1. YAZARLAR

  2. Mustafa Bulur

  3. Gerçekliğe dair...

Gerçekliğe dair...

Şubat 1996A+A-

Görmek zorunda, duymak zorunda, izlemek zorunda olduklarım beni sıkıyor. Düşünürken kendim ve onlar için çektiğim sıkıntıları anlamamaları, belimi büküyor, sırtımı çatırdatıyor. Anlatmak istediklerimi ifade edememek. İfade edebildiğim zamanda ise reddedilmek, dayanılması güç bir duygu.

Benden kilometrelerce uzakta, beni hiç görmemiş, hakkımda hiçbir şey duymamış insanlar arasında beni anlayanlar var. Ama ya yanı başımdakiler? Her gün otobüste, vapurda, okulda karşılaştıklarım, benden o kadar uzak ki! Kalabalıkların içinde yalnız hissediyorum kendimi. Bazen düşünceler şakaklarıma vuruyor. Kendime dahi zor ifade ediyorum, sezgilerimin derinliklerinde yatanları. Hakikat olarak gördüklerini sadece bir kaç kişinin sorgulaması, yığınların ise sessiz sedasız, kendini 'tarih'in, 'kültür'ün ve 'şimdi'nin kollarına atması elem verici. İşte bunları düşünüyorum. O, kendilerini kollarına attıkları tarihi. Birkaç kişinin kaleminden çıkmış, yanlı, eksik, kurgusal tarihi. Hiçbir şey ifade etmediğini düşünüyorum. Ama ya onlar! Onlara söylesem gülerler bana. Tarihsiz insan, köksüz bir ağaca benzer derler. Kültürü düşünüyorum. Hani o pek sosyolojik tanımlan yapılan kültürü. Hani o içinden sıyrılamadığım kemiklerimi kırarcasına beni ezip kavuran kültürü. Gerçekten kendini bilmek, kültürü tanımaktan mı geçiyor? Hiç sanmıyorum! Ama söylesem, sadece gülmez, olabildiğince suçlarlar beni. "Tarihine ve kültürüne yabancı bir adam"ın hainliğinden, başıboşluğundan dem vururlar. Kitleleri düşünüyorum. Gerçekten ben de onlardan bir parça mıyım? Bu, "birlik ve bütünlüğün" içinde ben de var mıyım? Benim ne farkım var diğer insanlardan? Hepimizin mayası biraz toprak, biraz su değil mi?

Sanırım yalanlar sıkıyor beni. O iğrenç yalanlar. İkiyüzlü hatipler, bencil akademisyenler, lüzumsuz araştırmalar, gülünç istatistikler, sahte imanlar, vurdumduymazlar, işi bilip işe gitmeyenler, pragmatist idealistler, kapitalistler, cahil kitleler, üretmeden tüketenler, tükettikçe tükenenler, aldanmışlar, aklanmış gibi yapanlar, dürüsttük simsarları, fikir bezirganları; hepsi ama hepsi burada, yanı başımda, gazete sütunlarında, dergi satırlarında, TV ekranlarında ve sokakta. Bunlar onlar değil mi? Toplum, devlet, sistem, rejim, ulus, millet, vatandaş, yöneten, yönetilen, ezen, ezilmeye rıza gösteren, itaatkar, sinmiş, sindirmiş; hepsi ama hepsi bunların sıfatları değil mi? Geçiciliklere, rüyalara, hayallere, bir gün tükenip yok olacaklara tapanlar bunlar değil mi? Bunlardan daha gerçek, daha somut ne var? Hepsiyle, herkesle içice yaşıyorum. Ama dur diyemiyorum. "Dur" diyecek olanlarsa, bir bir tükeniyor, yitiyor gidiyor.

İşte bunları düşünüyorum. Her düşünmesi gereken gibi. Endişelerim artıyor, ama olgunluğum da. Taşlaşıyorum adaletten yana. Sımsıkı oluyorum çirkefliklere karşı. Sertleştikçe yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça sağlamlaşıyorum. Neden bu kalabalıklar, çokluklar, zıtlıklar diye sorduğumda, cevap bulamıyorum. Ama cevapsız kaldıkça daha çok sarılıyorum şüphe etmediklerime. Gövdesine tutunup sımsıkı sarıldığım gerçekliklere. Adalete, sevgiye, dürüstlüğe, ilkeliliğe, ahlaklılığa, temkinliliğe, güzelliğe, kardeşliğe, paylaşmaya, sevdiğim şeylerden harcamaya ve hepsiyle birlikte O'nun hoşnutluğunu kazanmava.

Ama kolay değil. Tüm basiretsizliklere rağmen basireti kuşanmak. Tüm bulanıklıklara rağmen furkana uzanmak. Tüm ölçüsüzlüklere rağmen ölçüye sarılmak! Kolay olmadığı kadar da mutluluk veren, itminana erdiren, güzellik saçan yegane rehber, tek doğru, bitmez tükenmez bir aşk bu! Üstünlük veren, hayatiyet kazandıran, dinamizm katan, görülmeyeni gördüren, duyulmayanı duyuran, tüm haşmetiyle beni saran bir duygu bu! Geçiciliklere iman etmenin aldanmışlığını yırtan bir tutku bu. Tatmayan, tatmak istemeyen, yaşamayıp yaşatmayan anlayamaz bunu. Sınırları, paradigması, teorisi yok bunun. Bir tek ölçü ve ben varız. Tam anlamıyla teslimiyet, tek kelimeyle hidayet bu.

Yazamadığım o kadar çok şey var ki, gördüğüm tüm çelişkileri aktarmayı ne kadar isterdim. Ama olmuyor. Gözlerin gördüğünü, aklın hissettiğini kelimeler ifade edemiyor. İçten içe ağlamak, sızlanmak yersiz. "Gören görür", "duyan anlar" diyorum kendimi teselli için. Ama ne gören var, ne duyan. Herkes kendi yolunda.

Anlaşılmasa da yazayım diyemem. Anlatmam lazım. Kalemimle değil, yaşayarak. Ağlayarak değil, bas bas bağırarak. Kısık sesle değil, haykırarak. Yanı başımdakilere, hayata küsmeyip ye'se düşmeyenlere. Kararlı olanlara, tercih yapabilenlere, görmeden korkanlara, korku ve ümit sahibi olanlara.

Yaşamak yazmaktan zor. Yazmak hissetmekten kolay. Berrak bir zihin, tertemiz bir kalp, dupduru bir inanç herşeye bedel. Yenile yenile kazanılan zaferler, yitirile yitirile elde edilen mevziler. Hepsi bizim içimizde. Gönlümüzde. Başka sermayemiz olmamalı bizim. Kavgamız yelmeli yüreklerimize. Hiç bir kâr gütmemeliyiz kaybetmemek için. Ki, kaybetmek dünyevileştirmesin bizi. Kazanmayan kaybetmez de. O halde kazanmak da olmamalı çabamız. Kazanmak da dünyevileştirir bizi. Ne kazanmak, ne kaybetmek. Tek ölçümüz, ilkemiz bizim. Mutlak ilkelerimiz. Rasyonel olmayan, faydacılığı içermeyen, olgucu, dogmatik, şüpheci zanniliklerden uzak olan. Sınırsız, gaybi tutkularımız olmalı bizim. Zaman ve mekanın beklentilerini içermeyen, yeknesaklıktan uzak. Tevekkül olmalı biricik şiarımız. Rıza, takva, ihlas, sabr, in-fak, ibadet kuşatmah bizi. Yeniden canlandırmalı, yeniden sulamalıyız kavramları. Unutanlara hatırlatmalıyız veliler olduklarını, mü'min olduklarını. Ey iman edenler iman edin demeliyiz. İlerlemek, gelişmek, tüketmek, hırslanmak, bireyleşmek, mistikleşmek, gelenekselleşmek, batınileşmek, modernleşmek, ilkesizleşmek, donuklaşmak, yitmek, bitmek, tükenmek isteyenlere. Yakîn'i hatırlatmalıyız. Kulluğu, yani abd olmayı, fakiri doyurmayı, yolda kalmışı barındırmayı, öksüzü itip kakmamayı. kendilerine 'Vay o namaz kılanların haline!" dedirtmemeyi öğütlemeliyiz. Yeniden hatırlamalıyız kendimizi unutmamayı. Sabır ve namazla Allah'dan yardım dilemeyi, emek harcamadan eleştirmemeyi, kibirden kaçınmayı, tevazuyu kuşanmayı, gökleri ve yeri delemeyeceğimizi, ağır bir yükü yüklendiğimizi, ölümün ve hayatın bizim için yaratıldığını, gecenin ve gündüzün bizim için çalıştığını, dünyanın bizim için döndüğünü, güneşin bizim için parıldadığını, göklerin ve yerin bir oyun ve eğlence olsun diye yaratılmadığını...

Bunları düşündükçe hayatlarının dopdolu olduğunu iddia edenler de geldi gözümün önüne. Yaşamlarının bir santimetrekaresinde dahi bunlardan, bu mutlak doğruluk ve yüceliklerden tek bir tanesinin bile olmadığını düşündüm. Peki o halde neydi onların yaşamlarını dopdolu yapan? Koskoca bir hiç! Ve birden ilahi buyruk geldi aklıma: "Zamana yemin olsun ki, insan ziyandadır" diye bizlere sitem eden buyruk. Bizi aceleci, nankör, hırs ve arzular sahibi diye tanımlayan buyruk. Biz bunlardan olmamalıydık. Ama olduk. Pek çoğumuz nimetin lezzetini, hakikatin meyvesini unuttu. İnsan nisyan ile malûldür. Ama, bu unutuş herhangi bir şeyi unutuş değil. Bu, nimeti unutuş, hidayeti unutuş. Gözlerin yuvasından fırlayacağı, kalplerin tir tir titreyeceği ve hesabın pek çetin olacağı o günü unutuş. Ve o gün, Rabbimiz de kendisini unutmuş olanları unutacak!

Biliyorum. Ve o gün yüzleri gülenler de olacak. Ve bunlar sadece ve sadece ilahi buyruğu ve sabrı rehber edinip sebat edenlerden olacak!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR