1. YAZARLAR

  2. Aydın Aktaş

  3. İletişim Yayınları’nın İslamcılık Derlemesi

İletişim Yayınları’nın İslamcılık Derlemesi

Ekim 2004A+A-

1- İslamcı Söylemin Kaynaklarını Operasyonel Okuma Biçimleri:

İslamcılığın Osmanlı Devleti'nin kurtuluş projelerinden olan "meşhur teslis"in bir parçası olduğu yönündeki yaygın kanaat, onun dünyeviliğine de atıfta bulunur.

Oryantalist bakış açısının İslamcılık tanımlamaları; dönüp dolaşıp İslamcılığın, modernleşmenin bir ürünü olduğu, aynı zamanda kırsal kesimin siyasal erke, burjuva sınıfına yönelik tepkisini içerdiği, hatta; bu kesimin toplumsal katmanların hiyerarşik örgütlenme yapısının doruklarına ulaşmak için İslamcılığı, sınıf atlamanın bir aracı olarak kullandığı çerçevesinde şekillenir.

Başka bir bakış; İslamcılığı, Müslüman kavramıyla kategorik bir ayrımın nesnesi mesabesinde hiyerarşik bir kavramsal karşıtlıkla anlamaya, yorumlamaya çalışırken, siyasal kodu veya niteliği ağır basan bir insan eylemi derekesine indirgeyerek tanımlar. Öte yandan gelenekselin korunmasını bir misyon olarak üstlenen muhafazakar bakış, İslamcılığı daha çok dünya nimetlerine göz dikmiş, modernleşmenin ilerlemeci yönünün temsilciliğini üstlenen yapısıyla eleştirip, sigaya çekmeye çalışmaktadır. Ayrıca İslamcılık, Türkiye özelinde 28 Şubat süreci öncesi ve sonrasıyla yaşanan gündemle ilgili olarak, 11 Eylül olayları sonrasında küresel çapta kodlanmaya çalışıldığı şekliyle, homojen bir hüviyetle tanımlanma ve bu tanımlamanın parantezleri arasına sıkıştırılan özelliklerle yaftalanma gibi bir takım operasyonlara maruz kalmaktadır.

Neo-oryantalist söylem düzleminde Olivier Roy ve John L. Esposito'nun çalışmalarıyla en iyi şekilde örneklenen iktidar eksenli tanımlama çabası, günümüzde tüm hızı ile sürmektedir. Değişik sonuçları ile birlikte bu çabalar, her cenahtan düşünür tarafından entelektüel ilgi de görmektedir. Bir yandan İslamcılık kavramı üzerinde söz konusu çabalar sonucunda oluşmuş bir ittifakı temsil eden söylem, öte yandan bu ittifaka yönelik oksidental yada aleyhte düşünceler İslamcılığı yüzyılımızın en önemli düşünce akımı kılıyor.

Tam da bu önemi belgeleyen son bir çaba olarak, İletişim Yayınlarından çıkan Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce serisinin 6. cildi olan İslamcılık kavramını bir derleme usulü ile değerlendiren bir içeriğe sahip eser dikkatleri çekiyor.

Yasin Aktay'ın editörlüğünde hazırlanan, 1112 sayfalık İslamcılık; İslamcılık konusuna, kavramına farklı, çeşitliliği bol, zengin bir muhteva kazandırmaya çalışıyor. Bu amaçla; kavramlar, gelişmeler, geriye dönüşler, arayışlar, kişilikler hakkında bolca malumat verip; sağdan, soldan, İslamcı cenahtan pek çok yazardan da yararlanıyor. Böylelikle, her kitaplıkta bulunması gereken zengin bir malzemeyi okurlarına sunuyor.

Aktay'ın "Sunuş" başlığı altındaki sonuç cümleleri bu derlemenin amacını net bir biçimde ortaya koyuyor:

"Özelde İslamcılık düşüncesi, genelde de Türk Siyasi Düşüncesi hakkında daha derinlikli ve sürekli bir düşünüm için, bütün etkileriyle birlikte, güçlü bir adım oluşturmasını diliyorum. "

İslamcılık derlemesi, İslamcılığın; din, sanat, siyaset, ekonomi üzerindeki değişik tarihsel etkileri hakkında belli başlı kişilikler, akımlar, kurumlar, gruplar ve siyasi oluşumlar dolayımından hareket ederek bilgiler vermeyi ve bunlara yönelik derinlikli ve doğru analizleri mümkün kılmanın şartlarını zorlamak istiyor.

Nurculuk, Süleymancılık, Ticanilik ya da İskender Paşa Cemaati gibi gruplar; Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat fakülteleri, İmam Hatip Liseleri gibi kurumlar; Serbest Fırka, Milli Görüş ve onun uzantıları olan Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, Saadet, MÜSİAD ve AKP gibi İslamcılığın Türkiye'deki seyr-ü seferine tarihsel önemde güçlü etkileri olmuş siyasi, ekonomik ve sosyal oluşumlar bu derlemede masaya yatırılarak derin analizlere tabi tutulmaya çalışılmaktadır.

İslami düşünce dergileri olarak, Tezkire, Ümran, Bilgi ve Hikmet, Hareket dergilerini de değerlendiren bölümde, bu dergilerin İslamcılık serüvenine düşünsel referans sağlama konusundaki işlevlerine değinilmiş.

Müslüman entelektüellerin de değerlendirildiği bölümde söz konusu isimler, eski ve yeni Müslüman entelektüeller olarak sınıflandırılmış. Eskiler; M. Akif Ersoy, N. Fazıl Kısakürek, Ercüment Özkan ve Sezai Karakoç; yeniler ise Ali Bulaç, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Rasim Özdenören gibi isimler olarak belirlenmiş.

Yerlilik, İslam ya da milliyetçilik ve İslam arasındaki ilişkileri belirlemede de; Erol Güngör, Nurettin Topçu ve İsmail Kara'dan faydalanılırken bir dönem Milli İslamcılık serüvenini temsil eden Mücadele Hareketi de değerlendirilmiş.

İslamcılık derlemesinin diğer konuları arasında İslam; kadın, sol, sinema, sermaye, sivil toplum, kamusal alan ilişkisi de anılabilir. Bunlarla birlikte söz konusu derlemenin hacmi de oldukça büyüyor.

İslamcılığı her zaman olduğu gibi bir ilgi odağı haline getiren bu çalışmanın bize katacakları yanında bizden alıp götürecekleri de var. Çünkü, bu derlemede bir araya getirilmiş, düşünsel referansları örtüşmeyen, çeşitli dünya görüşlerine sahip düşünürlerin söyledikleri mutlaka itirazları da doğuracaktır. Bu yüzden İslamcılık hakkında yazılmış ilginç, değişik, bazen tahrik edici bazen de okuru onaylayan, bazen kızdıran bazen "işte bu!" dedirten çok dikkatlice ve değeri bilinerek okunması ve değerlendirilmesi gereken pek çok yazı var ve tabi ki bunlara emek veren pek çok isim.

İslamcılık derlemesini zengin bir düşünsel platform oluşturacak şekilde düzenlemek isteyen Yasin Aktay; bu çabasının gerekçelerini de yine bu paralelde "Sunuş" başlığı altındaki ifadelerinde göstermeye çalışmaktadır.

İslamcı Hassasiyet Neyi Gerektirir?

İslamcılık üzerine yapılan pek çok değerlendirmede ortak olan noktalardan birisi, İslamcılığın modernliğin ortaya çıkardığı bir sorunsal olduğu yönündedir. Bu nokta merkezinde yoğunlaşan düşünceler, İslam tarafgirliği anlamında ya da İslam savunması eşliğindeki yorumlardır. İslamcılık, bu anlamıyla tıpkı Namık Kemal' in ya da Afgani'nin oryantalist Renan'a karşı yaptıkları müdafaa gibi bir işlevsellikle ele alınmaktadır. Böyle olunca da İslamcılık kavramı, İslam yandaşlığı anlamında, ona dışarıdan bakan gözlere, uzanan dillere ya da dokunan ellere karşı İslam'ı koruyan, onu savunan bir misyon içeriğini de kazanmaktadır. İslamcılık, Bunun dışında, Osmanlıya kurtuluş reçetesi olacak bir proje ve popülist bir politika anlamında, devlet nezdinde II. Abdülhamit'le birlikte ve dönemin genç Osmanlıcıları arasında rağbet görüp; Afgani, Abduh öncülüğünde bir ideoloji olarak tarihsel bir zemine sahip olmuştur.

İslamcılık kavramı hakkındaki bu kavramsal analiz ya da tarihsel çerçeve, İslamcılığı peygamberin ortaya koyduğu sahihlikte bir dinden ve onun muhtevasının bir çok bölümünden mahrum bırakmakta, adeta tarihsel kökeninden kopuk bir yaftaya mahkum etmektedir. Böyle olunca da İslamcılık söylemi ya da siyaseti güden her birey için İslamcılık kavramı üzerinde yapılan tüm tanımlama ve bunun içine sıkıştırılmış özellikler akla gelmektedir. Köksüz, siyasal bir araç, gelenekten kopuk, manevi boyuttan mahrum, seküler gibi yakıştırmalar peş peşe akla gelenleri… Kısaca "İslamcıyım" diyen herkesi mahkum edecek bir çerçeve…

Siyasal organları aldırılmış bir Müslüman(!) figürünün küresel çaptaki sömürü çarkında ne gibi fonksiyonlar icra edeceği bir gerçektir. Küresel kapitalizmin tüketim köleliğine gönüllü bir katılım anlamındaki her türlü anti-siyasal organizasyonun aslında bir siyasal tavır, duruş olarak bilinçsizce sömürüye hizmet edeceği de. .

"Politika" isimli eserinde Aristoteles, insanı "zoon politikon" (politik hayvan) olarak tanımlarken, bu tanımlamayı bir vahiymiş gibi algılayan, eylem pratikleriyle, yaşam tarzlarıyla bunu onaylayan bazı ideolojik çevrelerin üyeleri "insan" gerçeğindeki özden sadece bir yönü vurgulayan bu tanıma hizmet etmektedirler.

Öyle ki; bînamaz İslamcı ile Marlboro içen sosyalist gibi düşünceleri ile çelişen ilginç figürler ortaya çıkabiliyor. Bu çevrelerde teori-pratik tartışmalarının sıklıkla yaşanması aslında ideolojik kampların aşamadıkları bu durumun da bir sonucudur. Peygamber (s)'in "Namaz kılmayan bizden değildir." veya "Dinin direği namazdır." diyerek önemini vurguladığı ibadetler "zoon politicon" tavrı içindeki İslamcıya neredeyse hiçbir şey anlatmamaktadır.

Bu ve buna benzer örnekler, siyasal-kültürel kavramların karşıtlandırılması çabalarını da hızlandırmaktadır.

İslamcı-Müslüman ayrımları her iki kesimden düşünürleri öznel birtakım savunma ya da taarruzkar değerlendirmelere itmiştir.

Bunlardan bir örnek olarak, yerlilik, kültür, gelenek vurgusu ve rengi ağır basan nitelikleri haiz Müslüman kavramını öne çıkaran, bunun karşısında da İslamcılığı; dünyevi, seküler veya modernliğin temsilcisi nitelikleri ile ilişkilendiren İsmail Kara'nın görüşleri dikkate değer.

İletişim Yayınlarının Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce serisinin devamı olan İslamcılık derlemesindeki İsmail Kara'nın İslamcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri adlı yazısı İslamcılık dolayımında yapılan aleyhte değerlendirmelerin ortak noktalarını tespitte ve bunların haklılığının kritiğinde önemli malzemeler sunmaktadır. Bu yazıda yoğun olarak Kara'nın söz konusu yazısının bir analizi yapılmaya çalışılacaktır.

2- Operasyonel Okumaların Mağdurları ya da "Doğru Yolun Sadık Kulları": Şeriati, Kutup ve Mevdudi

İslamcılığın referans kaynakları olarak adları son yüzyılda en çok öne çıkan isimlerin başında gelen Ali Şeriati, Seyyit Kutup ve Mevdudi, İslam dünyasının birbirinden değişik kültürel dokulara sahip üç önemli coğrafi bölgesinden (İran, Mısır, ve Pakistan) her biri diğerinden farklı tarzlara sahip düşünürler olarak, gerek retorik, gerekse eylem stratejilerini çağın Müslümanlarına ulaştırmada benzersiz bir misyonu ortaya koymuşlardır. Farklı tarihsel ve mekansal tecrübeleri yaşamış olmalarına, yine farklı coğrafyalarda farklı sosyal yapıların havasını teneffüs etmelerine rağmen, aralarında neredeyse bir gönül, fikir veya mesaj birlikteliğini oluşturabilmeleri ilginçtir. Bu durum, özellikle İslamcılığın referans kaynakları olan bu üç düşünürün görüşlerinin Türkiye şartlarına uyarlanmasının imkansızlığından ve bu yüzden yerel unsurların vurgulandığı bir İslami hareket tarzından dem vuranları zor duruma düşüren bir işaret taşımaktadır. Ve sanıldığının aksine bu üç düşünürün söylemlerinin evrensel muhtevasından çok yerel şartlarda karşılaştıkları meselelere yaklaşımlarındaki kullanışlılık durumu her coğrafi ve tarihsel dokuda yeniden üretilebilme potansiyeli taşımaktadır. Bu nokta, onları seksenli yılların öncesine mahkum kılan ve etkilerini sadece o dönemlerle sınırlandıran tüketici zihniyetin iddialarını bertaraf edecek işaretleri de barındırıyor.

1979 İran İslam Devrimi sonrasında hızlanan çeviri eserler, Ali Şeriati, Seyyit Kutup ve Mevdudi gibi İslam dünyasından düşünürlerin görüşlerinin İslam coğrafyalarında yaygınlık ve kabul görmelerini sağlamıştır. Daha çok bu düşünürlerin düşüncelerinden politik argümanlar, görüşler ve sloganlar operasyonel bir okuma biçimiyle damıtılarak vurgulandığı için, hem bu düşünürlerin düşüncelerinin hem de yaşamlarının, sadece siyasal bir nitelikle anlaşılmak gibi bir sorunla karşılaştığı görülmüştür.

Bu sorun, sonuç olarak bu isimlerin temsil ettiği anlayışın siyasal olarak kodlanmasını beraberinde getirmiştir. Aslında, yanlış ya da koşullanmış bir okumanın mağdurları olan söz konusu düşünürlerin sadece ekonomik ya da siyasal görüşleri yanında; ahlaki, dini, ailevi veya sanatsal açılardan da değerlendirilmelerini gerektiren pek çok sebep vardır. Ve bu noktalara da yayılmış okumaların, bu düşünürlerin, daha değişik figürler olarak ortaya çıkarılmalarını sağlayacağı bir gerçektir.

İslamcılığın modernlik yönünü öne çıkaran Esposito, Roy veya pek çok oryantalist yaklaşım, bu üç düşünürün görüşlerinden modernliği ele verecek her türlü ifadeyi adeta süzgeçten damıtarak ortaya çıkarırken, her üç düşünürün geleneksel referans kaynaklarını ve İslam tarihinin hangi dönemlerindeki hangi akımlara veya düşünce ekollerine bağlı olarak ortaya çıktıklarını görmezden geliyor. Bu noktada Ali Şeriati'nin Şia geleneğinin aslında bir türevi olduğunu, Mevdudi ve Seyyit Kutup'un da aslında selefi geleneğin önemli isimleri olan büyük ehli sünnet alimlerinin ve Ahmet İbn-i-Hanbel'le başlayıp, İbn-i Teymiyye ya da İbn-i Kayyım el-Cevzi ile devam eden bir halkanın son temsilcileri oldukları görmezden geliniyor. Bu görmezden gelme durumu en erken, bu düşünürleri sadece yüzyıllık bir geçmişle irtibatlandırma ve sadece Afgani ve Abduh ile ilişkilendirerek İslamcılığı da köksüz ve gelenekten yoksunmuş gibi gösterme kurnazlığı ile devam ediyor.

Aslında bu tarz operasyonel tavırlar bunlarla sınırlı değil. Bazen Şeriati'nin katı Şia anlayışından kurtulamadığı, bazen de Şia'yı modernize eden ya da onu bir din reformisti olarak lanse eden değerlendirmeler de yapılıyor. Aynı şey Seyyit Kutup'un gençlik kitapları referans gösterilerek kendisi hakkında sosyalizm uyarlamacısı olduğu söylenirken yapılmaktadır. Aslında genele malum olduğu gibi Kutup, erken dönemlerindeki pek çok eseri ve özellikle bu tarz eserleri reddetmektedir. Mevdudi ise İslamcılık hakkındaki modernliğin üretim kaynağı şeklindeki oryantalist anlayışla bazen çok tezat bir yaklaşımla değerlendirilmektedir. Kendisini çok katı bir geleneğin sadece çok alim ve de zeki bir temsilcisi olarak lanse eden bu yaklaşımda, Mevdudi'nin sadece politik yaşamının öne çıkarılması da söz konusu operasyonel okuma girişiminin bir sonucudur.

İslam tarihinin pek çok önemli olay, figür ya da düşünce akımının sadece belli bir amaçla araştırılması ilginç sonuçlar ve fikirler doğurmuştur. "Türk Müslümanlığı" tezini dillendirenlerin; Yesevi, Maturidi, Hanefi üçlüsünden oluşan bir feyiz üçgeni kurmaları ve onları Türk düşünce dünyasıyla irtibatlandırmak için zorlama akrabalıklar inşa eden okuma çabası ile, İslam'da demokrasinin, rasyonel bir aklın inşası için Mutezili düşünce tarzından medet uman okumalar veya Gazali'nin sebep olduğu varsayılarak, Batı'dakine benzer olası bir aydınlanmanın başlaması için bir skolastik dönem tasavvurunun üretilmesi çabaları hep birlikte operasyonel okuma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmış yanılgılara örnek olarak gösterilebilir.

Aynı tarz okumalar; bugün, İslamcılığın söylem kaynakları olarak belirlenmiş Kutup, Şeriati ve Mevdudi üzerinden de yapılmaktadır.

3- Operasyonel Okumada Anlamanın Anlayışsızlığa Dönüştüğü Durumlar

"Musa kavmine: 'Allah bir sığır kesmenizi emrediyor.' demişti de; 'Bizimle alay mı ediyorsun?' demişlerdi. O da: 'Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım!' demişti.

'Bizim adımıza Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın!' dediler. Musa: 'Allah diyor ki: O, ne yaşlı ne de körpe; ikisi arasında bir inek. Size emredileni hemen yapın!' dedi.

Bu defa; 'Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın!' dediler. 'O diyor ki: Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini açan bir inektir.' dedi.

'Ey Musa bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, nasıl bir inek keseceğimizi anlayamadık. Biz, inşallah emredileni yapma yolunu buluruz.' dediler.

(Musa) dedi ki: 'Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.' 'İşte şimdi gerçeği anlattın.' dediler ve bunun üzerine(onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi." (Bakara: 69-72)

Bu kıssa, anlayışın anlayışsızlığa dönüştüğü her durum için akla gelir. Hermenötik tartışmalarında Gadamer ve Derrida arasında geçen diyalogda Derrida, anlamanın imkansızlığını bir Beni-İsrail tavrı ile ispata çalışır. Sofistike bir tarzla Gadamer'e: "Ne konuşursan konuş anlamıyorum!" der adeta.

Gadamer: "İnsanlar, ağızlarını açıp konuşmaya başladıklarında karşı taraftan ilkin anlaşılmayı beklerler." diyerek anlamanın insan ilişkilerinin vazgeçilmez unsurlarından birisi olduğunu vurgular.

 Anlamak, anlaşılmak kavramlarından söz açılmışken, belki de anlayışsızlıktan veya anlaşılmamaktan en çok muzdarip olmuş kişiler peygamberler olmuştur. Ve bunların belki de en sabırlısı Nuh (a)'tu.

Fakat aslında durumun olduğundan farklı olduğunu bizlere düşündürten bu Beni-İsrail örneği, anlaşılmamak veya anlamamanın, istem dışı ya da bilinç potansiyelindeki eksiklikten kaynaklanan haller dışında mümkün olmadığıdır. Bunları ortaya çıkaranın, insanların; sözler, durumlar, olaylar ya da kişiler karşısında bir takım kaygılarla ördükleri ön yargı duvarları olduğu açıktır. Kur'an-ı Kerim, aslında fiziksel olarak; gören, duyan, konuşan bu tavırlara sahip insanlara; kör, sağır ve dilsiz nitelendirmesini yapar.

Yine, Kur'an-ı Kerimde, Ashab-ı Kehf kıssasının insanlara anlatılmasındaki muradın insanlarca gereği gibi anlaşılmamasının nedenleri irdelendiğinde, anlayışsızlık hastalığının sadece Beni İsrail'de bulunmadığı görülecektir.

Ölümden sonra dirilme, ya da Allah'ın kudretini gösterme gibi amaçları olan bu kıssa, insanların çoğu için bir dedikodu, hatta bir paparazi değerinde karşılanmış, anlaşılmaya çalışılmamıştır. Mağaradakilerin kaç kişi oldukları, köpeklerinin ismi ve yaşı, kaç yıl kaldıkları vs. gibi ehemmiyeti haiz olmayan sorular ve konularla uğraşmak, insanlarca, Allah'ın kudretini görme, anlama ve ölümden sonraki hayatı ve bu hayatın gerçek değerinin anlaşılmasından daha önemli görülmüştür.

Tüm bu örnekler, insanların anlamayı anlayışsızlığa dönüştürdüğü durumlar için gösterilebilir.

İsmail Kara'nın "İslamcı Söylemin Kaynakları Ve Gerçeklik Değeri" adlı yazısında M. Akif Ersoy'un bir şiirini tahlil ederken ki değerlendirme ve yaklaşım tarzı da yukarıda belirtilen örneklerdeki insan reflekslerini fazlasıyla hatırlatan işaretlerle yüklü.

"Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız yaprağına

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir Kur'an bunu hakkıyle bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!"

Mehmet Akif'in Osmanlı toplumunda köhnemiş zihin dünyalarına karşı giriştiği iyileştirme amaçlı çabanın bir uzantısı olarak serdettiği bu sözler, Osmanlı toplumundaki İslam'ın referans kaynaklarına yaklaşım biçimine bir eleştiridir aynı zamanda. Bu sözler, Allah'ın hitap ve emirlerine, mesajlarına karşı yanlış anlamalara ve anlayışsızlık tavırlarına girişen Beni İsrail'e ve Ashab-ı Kehf kıssasına yaklaşım tarzındaki bozukluğa işaret eden uyarılara da benziyor.

Ersoy, hayatın içine bir düzenleyici olarak sokulmasının gereğine inandığı Kur'an'ın, hayat emaresi olmayan mekanlar olarak mezarlıklarda işlevini yitirdiğini, en azından iniş amacına uygun olmayan bir araçsallıkla kullanıldığını görüp, sitemle şiirinde bunu dile getirmektedir. Ersoy'un bu dizeleri ile vermek istediği mesaj, ulaşmak istediği amaç ve yola koyulurken ki niyeti oldukça açık. Bu açıklık durumuna karşı, Kara, yazısının bir bölümünde en gereksiz açıklamayı yapmaktadır: "Ayrıca Kur'an evde de, mezarda da okunan zaman ve mekan üstü bir metindir."(…)

Kara, Ersoy'un hangi saiklerle dizelerini serdettiğini empati ile anlama çabasına girişmeden Ersoy'u "İslamcı söylemin kaynakları" başlığı altında belli bir zihniyet kalıbına sokup onu mahkum etmenin en zorlama ve belki de en kolaycı yoluna sapıyor.

"Nazmı celilin yaprağına bakmak" ile "ağaç ve bitki yapraklarına bakmak" arasında kurmaya çalıştığı derin(!) bağlara işaret ederek ve "ölünün toprağına üflemek" ile "dirinin yüzüne üflemek" arasındaki derece farkını ortaya koyarak "kesilmesi gereken inek"ten uzaklaşmanın yollarını arıyor.

Kara, Ersoy'un dizelerini tahlil ederken Dilhtey'in bir metin ya da tarihsel bir olay karşısında anlamayı yakalamanın ön şartı olarak "oradaki veya o zamandaki yaşama katılmayı" gerekli gören kuralını ihmal etmişe benziyor. Ersoy'un niyetini ve bu niyeti doğuran tarihsel durumunu gözden kaçırıyor ya da saklıyor, tıpkı İslamcılığın dinamizmini ve gerekliliğini sağlayan tarihsel koşulları gözden kaçırması gibi…

Kara, Ersoy'un, Birinci Cihan Harbi arifesinde verdiği bir vaazındaki ifadeleri değerlendirirken; cemaatin gözlerini açmaları ve akıllarını başlarına toplamaları için yaptığı vurguları bir aciliyet psikolojisi ile yaptığını düşündüğü felaket tellallığını İslamcı söylemle özdeşleştirerek soruyor:

"Nasıl olmuş da zaruretler hiç bitmemiş veya zaruret devri geçtiği halde zaruretlere yaslanarak teşekkül etmiş söylem (İslamcılık) gücünden ve tesirinden hiçbir şey kaybetmemiştir. "

Aslında cevabı açık olan bu sorunun Kara'nın kafasını karıştırmasının sebebi zaruretlerin bittiğine dair bir ön yargıyla sorusunu sormasıdır.

Bugün, dünyanın hangi coğrafyasında Müslümanların akıl, his, ve yaşam açısından rahat oldukları söylenebilir? Veya neresinde bağımsız bir şekilde; ekonomik, siyasi ve ahlaki açıdan rahat oldukları söylenebilir? Acaba zaruretler bitmiş de Müslümanlar mı habersiz? Müslüman coğrafyalar işgal altında değil midir, durduk yerde Müslümanlara rahat mı batmaktadır?

Kara, bu soruları es geçerek sorusuna gayet emin bir tavırla şaşırtıcı bir cevap veriyor: "Olan şudur: Akan zaman içinde zaruret hali normal halin yerine geçmiş(zaruret hali devamlılık sebebiyle mutlaklaşmış) bunun beklenebilir bir neticesi olarak da zaruretin geçici bir süre için "mubah" kıldığı -aslen kötü ve yanlış olan şey- her zaman için iyi ve doğru olan şey haline gelmiştir. Zaruret halinde teşekkül eden söylemin nice on yıllardan sonra bugün bize de çok sıcak ve doğru gelişinin sebebi "kötü" nün zaman içinde "iyi"ye dönüşmesidir. "

Aslında olan bu mudur? Olan, İslamcılık siyasetinin miadını bir türlü onca beklentinin aksine tamamlamamış olmasının beraberinde getirdiği hayal kırıklığı olabilir mi?

Kara, İslamcı söylemin oluşmasında önemli fonksiyonlar icra etmiş kabuller ve yorumları iki noktada topluyor. Kara'ya göre; İslamcılık söylemi iki ön kabule dayanarak gelişir:

1- Küfür, İslam üzerine seyl-i huruşan gibi geliyor ve bu selin karşısında durulamaz, varolmak için yapılacak tek şey, onunla ahenkli bir uyum gerçekleştirmektir. (Kara, buna zaruri hale gelen Avrupalılaşmanın meşrulaşması süreci diyor. )

2- Düşünülmesi ve yapılması gerekenler acilen ve pratik hedefler gözetilerek düşünülmeli ve yapılmalıdır.

Kara, ikinci kabulün, İslamcılığı düşüncede derinleşememek ve gelenekle bağlarını kopararak köksüz hale gelmek gibi noktalardan olumsuz etkilediğini ekler. Ersoy'un söz konusu vaazını da bu tezine dayanak oluşturmak için örnek veri olarak kullanıyor.

Özellikle zaruretlerin bir takım eylemleri acil kıldığından ve bu durumun da kalıcı bir üretimin önünü tıkadığından söz ederek hem Ersoy üzerinden hem de Reşit Rıza'dan referanslarla İslamcı düşüncenin ne tür reflekslerle neşet ettiğini göstermeye çalışıyor. Bu refleksler ve aciliyet gerektiren durumların, İslamcı entelijansiyanın İslam dünyasındaki gidişatla ilgili olarak ortaya koydukları tecdit, ihya, yeniden yapılanma projelerinin hepsini belirlediğini söyleyerek böylelikle de bu projelere ve isimlere bir kalemde uzun vadede işe yaramaz nitelendirmesini yapabilmenin imkanlarını zorlayıp operasyonel okumanın en titiz örneklerinden birisini daha gösteriyor. Aşırı yorum dedikleri bu olsa gerek.

Kara, aynı yazısında: "Avrupa ve Amerika'daki strateji merkezlerinin sadece milli irtibatları da olan, yani bir toprağa basan, bir dili konuşan, hafızası canlı İslami hareketleri önemsemelerini çok önemsediğini (…) belirtiyor. Devamında: "Ayakları yerden kesilmiş, sosyal mütekabiliyeti olmayan, hafızasız bir hareketin gücü ne olabilir ki?" diye de soruyor.

Soruya soruyla karşılık vermek gerekliyse: "Dünyada söz konusu strateji merkezlerinin önemsediği milli irtibatlı hangi İslami hareketleri örnek verebiliriz?" sorusu önem arz eder. Bu sorunun cevabı da ilgiye değer. Eğer böylesi bir hareketin varlığına dair işaretler varsa ki, bunların, yerel dili ve tavrı öne çıkan bir oluşum olarak İslamcılık için hayati derecede gerekli açılımları besleyeceği ön görülebilir. Kara'nın tarifine uyan bir hareket olarak akla Taliban dışında, milli veya halkının dili ile irtibatlı başka bir hareket gelmiyor, sanırız bu da, Kara'nın idealize ettiği milli hareket modeline de uymayacaktır.

Kara'nın söz konusu ifadelerinde adı geçen strateji merkezlerinin aslında Kara'nın sözlerinin aksine bugün dünyada enternasyonal örgütlü yapılarla (El- Kaide gibi) daha çok ilgilendikleri bir vakıa. Özellikle Laden, Zerkavi, Hattab, veya Basayev, bu anlamda enternasyonal örgütlü bir yapı ile ilgili isimler olarak söz konusu merkezlerin ilgi odağıdırlar. Özellikle 11 Eylül olayları sonrasında durum bu minvaldedir. Her ne kadar sözü edilen merkezlerin neye önem verdiklerinin bir hareketin meşruiyetine yönelik ciddi işaret verip vermediği tartışılsa da Kara'nın bu değerlendirmesinin aksine reel dünyada yaşananlar bu şekildedir.

Kara'nın bir de II. Dünya Savaşı sonrasında Marksist, sosyalist etki ile (?) enternasyonallik boyutu yükseliş gösteren "ümmetçilik" söyleminin; memleket, devlet, toprak gibi kavramların din için vazgeçilmezliğini zayıflattığını aktardığı düşünceleri de irdelenmeye değerdir.

Bugün Irak'ta, Çeçenistan'da ya da yakın tarihlerde Bosna'da olan bitenlere karşı duyarsız kalmamış ve millet, toprak ya da oradaki bağımsız devlet fikrinin varlığının gerekliliğine inanmış "enternasyonal" mücahitlerin yaptıkları ortadayken, Kara'nın bu tarz ifadeleri, onun modern ulus devlet zihniyetiyle belirlenen gelenekçi- muhafazakar anlayışını ortaya koyuyor. Ve daha ilginci modern oluşunu da…

Kara, yazısının sonunda homojenlik elbisesi giydirilmiş bir İslamcı figürü ortaya koymaya çalışırken oryantalist argümanlarla desteklenen birtakım maddeler halinde özellikleri sıralanmış bir İslamcı portresi çiziyor. Bu portrenin ortaya çıkardığı görüntüye bir aynaymış gibi bakıp da kendisini görebilecek bir İslamcı var mıdır? Sorusunun cevabı askıda kalsa da bunu yaptığı aşikar.

Sonuç Olarak

Modernlik özelliği ile ilişki kurularak İslamcılığı mahkum eden yerlilik fikri ile mündemiç anlayışlar, aslında kültür gibi görece yeni bir kavram vurgusu ile modern bir anlayışı temsil ettiklerini unutmaktadırlar. Yerlilik, yerellik ya da local kavramları ile de terminolojisi genişleyen bir anlayış olarak kültürelliğe referans yapan anlayışlar, hem modernliğin yersiz yurtsuzluk üreten baskısını yok saymak, hem de aslında bu kavramların da yerli olmadığını görmezden gelerek bir çelişkiyi ortaya koymaktadırlar. Kısaca bu tartışmalarda her iki kanatta da "dinime tan eyleyen bari müselman olsa" durumları görülmektedir.

Küreselleşmenin; sınırları, sınıfları ortadan kaldıran, parçalayıp bozan etkisi karşısında, üstelik modernliğin, yersiz yurtsuzluğu üreten baskısı karşısında, kendisi olarak kalan, kalacak, kalabilecek bir toplum, millet, devlet ya da toprak mefhumu biraz da kafasını kuma gömmüş bir savunma refleksini hatırlatıyor. Kaldı ki Müslümanın koruması gereken öncelikli değerleri arasında kültürün bu unsurlarının öne çıkarılması gerekli mi? Değişmez değerlerimiz mutlaka ki vardır ve bunların sözü edilen küreselleşme ve modernizm saldırılarına karşı mutlaka korunmaları gerekir. Ancak, fani olan insanın yine fani olacak ürünü kabilinden kültürün bazı unsurlarını baki görüp, onları koruma misyonunu abartması dediğimiz muhafazakarlığın, asıl baki olan ve bizde asla kaybolmaması gereken Allah'ın bize vazettiği değerlerin yüceltilmesi ve yayılmasında Müslümanın tüm dünyada göstermesi gereken çabanın önüne geçtiği de bir gerçektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR