1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Sistem ve Sisteme Karşı Tavır

Sistem ve Sisteme Karşı Tavır

Şubat 1996A+A-

Kur'an kendisine tâbi olanlara, "din (egemenlik)'in yalnız Allah'ın olmasına dek". bir mücadele sorumluluğu yüklemiştir (2/193). Tarihten geleceğe uzanan bir zaman ve yeryüzünün bütününü kapsayan mekan boyutları içinde sürdürülecek bu mücadelede müslümanların öncelikli hedefi, bulundukları coğrafyada otoriteyi elinde bulunduran egemen şirk sistemidir. Sisteme yaklaşım, sisteme karşı tavır ve en genel manasıyla sistemle ilişki(ler) sorunu, İslami mücadele iddiasındaki bir hareketin kimliğini ve meşruiyetini belirleyen asıl alandır.

Yaşadığımız topraklarda egemen olan sistemi nereye oturttuğumuz ve ona karşı tavrımızın ne olması gerektiğini belirlerken, önce mevcut şirk sisteminin temel niteliklerinin ne olduğunun, hangi zeminde oluştuğu ve hangi yöntemle kurumlaştığının ve nasıl bir işleyiş mekanizmasına sahip bulunduğunun kısaca ortaya konulması gerekir. Bundan daha önce de sistem kavramıyla neyin kastedildiği ve bu kavrama ilişkin çizilen tanımın kapsam alanı, genel çerçevesiyle ortaya konulmalıdır.

Sistem kavramı ile -değişik kişi ve çevrelerce zaman zaman aynı, kimi zaman ise farklı anlamlar yüklenerek kullanıldığı görülen- devlet, düzen, rejim, iktidar vb. kavramları da kapsayacak şekilde, yaşadığımız topraklar ve İçinde bulunduğumuz toplum üzerinde, kişi ya da kişileri aşan bir varlığa, bir işleyiş mekanizmasına, çeşitli yapı ve organlardan müteşekkil, kurumlaşmış bir tüzel kişiliğe sahip, egemen otorite ve bu otoriteyi kullanan iktidar olgusu kastedilmektedir.

İşte kısaca egemen otorite ve iktidar şeklinde tanımladığımız sistem kavramının yaşadığımız ülkede somut karşılığı TC devletidir.

Sistemin temci nitelikleri

Yaşadığımız ülkeye egemen olan mevcut sistemin müslümanlar açısından en temel vasfı tağuti bir kimliğe sahip olmasıdır. Yeryüzünde adaletin ve barışın ikamesi için insanlara bir yol gösterici olarak indirilmiş bulunan ve sadece insanların içsel hayatlarında değil, siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. tüm toplumsal alanlarda temel ölçü (düzenleyici), tek hükmedici olması gereken Allah'ın dinini laiklik adına insanların vicdanlarına ve kısmen de bir takım ibadethanelere hapseden bu sistem Allah'ın iradesine bir karşı koyusu ve O'nun uluhiyetinin reddini temsil etmektedir.

Mevcut sistemin temel karakteristiklerinden biri de zalim ve baskıcı bir işleyişi sürdürmesidir. Daha oluşum aşamasından itibaren sistemi kendi çıkarlarına azami ölçüde hizmet edecek bir tarzda örgütleyen egemen çevreler, kendi lehlerine ve geniş yığınların aleyhine bir iktidar mekanizması oluşturmuşlardır. Süreç içinde farklı sosyal, siyasal etkilerle iktidarı teşkil eden merkezi güçler arasından bir takım kaymalar ya da buraya yeni unsurlar eklenmesi şeklînde bazı değişiklikler yaşansa da, temelde iktidar sahibi dar bir blok ile kimi zaman yönlendirmelerle ve kandırmalarla, bunun yetmediği hallerde ise baskı ve şiddetle İtaate zorlanan geniş halk çoğunluğu şeklindeki ikili ayrım her zaman korunmuş ve sürdürülmüştür. Halk iradesi, egemenliğin millete ait olması, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar, temelde korkuya ve zora dayanarak devam ettirilmeye çalışılan sistemin zalim ve baskıcı işleyişini gizlemeye matuf, içeriklerinden boşaltılmış ve bir sürü şarta bağlanarak iğdiş edilmiş kavramlar olmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar.

Oligarşik nitelikli, dar bir kesimin çıkarlarına hizmet eden ve sınıfsal karakteri ağır basan bir işleyişe sahip mevcut sistemin belirleyici bir vasfı da işbirlikçi yapısıdır. Hem coğrafik konum itibariyle bulunduğu bölgede, hem de genel anlamda dünya siyasetine ilişkin kabullendiği, yüklendiği misyon açısından sistem bağımlı, emperyalist güçler karşısında boyun eğen, zaten varlığını da emperyalist odaklara borçlu olan, son tahlilde batılı emperyalistlerin gönüllü jandarmalığı rolünü benimsemiş bir tarzda şekillenmiştir. Tahakkümü altında tuttuğu geniş halk yığınları üzerinde ezici ve sindirici bir güç uygulayan bu sistem, Batılı efendileri karşısında ise gücünü ve iradesini sıfırlamış, emperyalist dünya sisteminin silik ve bağımlı bir parçası, sıradan bir yerel işbirlikçisi olarak ortaya çıkmaktadır.

Sonuç olarak tağuti kimlikli, zalim ve baskıcı bir işleyişe sahip, emperyalizmin işbirlikçisi bu sistem İslam'ın ve müslümanların azılı bir düşmanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta sadece İslam'a değil, genel anlamda insana ve insanlığa da, onurlu ve özgür bir geleceğe de bütünüyle düşman bir nitelik arzetmektedir.

Halkın özgür iradesine dayanmakta olduğuna dair bütün iddia ve propagandalarına rağmen, sistem asıl olarak baskı ve aldatma temelleri üzerinde bina edilmiş ve İslam'a, İslami değerlere ve insan fıtratının tüm olumlu niteliklerine karşıt bir konumda yer almıştır. Bu çerçevede en somut biçimde düşman kimliği ile öne çıkan mevcut sistemin sahip olduğu temel nitelikleri ve işleyiş biçimi sistemin nasıl oluşup, geliştiği ile doğrudan ilişkilidir.

Sistem hangi temelde kuruldu?

TC sisteminin ortaya çıkması, evvelemirde Osmanlı sisteminin çökmesi ile mümkün olabilmiştir. Osmanlı sisteminin gerilemesi ve çürümeye yüz tutarak, Batılı emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgalarının neticesinde bütünüyle tasfiye edilmesi bir kaç asırlık bir sürecin getirdiği bir sonuçtur.

Söz konusu bu süreçte belirleyici olan temel unsur, sahih bir İslami çerçeveye ve Kur'ani bir bütünlüğe sahip olmamakla birlikte, İslam'dan izler taşımakta olan Osmanlı sisteminin, kıblesini tamamen Batı'ya çevirmiş bir yönetici elit tarafından bütünüyle İslam'dan uzaklaştırılması olmuştur. Merkezde iktidar savaşını kazanan Batıcı elitin çürümeye, hatta kokuşmaya başlamış bulunan Osmanlı sistemini bu şekilde topyekün imhaya götürmesi karşısında halk yığınlarının tavrı ise zaman zaman ortaya konulan ve bir süreklilik veya programa sahip bulunmayan cılız tepkilerden ibaret kalmıştır. Bunda elbette belirleyici faktör, İslami şahsiyet sahibi bir toplum, bir cemaat yerine, iradesiz, itaatkâr, edilgen yığınlar oluşturulmasına zemin hazırlayan Osmanlı sisteminin yapısı olmuştur.

Yeni düzenin kurucu kadrolarının hedeflerini gerçekleştirebilmelerini ve çöken Osmanlı sisteminin boşalttığı zemin üzerinde yeni bir sistem inşa edebilmelerini savaş konjonktürü mümkün kılmıştır. Nihai anlamda farklı amaç ve yöntemlere sahip olmakla beraber geçici koalisyonlarla bir araya gelen ve genelde asker-sivil bürokratlardan oluşan elitist kadrolar savaş ortamının doğurduğu boşluğu doldurmayı becererek ülke yönetimine hakim olabilmiştir. Mustafa Kemal'in başını çektiği bu kadrolar, tedrici, takiyyeci politikalar izleyerek ilk planda kitlelerin desteğini almayı, en azından büyük oranda kitle muhalefetini yumuşatmayı ve savuşturmayı başarmıştır. Otoritesini güçlü bir biçimde tesis ettikten sonra ise aynı ekip gerek kendi içindeki, gerekse de halk arasında mevcut muhalefeti bütünüyle sindirme yoluna gitmiş, kurulan dikta yönetiminin gölgesinde, Batıcı, laik, kapitalist doğrultuda ve ulusalcı bir temelde radikal bir değişim programını yürürlüğe koymuştur.

Yeni oluşturulan - oluşturulmaya çalışılan sistemin en belirgin özellikleri olarak şu noktaların öne çıktığı görülmüştür. Her şeyden önce sistem dar bir kadronun, iktidarını halk adına hükmetme iddiasına dayanarak meşrulaştırmaya çalışan, vesayetçi bir kadronun egemenliği altındadır. Bu dar kadronun, seçkinci yapının beraberinde getirdiği bir zorunluluk olarak sistem baskıcı uygulamalarla, zor ve şiddete tutunarak yol almıştır. Tek parti diktatörlüğü zemininde legalleştirilen, kurumlaştırılan bu baskı ve zor ortamı içinde toplumsal yapıya yeni bir biçim verilmeye, yeniden şekillendirilmeye girişilmiştir. İslam'la özdeşleştirilerek "geri" damgası vurulan "geçmiş"ten bütünüyle kopularak, "muasır medeniyet" kavramıyla ifade edilen Batı, Batı'nın temsil elliği değerler ve yaşam biçimi ulaşılması gereken hedef olarak topluma sunulmuş-dayatılmıştır. Ulusalcılık, bu kopuş ve arayış programının belirleyici ve yeni sistemin vatandaşlarına aşılamaya çalıştığı yeni kimliğin temel hususlarından birisi olarak öne çıkartılmıştır.

Sistemin evrimi

Daha oluşum aşamasından itibaren belirginleşen TC sisteminin yukarıda sayılan ayırıcı vasıfları temelde değişmeksizin bugüne dek korunmuştur. Sisteme rengini veren askeri yapı dün olduğu gibi bugün de etkili ve belirleyicidir. Resmi ideolojinin taşıyıcısı ve koruyucusu olarak halkın ve politik aktörlerin tepesinde sürekli bir kılıç gibi sallanan silahlı güç, birbiri peşi sıra gerçekleştirdiği üç darbe ile oluşturduğu tehdidin ne ölçüde ciddi olduğunu da kanıtlamıştır. Ayrıca MGK'dan OYAK'a kadar pek çok yasal, ekonomik düzenlemelerle askeri yapının sistem üzerindeki tahakkümü resmiyet kazanmış ve legalleştirilmiştir. Bununla birlikte, 70 yıllık süre zarfında sistemin hem işleyiş bazında, hem de dayandığı güçler açısından bir takım değişiklikler de gerçekleşmiştir. Bunu sistemin evrimi olarak adlandırmak mümkündür. Süreç içinde kimi zaman sosyo-ekonomik şartların etkisi, kimi zaman dış dayatmaların sonucu olarak sistem bir takım uygulamalarında gözden geçirme ya da geri adım atma şeklinde tavır değişikliklerine gitmiştir.

Örneğin siyasal planda, kuruluş aşamasında ortaya konulan sistemin tek parti diktasına dayanan otoriter kimliği gerek dış dayatmalar, gerekse de sistemin kendi iç arayışları ve kimi zaman da gelişen tepkiler sonucunda nisbeten daha liberal bir dönüşüme uğrayarak bugünlere gelmiştir.

Özellikle II. Dünya Savaşı döneminde dikta yönetimlerinin yol açtığı büyük tahribata bir tepki ve tedbir olarak Batı'da savaş sonrası esen demokrasi rüzgarlarının zorlamasıyla TC sistemi de şeflik görüntüsünden kontrollü bir biçimde, çok partili siyasi yapıya doğru yönelmiştir. Temelde Batı ile ilişkilerin hatırına ve dünya konjonktüründeki gelişmelere ayak uydurma zorunluluğu ile içine girilen süreç, özellikle 6O'lı ve 70'li yıllarda çeşitli düzeylerde gelişen muhalif hareketlerin mücadelelerinin de katkısıyla sistemi göreceli bir liberalleşmeye mecbur kılmıştır. Her zaman içtenlikten uzak ve ikiyüzlü bir tutum sürdürmüş olmasına ve söz konusu süreci sürekli olarak sınırlamaya, budamaya çalışmasına rağmen TC sistemi kuruluş zemini itibariyle pek çok geri adım atmıştır.

Resmi ideolojisinden, adeta yasaklarla, sınırla­malarla bir mayınlı tarladan farksız anayasasına kadar pek çok kamburu ile birlikte sistemin halkın egemenliğine dayanma ve demokrasi iddiaları ne kadar gerçeklikten uzak olsa da, bugün üniversiteden basın yayına, sendikal haklardan örgütlenme özgürlüğüne dek geniş bir alanda sisteme rağmen geniş bir kazanımlar kümesinden söz etmek mümkündür.

Öte yandan kapitalistleşme sürecinin ilerleyişine bağlı olarak sermaye kesimi iktidar üzerinde gittikçe daha etkin bir konum kazanmış ve bunun sonucunda asker-sivil bürokrat kadrolar ellerinde bulundurdukları iktidarı bu kesimle bir tür koalisyon oluşturarak sürdürmek durumunda kalmışlardır. Böylelikle sistemin kuruluş aşamasında görülen ve Mustafa Kemal'in şahsiyetinde ifadesini bulan bürokratik diktatörlük görüntüsü süreç İçinde, oligarşik bir nitelik kazanmıştır. Günümüze gelindiğinde ise artık sermaye gücünün parlamentodan medyaya kadar iktidar üzerinde etkili olabilecek her alana taşındığı ve etkili bir güç merkezi konumu kazandığı görülmektedir. Ekonomik yapı, neredeyse tamamen ithalatçı bir karaktere sahip ve tekelleşme eğilimindeki büyük bir kaç holdingin inhisarına bırakılmıştır. Ülke kaynaklarına hakim bir avuç sermayedar, sahip oldukları güçle sistemin bütün kurumlarında belirleyici olabilmekte, kamuoyunu yönlendirme-şartlandırma imkanını sağlayan medya tekelini istedikleri biçimde kullanabilmekle, yine bu gücün bir getirişi olarak egemenliğin temsili organı kabul edilen parlamentoda etkili olabilmektedirler.

1923 İzmir İktisat Kongresi ile resmiyet kazanan "devlet teşvikiyle bir müteşebbis zümre, burjuvazi meydana getirme" hedefi 50'li yılların "her mahallede bir milyoner yaratma" programı ile sürdürülmüş ve her türlü fon kayırmacılığı, vergi indirim ve muafiyetleri, ucuz krediler veya teşviklerle iyice semirtilen bu sınıfa kaynakları peşkeş çekme işlemi özelleştirme ve benzeri bir takım politikalarla bugünlere taşınmıştır. Bugün en somut örneğiyle TÜSİAD tabelası altında halkın karşısına çıkan bu sömürgen sınıf, ekonomiden kültüre, iç politikadan dış politikaya kadar her alanda belirleyici bir konuma sahip olmuştur. Böylelikle TC sistemi günümüzde askeri-bürokratik bir tür güvenlik çemberi içinde kapitalist bir nitelik kazanmıştır.

Sistemin kapitalist tarzda gittikçe daha etkin bir biçimde organizasyonu, ekonomik alandan başlayıp tüm sosyal-siyasal alanlara uzanan bir etkinlik ağı oluştururken, toplumun da batılı tipte bir tüketim toplumuna dönüştürülmesi hızlı bir süreç olarak devam ettirilmektedir. Bir yandan sistemin sınıfsal karakteri belirginleşir, ekonomik dengeler dar gelirli, ücretli ve esnaf kesiminin aleyhine, küçük fakat mutlu azınlığın çıkarına gün be gün daha bir bozulurken; faiz, döviz ve borsa spekülasyonları ile rantçılık ekonominin hakim unsuru halini alırken, öte yandan toplumun tümünü kuşatacak şekilde çılgınca bir tüketim anlayışı yaygınlaştırılmakta, özendirilmektedir.

Evrenin ve insanın yaratılış gayesine uygun olarak yaşadıkları siyasal-toplumsal sorunlar ve bunların çözüm yolları üzerinde kafa yormak yerine, kapitalist anlayışın egemen olduğu bir çerçeve içinde kitlelerin sonuçsuz bir koşuşturma ile tüketilmesi sistemin temel hedefini teşkil etmektedir. Bu hedefine ulaşmada sistemin kullandığı en yaygın ve etkili araçlar arasında eğlence anlayışı ve müzik ve spor öncelikli bir yere sahiptir.

Özellikle profesyonel futbolun geniş yığınların dünyasını dolduran bir olgu olarak öne çıkartılması, kimlik krizleri içinde bocalayan yığınlarca insan tarafından futbol takımı taraftarlığının adeta bir kimlik ifadesi, bir mensubiyet ilanı şeklinde algılanması, medyanın ve imaj üreticilerinin her gün yeni müzik starları, bir tür ilahlar ve ilaheler üretip pazarlamaları ve kapitalist çarkın bunalttığı gençlik kesiminin önüne taklit edilecek, benzeşilmeye çalışılacak örneklikler olarak sunulması sistemin kitlelerin afyonlanmasında ulaştığı başarıyı ortaya koymaktadır. Sistem müzikten spora, İçkiden kumara, hatta fuhuşa kadar pek çok aracı endüstrileştirerek ve fesadın kitleselleşmesini sağlayarak toplumun geleceğine ciddi prangalar vurmuştur.

Sistemin evriminin en somut yansımalarından biri de laiklik adına sürdürülen politikalar alanında sergilenmiştir. İnsanın iç dünyasını olduğu kadar, insanlararası ilişkileri ve toplumsal hayatı da düzenlemek için vahyedilmiş olan İslam'a karşıtlık, sistemin kesintisiz olarak sahip olduğu temel bîr çizgi olmakla birlikte, süreç içinde radikal laik söylem ve politikaların bir kısmı esnetilmek suretiyle geniş kitlelerin tepki ve muhalefeti yumuşatılmaya çalışılmıştır.

Tek parti ve şeflik döneminin dine ve dine ait uygulamalar, kavramlar ve sembollere karşı tümüyle yok sayıcı, düşmanca yaklaşımının sonraki dönemlerde terk edilmesinde sistemin, her sarsıcı toplumsal değişim hareketinde olduğu gibi zamanla daha ılımlılaşması, olgunlaşması ve ütopik amaçlarını bir ölçüde törpüleme zorunluluğu duyması gibi doğal bir seyir izlemesi kadar, sistemin genel işleyişini ve yapılanmasını derinden etkilemeyecek şekilde bir takım tavizlerle kitlesel hoşnutsuzluğun ciddi bir muhalefet akımına dönüşmesinin Önüne geçme hesabı da belirleyici olmuştur.

TC sisteminin İslam'a ilişkin klasik tavrının farklılaşmasında çok önemli bir olgu da özellikle son on yıllarda izlenen İslamizasyon politikasıdır. Gerek tüm dünyada yükselen İslami canlılık, gerekse de ülke içinde hızlanan İslami hareketliliğe karşı bir cevap, bir tedbir olarak sistem "İslam'a karşı İslam" siyasetine daha sıkıca sarılmıştır. Bu noktada örneğin Diyanet Teşkilatına bakış farklılaşmıştır. Diyanet'e karşı TC'nin pek umursamayan, dar bir alana sıkıştırmaya yönelik klasik yaklaşımı terkedilerek, devletin resmi politikalarının dini bir kılıf giydirilmek suretiyle kitlelere aktarılmasında, dolayısıyla meşrulaştırılmasında etkili bir kurum fonksiyonu yüklenmiştir. Temelde sistemin varlığına bir tehdit teşkil etmeyen ve sistemle uzlaşmaya yatkın bir düzleme oturan İslami sıfatı taşıyan her türlü fikir, yapı, şahsiyet sisteme entegre edilmek suretiyle köklü ve devrimci bir İslami tehlikeye karşı bir tür panzehir olarak sistemin hizmetine sunulmuştur. Sistemin bu tür sahte ve "kullanışlı" bir İslami destek arayışında şüphesiz egemen ideolojinin tebasına vermeye çalıştığı kimliğin yetersiz ve iğreti kaldığının artık ortaya çıktığı ve sistemin çıkarlarıyla örtüştürülen bir İslam'ın vatandaşların yaşadığı kimlik boşluğunu doldurmada fonksiyonel olacağının düşünüldüğü belirgindir.

Sisteme karşı tavrımız ne olmalı?

Müslümanların sisteme ilişkin tavırlarının nasıl olması gerektiği, her şeyden önce akidevi bir sorundur ve bu düzlemde ele alınmalıdır. Küfrü ve şirki temsil eden egemen sistemi reddetmek, Allah'a imanın ve "La ilahe" şiarının bir şartı, bir gerekliliği olarak düşünülmeli ve laik, kapitalist, batıcı sisteme karşı tavır, iman-amel bütünlüğünün bir yansıması olarak algılanmalıdır.

Laik/zalim sistem kimi zaman çok belirgin bir şekilde görülemese de son derece kuşatıcı ve baskıcı bir yapıya sahiptir. Aile, okul, iş, askerlik, kültür vb. tüm sosyal ilişkilerde sistemin çizdiği belirleyici bir çerçeve yürürlükledir. Halta ölüm vakasında dahi, sistem vatandaşın cenazesinin nasıl kaldırılacağına kadar her şeye müdahalede bulunmaktadır. Sistemin bu totaliter ve baskıcı işleyişi gözönüne alındığında, sisteme karşı mücadelenin, sistemin genel işleyişini çok fazla rahatsız etmeyecek bir takım dar alanlara sıkıştırılarak yapılamayacağı ortadadır.

Sisteme karşı tavrın en öncelikli koşulu karmaşık ve kuşatıcı bir yapıya ve işleyişe sahip bulunan sistemi bütünlüğü içinde kavramaktır.

Sistem bütünüyle kavranabildiğinde İslamilik iddiası taşıyan çevrelerde yaygın bir biçimde göze çarpan bir takım algılama bozukluklarının da daha net olarak farkına varmak mümkün olabilecektir. Örneğin, Atatürk karşıtlığının, sisteme karşı olmaya yetmeyeceği; devlet-rejim ayrımının devletçi eğilimleri besleyen muhafazakar bir sapma olduğu; hükümet olmakla iktidar olmanın aynı şey olmadığı; sistemin her fırsatta kendisine muhalif oluşumların birbirleriyle çatışmalarını sağlayacak tarzda problemler oluşturmaya ve yapay düşmanlıkları körükleyerek bunları birbirleriyle çatıştırmaya çalıştığı; sistemin kendinden kaynaklanan fiili zulümler yerine "bölücülük", "gericilik" veya buna benzer tehditler savurarak gündem saptırma yoluna gittiği görülecektir. Ayrıca faizsiz bankacılığın yaygınlaşması veya MÜSİAD'ın TÜSİAD'ın yerini alması ile kapitalist mekanizmanın son bulmayacağı; "vatanın bölünmez bütünlüğü" adına zulme ve baskıya arka çıkarak, düzenin terör tanımlamasını sorgulamaksızın benimseyerek, dünyanın çeşitli yörelerinde zulüm gören müslümanlara yardımcı olması için laik düzeni koruma ve kollama misyonunu taşıyan orduyu şuraya buraya gönderme -"Ordu Bosna'ya" sloganında olduğu gibi- çağrılarında bulunarak, "aynı gemideyiz" edebiyatıyla milliyetçi eğilimler geliştirerek de sisteme karşı olunamayacağı anlaşılacaktır.

Sisteme ilişkin en yaygın algılama bozukluklarından biri de yapı ile kişi ayrımı noktasında ortaya çıkmaktadır.

Sistem denilen tüzel kişiliğin kişilerden, yöneticilerden, görevlilerden bağımsız bir mekanizma olduğunun görülememesi sistemin bir küfür sistemi olduğu gerçeğinin fark edilememesi sonucunu doğurabilmektedir. Sistemin genel işleyişi içinde muhalif kimlikli insanların bir takım noktalarda yer almaları, daha doğrusu sızmaları, sistemin bütünlüğünü etkilemeye muktedir olamaz. Belirleyen, buyuran, kuralları koyan bir mekanizma var olduktan sonra, edilgen konumda bulunan kişilerin örgütlü bir tarzda da hareket etseler, hareket alanları sınırlı olacaktır. Çok etkili mevkilerde de bulunsalar, çok geniş yetkilere de sahip olsalar, sistemin işleyiş mantığı ve mekanizmasının dışına çıkılması mümkün olamayacağından sisteme muhalif bir yaklaşıma sahip şahısların, grupların, partilerin varlığı, sistemin küfür sistemi olduğu gerçeğini değiştirmez.

Müslümanlar küfrü ve zulmü temsil eden sisteme karşı bütüncül bir tavır sahibi olmalı ve sistemin şu ya da bu kurumunu, şu ya da bu politikasını değil, bütününü red tavrı içinde olmalı ve bütününü tasfiyeye yönelmelidirler. Bu elbette hiçbir ayrım ve öncelik gözetmeksizin sisteme ait her türlü simge, kurum ve düzenlemelere Don Kişotvari bir karşı koyma anlamında bir tavır değildir. Çerçevesi en nihayette sistem tarafından çizilmiş olmasına ve sistemin denetim mekanizmalarının kontrolüne tâbi olmasına rağmen, mücadeleci bir yaklaşımla, basın-yayın faaliyetinden ekonomik teşekküller geliştirmeye, dernek, vakıf, sendika vb. örgütlenme alanlarından eğitim kurumları oluşturmaya kadar bir dizi etkinlik alanının sosyal ilişkilerde ve tebliğ zemininde bir araç ve imkan olarak kullanılması mümkündür ve gereklidir de. Kaçınılması gereken, ideolojik ve kurumsal düzeyde uzlaşma tavrıdır. Yoksa sisteme karşı tavır, toplumsal ilişkiler ve mücadele alanlarından soyutlanmak ve dışına çıkmak olarak algılanamaz. Aslolan, sistemin mantığına ve onu ayakta tutan temel mekanizmaya karşı bilinçli, programlı ve örgütlü bir tarzda tavır almaktır. Bu tavır alış reformcu, uzlaşmacı eğilimlerin de bir reddi ve devrimci bir yaklaşımın benimsenmesi anlamına gelmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR