir Tartışma

Kültürlerin Çatışması ya da Avrupa’nın Değerleri Üzerine Bir Tartışma

Ağustos 2005A+A-

Hollanda'da bir şok dalgasına neden olan Theo van Gogh'un öldürülmesi, en azından Pim Fortuyn'un 2002'deki seçim başarısına kadar ülkede var olan çokkültürcü yaklaşımın net başarısızlığının bir kanıtı olarak yorumlandı. Suç, Batılı değerleri kabul edemeyen Arap ya da "Müslüman" kültürün birikmiş bir ifadesi gibi değerlendirildi. Katil ve suç ortakları, hemen hiç Flemenkçe konuşamayan ve oldukça kapalı bir göçmen topluluğundan geleneksel Müslümanlar olsaydı, bu doğru olabilirdi. Fakat Van Gogh'un katil zanlısı, Muhammed B, Faslı göçmen bir ailenin üyesi olmasına rağmen, Hollanda vatandaşıdır. Tutuklanan diğer iki kişi Müslüman olmuş Hollandalı-Amerikalı Jason W. ve Jermaine W.'dir.

Avrupa'da Müslümanları Radikalleştirmenin Yolları

Hollanda'daki gelişmeler Avrupa'nın geriye kalan kısmındaki gelişmelerle oldukça paralellik arz etmektedir. 1980'in bitiminden beri, İslam ile irtibatlı şiddetin ve radikallerin kimlik modeli Avrupa'nın bir ucundan diğerine benzer eğilimlerle aynı çizgide olmuştur. Salman Rüştü'nün Şeytan Ayetleri (Ocak 1988)'ne karşı Bradford gösterileri, Batı'da yaşayan Müslümanlar tarafından ilk açık tepkiyi temsil etmektedir. Her ne kadar Rüştü hakkında Ayetulah Humeyni tarafından verilen fetva tamamen siyasi sebeplerle verilmiş olsa da bu, "İslâm'a hakarete" karşı Avrupa'da İslâm'ın korunması gerektiğine dair tepkidir.

1994 ve 1995 yazında, Fransa'da İslâmcı radikaller tarafından bir dizi terörist eylem gerçekleştirildi. Birçok Avrupalı genç, Müslüman dünyanın değişik bölgelerinde (Afganistan'da, Bosna'da, Çeçenistan'da, Keşmir'de ve son zamanlarda da Irak'ta) cihada katıldı. Hepsi terörist olmasa da bazıları (Zekeriya Musevi, Richard Reid) el-Kaide'ye dahil oldu. Guantanamo'da hapsedilen yaklaşık yirmi kişi var. Çoğu el-Kaide ile doğrudan bağlantılı olmasa da Afganistan'da Taliban ile birlikte savaşmaya gitmiş kimseler. Birçok eylem Batı'da yaşayan Müslüman gençler tarafından yapıldı veya planlandı: 11 Eylül pilotları, Roubaix çetesi (1996), Jamal Beghal şebekesi (2001), (11 Eylül saldırısına lojistik destek sağlamakla suçlanan) Hamburg hücresi ve hatta 2004 ölümcül Madrid saldırısından sorumlu grup bile aynı özellikleri paylaşır.

Bu nedenle, Batı Avrupa'daki ikinci nesil Müslümanların radikalleşme süreci yeni bir şey değildir. Bunlar kabaca üç kategoriye ayrılırlar: 1) Aileleri çoğunlukla Kuzey Afrika kökenli gençler. 2) Kuzey Afrika ya da Ortadoğu'dan, okumak veya çalışmak için gelip Batı'da yerleşmiş gençler. 3) Çoğunlukla dışlanmış kesimlerden mühtediler ki Siyah ve/veya Karayipli Müslüman olmayan ırkî azınlıklar, daha önce bir suç işlemiş ama hapishanede din değiştirmiş, esrarkeşlikten kurtulma yolunu İslâm'da bulmuş uyuşturucu müptelaları ya da Müslüman kardeşlerine katılıp kendilerini "yeniden doğmuş" hisseden kafadarlar.

Hepsi tamamen Batılılaşmış ve çoğunlukla ana akım Müslümanlardan ayrı kalmış kimselerdir. Van Gogh'un öldürülmesi, iki eğilimin birleşmesinin bir sonucuydu: İslâm'a sövgüye karşılık verme çağrısı ve genç Batılı Müslümanların "uluslar arası cihat hareketine" katılmaya başlaması.

Bu genç radikallerin Batılılaşmış oluşları birçok açıdan nettir: Batı dillerinde akıcılıkları var (çoğu kere Arapça konuşmuyorlar), çoğu zaman bir Batı ülkesinin vatandaşlığına sahipler (Usavi, Muhammed B.), Avrupalı hanımlarla evliler (Davudi, Beghal), Batılı ebeveynleri var (Madrid saldırısının ekip başı Abdülkerim Meccati'nin annesi Fransız'dır.) ve "yeniden doğmuş" kimseler. İçlerinde dinî bir okula gitmiş olanları çok az. Radikal gruplardaki mühtedilerin sayısı asla tam olarak belirlenemez: Son on yılda Avrupa'da çökertilen neredeyse tüm radikal ve şiddet yanlısı şebekelerin en az bir mühtedisi vardı (Reid, Grandvizir, Courtailler ve Ganczarski sayılabilecek birkaç isim).

Van Gogh'un öldürülmesinden sorumlu grup şunları yerine getirmiş görünüyor: Muhammed B. akıcı bir şekilde Flemenkçe konuşuyor ve Hollanda vatandaşı. Ayrıca fanatik olana kadar "normal" bir hayat yaşayan ama şimdi kendisini "yeniden doğmuş" hisseden birisi. Bu olayda yer alan diğer Faslılar Avrupa'da yerleşmiş kimseler. Neticede, dinî ve askeri eğitim almak için Pakistan'a giden ABD'li siyah bir askerin ve Hollandalı eşinin iki oğlunda somutlaşan mühtedilerin varlığını kabul etmemiz gerekir.

Dinin Kültürden Arınması (De-Culturalization)

Niçin "geleneksel Müslümanların" değil ama, Batılı Müslümanların ve mühtedilerin bu olayda yer aldığı açıklanamamasına rağmen, katil olayının Hollanda'da yol açtığı velvele, şu anda kültürlerin çatışması bağlamında ifade edilen "çokkültürlülük" meselesi üzerine odaklanıyor. Cevap şu: İstisna olarak görülen (fanatik bir Batılı Müslüman), tam olarak normun kendisidir. Teröristler radikalleştikçe, geleneksel bir kültürü ya da herhangi bir kültürü temsil etmiyorlar. İslâmî radikalleşme saf bir kültürün ifadesi değil ama kültürden arınmanın (deculturation) bir sonucudur. Bu, geleneksel ya da Batılı kültürlerin dışında, hatta bizzat kültür kavramının haricinde "saf" bir dini, yeniden inşa etme mücadelesidir.

 ("Neo-fundamentalizm" olarak adlandırdığım ve şiddeti ya da siyasî radikalleşmeyi gerektirmeyen) İslâmî radikalleşmenin günümüzdeki tüm şekilleri, kültürden arınma ve küreselleşmenin bir ürünü ve aracıdır. Afganistan'daki Taliban, Batılı mütecaviz tavırlara karşı geleneksel bir kültürü savunmak için savaşmadı: Tersine, başlangıçta ABD hükümetiyle iyi ilişkilere sahipti ve her şeyden önce geleneksel Afgan kültürüne karşı mücadele etti. (Burada kültür kavramını hem sanat ve edebiyat açısından hem de sosyal olarak aktarılan davranış kalıpları, inançlar ve kurumların antropolojik anlamı açısından ele alıyorum.) İslâm dünyasında, ihtilafları ne olursa olun, Selefiler ve Tebliğciler tümden, pak İslâm'ın kaynağından uzaklaştırmakla suçladıkları geleneksel İslâm'a karşı mücadele etmektedirler. Kendisinde köksüzlüklerine bir mazeret ve haklılık payı buldukları böyle bir pekiştirici, kültürden arınmış ikinci nesil Müslüman kesimler arasında çok etkilidir: Bunlar, ev mutfağında pişenlere nispetle helal (hamburger, pizza vb.) hazır yiyecekleri tercih ederler. Nesil çatışması, haklarından mahrum edilme duygusuyla birleşince aniden bir değer kazanmıştır: Dedelerinin İslâm'ına ne kadar önem vermezlerse, o kadar "gerçek Müslüman" olma fırsatı yakalamışlardır. İmanın bireyselleşmesi, kendini yetiştirme, nesil çatışması, (kabul görmüş dinî liderler de dahil) otoriteyi red, aile bağlarının zayıflaması, (ebeveynlerinin etnik cemiyeti de dahil) daha büyük bir cemiyetle etkileşim içine girememe, daha küçük içe kapanık bir gruba meyil, bir külte benzeme. Tüm bu etkenler radikallerin kültürden arınma sürecinin boyutlarını göstermektedir.

Otantiklik arayışı artık saf bir kimliği sürdürme çabası değil ama İslâm'ın tarih dışı, soyut ve muhayyel bir modeli aracılığıyla bu saf kimliğe dönmek ve onu da aşma arayışıdır. O, bir kimsenin gençliği ya da aile köklerine yönelik belli bir ülkedeki nostaljik bir mesele değildir. Bu anlamda "Batılılaşma" Batı'ya ait oluşun dışında ve bu yüzden de ona yönelik çift yönlü bir tutumdur. Mümbit bir zemin oluştursa da böyle davranışların, şiddete yol açması kaçınılmaz bir şey değildir. Şiddeti açıklamada iki unsur vardır: İlki böyle radikaller hiçbir gerçek kesimle irtibatlı değildir ve cemiyetleri belli bir toplum ya da kültürde köklerini bulmaz. Bu nedenle bir iman eylemi olarak yeniden inşa ve tecrübe edilmek zorundadır. Varlığı kendi davranış ve amellerine dayalı olan sanal bir ümmete vurgu yaparlar. İslâm'a hakaret edildiği saplantısı ve sapma, İslâm'ın toplumsal otoritesinin ortadan kalkmasıyla paralel gider. "Muhayyel" toplum "kâbus"a dönüşür. Muhammed M., İslâm'a hakaret eden birisini öldürdüğünde, lafzî olarak kurbanının boğazına "Haddi aşma!" yazdı.

Diğer teröristlerin seyirlerini gözden geçirdiğimizde daha farklı ve daha siyasî bir yaklaşımı gözlemleyebiliriz: Hedefleri Hıristiyanlık değil, 70'li yılların Batılı aşırı solun geleneksel hedefleriyle aynıdır. Seleflerinden farklı olarak bir seviyeye kadar kitlesel kıyımı başarabildilerse de hâlâ Baader Meinhof, Kızıl Tugaylar ve Carlos'un açtığı yoldan gidiyorlar. "Medeniyetler çatışması"nı destekleyenlerin Irak'taki rehine eylemlerinin fotoğraf karelerine bakmaları gerekir: Radikal bir örgütün pankartı altında gözleri bağlanmış bir rehinenin "yargılanması", rehinenin "suçunu itirafı" onun infazı, birebir 1978'de eski başbakan Aldo Moro'yu kaçırdıkları zaman İtalyan Kızıl Tugaylar'ının eylem tarzı ödünç alınmıştır.

Çokkültürlülüğün Ötesinde

Ne var ki, Hollanda halkı Van Gogh'un öldürülmesini şaşırtıcı bir şekilde çokkültürlülüğün iflası olarak yorumlamıştır. Çokkültürlülük birdenbire olumsuz bir şey olarak görülmeye başlamıştır. Fakat olumluluktan olumsuzluğa gidiş çokkültürlülük entelektüel paradigmasının hâlâ devam ettiği anlamına geliyor. Çokkültürlülük açıkça iflas etti ama farklı bir sebeple: Söz konusu kültür kayboluyor ve şiddetin gerçek kaynağı bu. Büyük medeniyetlerin sınırlarının ortadan kalktığı bir dönemde, kayıp medeniyet hayaletine ikinci kez hayat vermek için zihinsel sınırlar yeniden keşfediliyor: Yani çokkültürlülük, azınlık gruplar, medeniyetlerin çatışması ya da diyalogu, cemaatleşme vb. kavramlar. Etnisite ve din, kimliği eylemci bir tanıma dayanan gruplar arasında yeni sınırlar çizmek için kullanılır: Biz ne diyorsak oyuz ya da diğerleri bize ne diyorsa. Bu yeni etnik ve dini sınırlar herhangi bir coğrafî bölgeye tekabül etmiyor. Zihinlerde, tavırlarda ve söylemlerde görünüyorlar. Sınırdan daha belirginler ama keşfedilmek zorunda olduklarından daha bir hırsla destekleniyor ve müdafaa ediliyorlar. Çünkü onlar narin ve geçici oluşlarını sürdürüyorlar. İslâm'ın sınırsız hale gelmesi bir tanım ihtiyacını dayatıyor çünkü İslâm artık çeşitlilikleri ne olursa olsun belirli kültürlerle kayıtlı değildir. Kültür kavramı krizi Batı'da çok açıktır. İslâm'ın bir tehdit olarak Avrupa'nın bir ülkesinden diğerine nasıl farklı algılandığını görmek ilginçtir. İngiltere'de örtülü kız öğrencilerin sorun olarak görülüşü aptalca bulunurken, Fransa'da "başörtüsü sorunu" Fransız ulusal kimliği üzerine bir tartışmaya yol açmaktadır. Bu, İngiltere'nin Fransa'ya göre daha hoşgörülü olduğu anlamına gelmez: Fransa'da hiç problem değilken, İngiltere'de İslâmî usullere göre hayvan kesimi katı bir şekilde yasaklanmaktadır. Kuzey Avrupa'da hayvanları koruma meselesi neredeyse bir medeniyet sorunudur. (Pim Fortuyn'un bir hayvan hakları savunucusu tarafından öldürüldüğü gerçeği üzerine kimse kafa yormuyor görünüyor.) Dil meselesi de karmaşık. Müslümanlar, Fransa'da ve İngiltere'de ve çoğu kere de Avrupa'ya gelişlerinden önce ev sahibi Avrupa ülkesinin dilini konuşuyorlar. Hollanda'da ise öyle değil. Ülkede kalmayı planlıyorlarsa, yoğun dil eğitiminin verildiği "kültür kurslarına" gitmeleri gerekiyor. O zaman mesele, Avrupa'ya entegre olma değil, farklı Avrupa dillerinin statüsüdür. İslâm; Avrupa'ya, Avrupa entegrasyonunun, ulusal kimliklerin siyasi boyutunu zayıflatmaya başladığı dönemlerde girdi. Geleneksel ulus-devletler yavaş yavaş tarihe karışıyor. Aynı zamanda sıradan insan seviyesindeki ulusal birlik de göç sonucuna bağlı olarak kaybolmaya yüz tutuyor. Avrupalı kimlikler yeniden şekillenme sürecine girmiş bulunuyor ve "İngilizlik", "Hollandalılık", "Fransızlık" şeklinde yeni terimler ortaya çıkıyor.

Avrupa, göç sorunuyla uğraşmak için tarihi iki model denedi: Asimilasyon (Fransız modeli) ve çokkültürlülük (Kuzey Avrupa modeli). Her ikisi de aynı sebeple iflas etti: Kültür ve din arasındaki bağların kopmasını önemsemediler. Fransa, haklı olarak ithal kültürlerin yok olup gideceğini düşündü ama yanlış bir şekilde bunun bireysel asimilasyona kapı aralayacağını iddia etti. Kuzey Avrupa, saf kültürlerin, yeni nesli bir tür sosyal kontrol altında tutacak uyumlu bir toplumun devamı için yeterli ölçüde sağlam olacağını düşündü. O da saf dinî bir kimliği desteklemekle yanlış yaptı. Her iki durumda da ortaya çıkan şey "göçmenler" ya da "kültürel azınlık" değil "Müslümanlar" olarak kabul edilecekti. Başlangıçtaki yaklaşımlar çok farklı da olsa bu, Avrupa'nın şimdi aynı meydan okumayla karşı karşıya geldiğini gösteriyor: "Salt" bir din olarak İslâm nasıl ele alınacak? Fakat İslâm'ın salt bir din olarak ortaya çıkışı "Doğu" ve "Batı" arasında bir bölünmeye yol açmıyor ki. Farkı oluşturan, bir tarafta tutucu ve dinî değerler arasında yeniden bir tanzim, öte yanda da ilerlemeci ve liberal fikirler. Ne var ki, değerler belli bir kültürün ifadesi değildir.

Pim Fortuyn, İslâm karşıtı bir gündemle Hollanda'da siyasete girdiğinde, amacı geleneksel Avrupa değerlerini savunmak değil muhafazakâr Hıristiyan değerlerine karşı 1970'de kazanılmış olan homoseksüel haklarını korumaktı. Oldukça ilginçtir ki, bir radyo yayınında homoseksüelliğin bir hastalık oluğunu ve hayvanlarla ilişkide bulunmaktan farksız olduğunu söyleyerek Fortuyn'un öfkesini çeken Faslı imam el-Moumni, homoseksüelliğin bir günah olduğunu ve bu nedenle ölüm cezasına çarptırılması gerektiğini söyleyen geleneksel ulemadan farklı düşünüyordu. Onu hastalık olarak tanımlayarak modern dönemlerdeki Katolik kilisesiyle bu konuda aynı çizgide olduğunu gösteriyordu: Pratiğe geçirmediği sürece homoseksüellik günahına ceza takdir etmemek bunun yanında bir homokseksüel olarak ona yasal haklar verilmesini kabul etmemek, kilisenin gözünde modern ve makul bir pozisyondur.

İslâm tartışması gerçekte Avrupalı bir ruh edinmek isteyen Avrupalı bir arayıştır.

Çeviren: Murat Kayacan

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR