1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Hüzünlü Bir Özgürlük Öyküsü

Hüzünlü Bir Özgürlük Öyküsü

Ağustos 2021A+A-

Nicedir gitmek, görmek, görüşmek isteği ile zihnimde, kalbimde özel bir yer tutan İdlib için hazırlık yapıyorum. Yolluk listeme son bir kez daha göz attıktan ve evdekilerle vedalaştıktan sonra, haydi bismillah diyorum. Takvimlerin 15 Temmuz 2021’i işaret ettiği, sıcak bir günün sabahında, İdlib’e, Kurban Bayramı etkinliği için, 5 kişi çıktık yola. Özgür-Der’den Rıdvan Kaya, Musa Üzer, Abdullah Kaya, ben ve Fetihder’in çilekeşi Yılmaz Bulat ile. Bayram öncesi olduğu için yollar kalabalıktı. Öyle böyle geldik Bolu’ya kadar. Uzaktan Köroğlu Dağları’na selam bıraktık sessizce. Haktan, hukuktan ve dahi insanlıktan nasibi kalmamış ‘Bolu Beyi’ni de kınadık bir güzelce.

Şehirler arasında Bolu’nun özel bir yeri vardır nezdimde. Gazi Üniversitesine bağlıSevk ve İdarecilik Yüksek Okulunun yerinde şimdi yeller esse de Bolu hâlâ benim şehrimdir. Eskiden Düzce’den dağa tırmanıp sırta çıkınca, İstanbul’un keşmekeşinden kurtulup Anadolu’ya adım attım sayardım. Şimdi bu benim şehrimde, kalbinin karasını, beyaz gömlekle gizleyen, bir adam peydahlanmış. Havayı, suyu bile çok görür olmuş mazlumlara, muhacirlere. Senin de hükmün geçer, devrin biter behey Bolu Beyi! Kalır geride adın bir leke gibi. Dağlarla bakışmak, dağlara bakmak hep sarsar beni. Ne zaman bir dağ görsem, dağları görsem derin bir haşyet kaplar yüreğimi. Seni de Bolu Beyi, dağlara havale ettik, dağlara, onların sahibine.

Doludizgin araba sürmekte ve arada bir yüreğimizi hoplatmakta pek marifetli adaşım, yoldaşım Yılmaz Bulat’ın trafikten sebep hızı kesilmeye başlayınca alternatif güzergâh aramak kaçınılmaz oldu. En gencimiz, en maharetlimiz Abdullah’ın önerisiyle farklı yollar serildi önümüze. Dağlardan, vadilerden geçtik, hasat edilmiş ekinlere, kızıla çalan toprağa baktık bir süre. Nallıhan’ı, Beypazarı’nı aştık. Ve derken vardık Ankara’ya. Burada dostlar karşıladı bizi. Her biri sohbetine doyum olmayan nazik, müşfik kardeşlerdi. Namaz, yemek ve muhabbetin ardından, gecenin bir vakti tekrar yola revan olduk. Yolda aracımızın arka teker lastiğinin patlaması dışında bir aksilik yaşamadık. Şükür onun da üstesinden geldik. Fecr-i kâzibe yakın bir vakitti ki Aksaray Hasan Dağı’nın yanından geçtik. Zaman-ı evvelde volkanik, şimdilerde derviş sessizliğinde Hasan Dağı; kenarda bağdaş kurmuş haliyle hep heybetli. “Uhud bizi sever, biz Uhud’u.” diyene bin selam ile andık yine dağları. Az gittikuz gittik, dere tepe tepe düz gittik. Öğleden epey önce, kuşluk vaktinde gördük Akdeniz’i; kıyılarındaki köpükleriyle maviye boyalı rengini. Ve yine elbet dağları, Toroslar’ı. İnişli çıkışlı yollarıyla İskenderun’dayız. Şimdi menzile az kaldı.

Merhaba İdlib

Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki İHH Lojistik Merkezine vardığımızda, evden ayrılalı 24 saat olmuştu. Geldiğimiz aracı buraya bıraktıktan sonra İdlib’e giriş için bizi bekleyen başka bir arabaya bindik. İdlib’e geçiş için önceden kimliklerimizle aldığımız izin dışında bir belge aranmıyor. Şairin dediği gibi zaten hiç “pasaporta ısınmamış içimiz” ve biz ki “arzullah” bellemişiz bütün bir arzı. Hele de bir ve kardeş bildiklerimizin yurdunu... Bu hislerle adım attık İdlib’e, oradaki Fetihder’in misafirhanesine. Misafirhane, Temmuz sıcağı önünde altın sarısıyla uzanan bir tepeye cephe. Hemen önümüzde upuzun bir bayrak direği, göndere çekilmiş ak zemin üzerinde Kelime-i Tevhid dalgalanıyor. Söylemeyi unuttum, sınırdan girer girmez, hoparlörlerden içli, hisli bir makamla okunan Zilhicce’nin teşrik tekbirleri karşılamıştı bizi. Merhaba İdlib! Benim yaralı, hüzünlü kentim merhaba! Günlerden Cuma, namaza yetişmek umuduyla hareket ediyoruz. Odalarımıza yerleştik. Yer döşeklerinden birini seçmek ilk işimiz. Sıcaklık 40 dereceye yakın. Kuru bir hava. İstanbul’da olsa nefes alamazdık. Rahatız burada. Üstelik klimada var odada. Birazdan yer sergisinde bir kahvaltı ile ilk güne hazırız. Mekân sahiplerinin her biri ayrı bir değer. Gülünce gözlerinin içi gülen, sevimli, samimi, biraz münzevi. Görevli değiller. Yaptıklarını vazife bilmişler, işlerini bırakıp gelmişler. Dedim ya güzel insanlar. İlk günden son güne hep devam etti bu ilişki. Anladım ki kardeşlerdeki heves değil; bir canlılık, bir ruh, can veren ruh. Herbirine müteşekkiriz. Allah derken, hemen “azze ve celle” diyen bir güzellik. Hiç zayi olmasın ecriniz. Birkaç gün sonra başka misafirler de katıldı Türkiye’den aramıza. Gökhan kardeşim, Abidin, Engin, Ekrem ve Salih gibi dostlardı bunlar. Sağolsunlar hepsi fisebilillah düşmüşlerdi yola. Allah hayırlarını ve kurbanlarını kabul etsin.

Kelebekmiş O

Türkiye’den gönderilen gıda kolilerini, çocuk giysilerini ve kesilen kurbanlıkları mazlumlara dağıtmak başlıca vazifemizdi. Ayrıca Türkiyeli hamiyet sahiplerinin, çadırlarda yaşama tutunmaya çalışanlar için yaptırdığı, çoğu iki göz briketten meskenleri de ziyaret edecektik. Bundan başka, hastane, okul, yetim yurtları gibi yerler de vardı niyetimizde. Ayrıca İdlib çarşıyı da merak ediyordum. Hedeflediğimiz çoğu şeyi yapma imkânı bulduk. Evvela kelebek hastalığı denilen ve benim ömrümde ilk kez adını duyduğum bir hastalığa duçar olmuş Süheyb kardeşimizin evini ziyarete gittik. Hastalığının sebep olduğu deri dökülmesine azıcık da olsa katkı sağlar umuduyla götürdüğümüz malzemelerle vardık yanına. İki göz odadan birinde, kenarda bir hasta yatağı. Etrafı cibinlikle çevrili. İçinde bir deri bir kemik bile denemeyecek, üç-beş yaşlarındaki bir çocuk kadar ufalmış, 19 yaşındaki Süheyb. Bütün derileri dökülmüş, etleri çekilmiş, adeta iskelete dönmüş bir genç. Adına kelebek denilen bir hastalığa yakalanmış. Biz Türkiye’ye döndükten hemen sonra da ruhunu sahibine teslim etmiş. Şimdi daha iyi anlıyorum kikelebek hastalığına tutulmamış, kelebekmiş o. Hani rengârenk kanatlarıyla uçuşan ve ışığa koşan, kısa ömürlü pervanelerden; Karia’da beyan edilen ve bilahare her birimizin akıbetine işaret eden. Meğer bir Temmuz ortasında onu görmek lütfuna ermişiz sadece biz. Okuduğu o yürek dağlayan Dûha Sûresi de yaşananlara şahitlik içinmiş. Evet, hepsi bu. Hani ne demiştik; biz burada tartışaduralım, sabrın, tevekkülün, cihadın, yaşamın ve ölümün üzerine konuşalım. Etimolojik, filolojik tahliller yapalım; semantikten, hermenötikten dem vuralım. Bir Süheyb gelir geçer bu dünyadan, ölümlü dünyadan. Okur kitabı bize derinden, orta yerinden.

Hüzün ve Huzur: Bu Şehrin İki İsmi

İlk günden öğreniyorduk İdlib’den, hüzünlü şehirden, yaralı şehirden. Yaralı demişken onurlu da demiş oluyoruz. Bunu en çok gazilerin yüzlerinde görürsünüz. O sabırlı, mütevekkil çehrelerde. Üzüntüden eser olmayan asil bakışlarda. Dedim ya yaralı olmak, cihaddan, yiğitlikten, mertlikten bir nişanedir burada. Gururdur gazilik, onurdur. Bildiğimiz demeyeyim ama alışageldiğimiz ne varsa tersi geçerli sanki bu yerde. Bizim üzüldüklerimize sevinmeleri de dâhil buna. Amuda kalkan ne varsa hayatımızda, sanki onları düzeltiyorlar bir bir. Tıka basa eşyalar yok mesela. Yer döşeğinin, yer sergisinin, yerde oturmanın konforunu yaşıyorlar inanın. Tencerede pişirip kapağında yemek de obeziteden korumuş onları belli. Diyetisyenler bunu bileydi. Güneş panellerinden elde edilen enerji ile mütevazı ihtiyaçları için enerji elde ediyorlar. Ah bir de gürül gürül akan ırmakları olaydı. Kuyu sularından, çatılardaki galvanizli su depolarından kurtulabilirlerdi böylece.

Esed mücriminden kaçıp geldikleri bu yer evvelce yüzbin kişilik küçük bir yermiş. Şimdi nüfus dört milyon civarında. Ve hâlâ önemli bir kısım insan çadırlarda. Mevcut yönetim iç ve dış güvenlik tedbirleri kadar, belediye hizmetlerini de yerine getiriyor. Bizim gördüklerimiz arasında; çöpleri toplamak, yol genişletmek, tankerlerle su dağıtmak, asfaltlama, kaldırım, peyzaj ve kanalizasyon sistemi çalışmaları gibi işler var. Baharla yuvalarından dışarıya fırlayan karıncaları hatırladım inanın bu hamaratlıkta. Türkiye’den alınan demir, çimento gibi temel malzemelerle inşaat işlerinde de büyük bir yoğunluk oluşmuş. Yeri gelmişken söyleyeyim, İdlib’de geçerli tek yerel para TL ve bu dört milyon civarındaki insan da tüm alışverişini sadece Türkiye’den yapıyor. Tarım, hayvancılık, inşaat, esnaflık yanı sıra, birçok küçük atölyeyle zanaat da meslekler arasında. İnsanları çalışkan ve kanaatkâr. Birçok ülke nüfusuna denk haliyle İdlib, sanıldığı ya da sanılabileceği gibi salt yardımlarla geçinmiyor. Bu zaten imkânsız olurdu. Yardımlar sembolik ve devede kulak. Tersine özellikle Türkiye’ye ciddi ticari kazanç bırakıyorlar. İhtiyaçları olan her şeyi, Babu’l-Hava (Cilvegözü) sınır kapısı yoluyla Türkiye’den satın alıyorlar. Irkçı, faşistlere duyurulur. Kaldı ki Türkiyeli merhamet sahibi insanların buraya yolladıkları yardım malzemeleri de uzaydan ya da başka ülkelerden temin edilmiyor, yine Türkiye’den satın alınıyor. Yani, olaylara insani perspektif yerine, ticari pencereden bakanlar bu açıdan da haksızlar.

İdlib yönetimi, sadece Esed zalimine değil, DAİŞ gibi ahmak bir örgüte, PKK gibi cani bir yapıya karşı da mücadele veriyor. Türkiye ile ilişkileri güçlendirmek için de özel gayret gösterdiklerini işitiyoruz. Erdoğan ve AK Parti yönetimine minnetlerini ve teşekkürlerini, orada kaldığımız günler boyunca halktan sıkça işittik. Türkiye de bölgedeki askerî varlığıyla ve verdiği desteklerle bu dostluğa özel bir önem atfediyor. Biz orada iken TSK mensupları, Nayrab denilen muhitte, halka kumanya dağıtmıştı. Kızılay’dan AFAD’a ve Diyanet’e kadar pek çok resmî kuruluş da yardımlarıyla sahada ve halkla iç içe. Sivil kuruluşlar da başta İHH, Özgür-Der ve Fetihder olmak üzere, pek çok cemaatin yardım kuruluşları ile birlikte hayırda yarışmak üzere kolları sıvamış görünüyorlardı. Başka ülkelerden, Suud gibi, Katar gibi ülkelerden, onların yardım çalışmalarından da söz ediliyor. Türkiye sınırına yakın ve görece emniyetli bir bölge olan İdlib, “Gerginliği Azaltma Bölgesi” statüsü ile de nispi emniyet telkin ediyor Esed zaliminin eziyetlerinden kaçan insanlarına. Ne ki Rusya, İran ve Esed koalisyonu sıkça sahte gerekçelerle sivilleri bombalamayı sürdürüyor. Eşkıya dünyaya hükümdar olduğu için de şimdilik hesabı sorulamıyor. Biz oradayken de birkaç kez tekerrür ettiğini öğrendik bu pervasız cinayetlerin. Türkiye’de Esed ile anlaşılabileceğini söyleyen akıl ve ahlak fukaraları bilmezden, görmezden gelmeyi sürdürseler de zulümleri, vaziyet bu minvalde. Değil mi ki zulüm ile abat olunamayacağı aşikâr bir hakikattir. Gün olur, gün gelir, mazlumların göğe yükselen çığlıkları bulur, vurur zalimleri.

Yardım alırken bile bir asalet, bir vakar var burada insanların üzerlerinde. Birçok ülkede üç kuruş indirim vaat eden AVM’lerin kapısındaki ya da içindeki hengâmeden eser yok mesela. Ailelerinden yanlışlıkla havadis sormaya korktuğunuz yetim çocuklar bile peşinize düşüp bir şey istemiyorlar. Perçemleri tere; yüzleri toza toprağa bulanmış; çelimsiz bacaklar; kara, kahve, ela gözler sardığında etrafınızı, bilin ki oynamak istiyorlar sizinle. Her şey bir anlığına düzeliyor, güzelleşiyor; şenleniyor etraf. Dokunmak, konuşmak, sevilmek tek özlemleri.

Gün ışıklarının tepelerden çekilmeye yüz tuttuğu akşamlarda, araçla yoldaysanız hâlâ, bozkırın boz bulanık kayalarına inat, pastel sarısı kadim evleri de görmek mukadder. Damlarda çekingen gözlerle etrafı seyreden küçük gölgeler... Varil bombaları çağı öncesinde, çok eskilerde, çok öncelerde kim bilir ne saadetler yaşanırdı bu meskenlerde. Güneşin kızıllığının ufukta bir çizgi olarak beliren ve sonra silinen izlerini izlerken, bunları düşünmek düşüyor bize. Araç şoförümüz Suriyeli genç, mütebessim, mütevekkil, sessiz. Ne düşünür, ne hayal eder belirsiz. Çukurlardan, tümseklerden sallana sarsıla geçerek, arkamızda toz bulutları bırakarak eriyoruz akşama. Akşama, yaşama ve namaza. Cemaatle kılınan namazların hazzı başka oluyor. Beş yıldızlı değil ama beş yer yataklı odalar da insana huzur veriyor. Keyif ve huzur arasındaki farkın tahlilini yapmak için neşe ile mutluluk ve mutmain olmak arasındaki incelikleri bilmek mi gerek? Kim demiş hüzünlü olmak huzurlu olmaya manidir diye? Hüzün ve huzur bu kentin iki ismi.

Çocuk Gülümsemelerine Sığdırılan Umutlar

Ertesi gün Özgür-Der gönüllülerinin katkılarıyla bayram öncesi çocuklara ücretsiz elbise dağıtımı yapmak üzere açılacak mağazaya; İdlib’e doğru yola çıkıyoruz. Çıkışta ve kimi yerlerde kontrol noktaları var. Hâki renkli mintanlarıyla HTŞ militanları olmalı bunlar. Durdurup selam veriyorlar. Bir dergi kapağından çıkmış gibiler. Zayıf, uzun boylu, uzun saçlı gençler. Bir kısmının yüzünde maske. Ellerinde keleş, güvenlik maksadıyla etrafı süzüyorlar. Yüzlerinde, gözlerinde, tavırlarında bir gençlik hevesi, bir macera duygusu arıyorum istemsizce. Öyle ya silah ellerinde. Ne ki nafile! Yaptıkları işe inanmış adamların sükûneti sinmiş sanki üzerlerine. Uzaklaşıyoruz oradan, yeni genişletilen ve asfaltlanan bir yoldan, yarım saatten fazla süren bir yolculuktan sonra varıyoruz İdlib merkeze. Yollarda çok sayıda, motorlu bisiklet sayılası mobiletliyi veya motosikletliyi görmek mümkün; birçoğunun arkasında yan oturmuş, ince, zarif, pür tesettür eşleri, hatta birkaç çocuk da kucakta. Aile aracı bunlar burada. Bayram öncesinin de etkisiyle çarşıda iğne atsan yere düşmez bir kalabalık var. Diyarbakır’daki, Antep’teki, Mardin’deki çarşıların benzeri bir yer burası. İrili, ufaklı dizilmiş dükkânlar, berber, aktar, eczane, mobilyacı, büfeci, beyaz eşyacı ve daha pek çoğu. Tüm bunların arasından geçip geliyoruz bizim mağazaya. Mağaza, İstanbul’da bile benzerine az rastlanacak bir titizlikte restore edilmiş tarihî bir mekânda. Her yer ışıl ışıl, pirüpak. Rengârenk, allı pullu çocuk elbiseleri askılara dizilmiş. Birazdan küçük ellerde, bedenlerde, sebep olana, olanlara yönelik dualar eşliğinde, mutluluğun resmi çizilecek. Ölümlere, bombalara rağmen, umutlar yeşerecek. Yeşerecek yeniden. Çocuk gülümsemelerine sığdırılan umutlar dirilecek. Çarşı ortasındaki mescitten ezan sesi yükseliyor. Ezan umuttur, şadırvanın şırıltısı umuttur, ağaçlar, kuşlar, yapraklar, dağlar umuttur. Mücahidler, muhacirler, ensar umuttur. Umuttur kardeşlik, infak, zekât umuttur. Umuttur dayanışmak, yardımlaşmak. “Kıyamet kopacak olsa bile elindeki fidanı toprağa dikmek” umuttur. Elden geleni yaparken de yaptıktan sonra da zafer için niyazda bulunmak umuttur. Değil mi ki zamanın ve mekânın bir sahibi vardır. Teoride yeri olmayan nice şeyi olduran, kâdir olan, kahhar olan biri vardır. O halde umutlu olmak düşer terekemize. Bir de umutsuzluk haramdır bize.

İdlib’i gördükten sonra, oradaki yaşamı, heyecanı, canlılığı, hatta kaosu ve kargaşayı gördükten sonra bir ara dedim ki bu şehre iyi planlamacılar, mühendisler gerekli. Öyle ya belki dünyanın en hızlı büyüyen nüfusu var burada. Sonra buradaki varoşları, içindeki varoluş mücadelesini hatırladıktan sonra fikrim değişti. Önce yaşamalı, var olmalı insan. Öyle değil mi? Önce cani rejim son bulmalı. Varil bombaları çekmeli pis ellerini çocukların üstünden. Sonra bir sokak arasında hayranlıkla seyre daldığım görüntüler; sıra sıra kireç beyazı evler, kenarda salkım söğütler, bahçe duvarı üzerinden sokaklara sarkan çiçekler, leylaklar, sümbüller, ebegümeciler. Rüya değildi, o sokağı gördüm ben. Adı İdlib olan, Suriye olan çocuklar, kızlar, erkekler vardı. Alınlarında secdeden izler vardı. Şehir planlamacıları eksik olsun, biz ne güne duruyoruz, ellerimizde süpürgeler, fırçalar, kentimizi temizliyoruz. Kırmızı görmeye dayanamıyoruz, beyaza boyuyoruz.

Ziyaret yerlerimiz arasında bir hastane de var. Başhekimle görüşürken, laf koronaya geliyor. Diyor ki gülerek: “Bizde Esed gibi bir virüs varken, koronaya ne hacet!” Gerçekten İdlib’de maske takan kimseye pek denk gelmedik. Bu, hastalığın burada etkili olmadığına mı işaret ediyordu yoksa her zorluğa alışmış ve bağışıklığı ister istemez gelişmiş bedenler için, covid tesirli mi olamıyordu bilemiyorum. Neyse, görüşmeler esnasında Türkiye’den bazı hayırsever kardeşlerimizin gönderdiğini haber aldıkları tıbbi ekipmanlardan da bahsedildi. Hekimler çok sevinçli ve müteşekkirdiler. Tekrar yola düştüğümüzde, yeni yapılan bir mescidi ve hemen yakınındaki tarihî bir kiliseyi de görecektik. Bilal-i Habeşi adı verilen mescitte abdesti olanlar iki rekât mescit namazı kıldılar, olmayan da secde ile yetindi. Mescidin hemen yanıbaşında, yapımı Miladi 5. yüzyıla, Roma dönemine uzanan kilise, Müslümanların asırlardır devam eden hoşgörülerinin binlerce numunelerinden biri olarak duruyordu. İdlib yönetiminin -ki kurtuluş hükümeti de diyorlar- azınlıklar ve gayrimüslimler konusunda, kadim Müslüman hassasiyeti içinde olduğunu görmek sevindiriciydi. Zaten Kitab-ı Kerim’in mabetlere saygıyı emreden açık uyarılarını göz ardı etmek ancak sefihlerin işi olabilirdi.

Bir günün daha sonuna ermiştik. Akşam misafirlerimiz olacaktı. İdlib’de misafir ağırlamak, ciddi bir hazırlık anlamına geliyor. Yoksul evlere konuk olduğunuzda bile, neleri varsa cömertçe önünüze seriyorlar. Eli açıklık misafir söz konusu olduğunda en son raddeye varıyor. Misafirlerimizin bir kısmı Endonezya’dan, bir kısmı Doğu Türkistan’dan, bir kısmı Suriyeli, bir kısmı Türkiyeli STK’lerden, Türk, Kürt karışık. Tam bir ümmet mozaiği var çevremizde. Herkes mağdur ve mazlum bir halka yardım için tasalanmış. Öylece düşmüş yollara, iddiasız ama idealleri olan birçok iyi insan. Farklılıklar burada nereli olmak üzerine değil de muhacir ve ensar olmak üzerine;mücahid, mümin ve müslim olmak gayesine matuf inşa edilmiş gibi. Dolayısıyla kimin nereli olduğundan öte, nerede olduğu, nerede durduğu ile ilgili herkes. Evrensel bir din müntesibinin, başka nasıl bir bakışı olabilir ki zaten. Bir dönem Türkiye’de de dillendirilen ve sanırım uygulamaya da konan; “eğit-donat” diye kodlanan muhalif, bir tür paralı asker yetiştirme uygulamalarının başarısızlığının nedeni de şimdi iyice ortaya çıkıyor: Ruh eksikliği. Bahsi geçen lejyonerlerde, işi savaş baronluğuna, mafyatik numaralara vardıran o tüccarlarda böyle bir ruhtan bahsetmek elbette mümkün değil. Oysa İdlib’de her yerde inanmışlığı, adanmışlığı görmek mümkün. Kazanacaksa bu ruh kazanacak. Kaybedecekse de onurlu bir mağlubiyet olacak bu, belli.

İçimde Derin Bir Secde İsteği

Ertesi gün arife. Burada herkes gibi biz de Sünnet’e ittiba niyetiyle oruç tutuyoruz. Yardım ve ziyaret için gittiğimiz yerlerde, yöre halkının önde gelenlerine de denk geliyoruz. Türkiye’ye ve Erdoğan’a karşı yoğun bir ilgi ve sevgileri var. Türkiye’den gelmenin bütün ayrıcalıkları ile karşılanıyoruz. Kimi yarım yamalak Türkçesi ile İstanbul’u soruyor. İçinden deniz geçen şehri... Birisi çok güzel diyor, İstanbul için. Sizin de şehriniz güzel diyorum, cevap olsun diye. Davet ediyorum ben de onları, zaferden sonraya sözleşiyoruz. Esmer uzun boylu olanı, ölmez de sağ kalırsak tabi, diyor. Öyle dokunaklı bir söyleyiş ki bu, etrafıma bakıyorum sonra, her yer toprak, bir mevzide gibiyim sanki. Uzakta biçilmiş ekin tarlaları, zeytin ağaçları. İçimde derin bir hüzün, derin bir secde isteği. Selam verdiğimde bir kök kekik. Sahi ne garip! Yarınlar ne getirir kim bilir? Bayram yarın, yarın bayram.

Sabah oldu. Bayram için, namaz için hazırlık yapıyoruz. Temizlik, abdest filan. Evden ayrılalı bir haftaya yaklaşıyor. Bayramlık niyetine saklı tuttuğumuz temiz gömlekleri giyiyoruz. Ayakkabılarımızı boyuyoruz. Evet hazırız. Konakladığımız yerden 15 dakika kadar ileride, büyükçe bir meydanda, yere hasır seccadeler serilmiş, imam kürsüde. Tekbirler getiriyorlar hep birlikte. Güneşin ilk ışıkları vuruyor yanımdaki çocukların üstüne. Tebessümle bakışıyoruz. Sonra namazı kılıp bayramlaşıyoruz. Kurban kesimi ve dağıtımı için muhtelif yerlere gidilecek. İş bölümü yapıldı. Biz Doğu Türkistanlı bir mahallede olacağız. Etrafı geniş zeytin ağaçları ile çevrili dümdüz bir yere varıyoruz. Seyrek sakallı, çekik gözlü, mütebessim adamlar karşılıyor bizi. Çin zulmünden kaçmışlar, buraya gelmek, mücahidlere destek olmak için muhacir olmuşlar. İsmi Muti olanla Türkçe konuşuyoruz. Sevimli ve sempatik. Çin’de işleri iyiymiş, fabrikası varmış hatta. Baskılar dayanılmaz hale geldiğinde, neyi var neyi yok satmış. Ailecek düşmüşler yollara. Sekiz ay sürmüş serüven. Film gibi bir hikâye. Ne var ki ne çekeni var ne ilgileneni. Hepsi düzenli, temiz, tertipliler. Tekbirler getiriliyor. Kurbanlar kesiliyor. Ümmetin kurbanları, ümmetin kurbanlarına ulaşıyor.

Hoşça Kal Gönlümün Yarası, Gönlümün Yarısı

Okuyanlar arayanlardır. Ararlar okuyanlar. Kimi ömrün bir meçhulünü, kimi hayatın bir bilinmezini, kimi ruhun bir düğümünü çözmek arzusundadırlar. Severim şahsen ben de okumayı. Okumak çoğu kez derin bir denize dalmaktır, hatta kaybolmaktır ummanda. Derler ki insan kitaplar kadar, yaşama, yaşanılana da bakmalı, nazar etmeli etrafa. Okunacak ne çok şey var şu hayatta. Okumalı, tarafsız soğuk bir gözlemci gibi değil, insan olduğunu unutmayarak, unutmayarak insanlığını. Okumalı ki tarafsızlık diye bir şey yoktur. Bunları yazarken hislerimle yazdığım doğrudur. Kimilerine hamaset de gelebilir tüm bunlar, olabilir. Tarafsızlık namussuzluktur bence. Söylediklerimde eksiklik var, fazlalık yok, hepsi doğru, hepsi gerçek, böyle biline. Bombalar da bombalayanlar da bombalananlar da öldürenler de ölenler de hepsi gerçek.

Ve derken, ayrılık günü gelip çatıyor. Gideceğimizi öğrenen dostlar dün gece de gelmişlerdi ziyaretimize. Birkaçı var ki içlerinde, kelimeleri kifayetsiz kılan bir ihlas var üzerlerinde. Biri sanki Ömer Muhtar, öyle olgun öyle vakur. Biri, Musab bin Umeyr olmalı. Mekke’sinden uzakta, uzakta ana babasından, bir kutlu sevda uğruna. Başkaları da var elbette, sığmaz hepsi sayfalara. Gecedir vakit. İdlib’in göğünde şimdi binlerce yıldız. Sabah namazını yine cemaatle kıldıktan sonra yol hazırlığı başlıyor. Hazırlık dediğime bakmayın, altı üstü, herkeste bir valiz. Geride kalan dostlarla, bir haftadır kahrımızı çeken o mübarek Müslümanlarla kucaklaşıyor, helalleşiyoruz.

Hoşça kal İdlib, benim yaralı, hüzünlü yurdum. Mazlumların, mağdurların şehri hoşça kal. Bulutsuz maviliğin, zeytin ağaçlarının, çadır kentlerin, yetim çocukların yurdu. Umudun, cihadın, özgürlüğün yurdu. Hoşça kal. Hoşça kal gönlümün yarası, gönlümün yarısı. Seni Allah’a ısmarladım, kal sağlıcakla.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR