1. YAZARLAR

  2. George Habbaş

  3. Filistin direnişi ve FHKC üzerine...

Filistin direnişi ve FHKC üzerine...

Ekim 1999A+A-

Habbaş (D. 1926) Arap Milliyetçi Hareketinin ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesinin kurucusudur. Bu röportaj Şam'da yapılmıştır. Habbaş, İsrail'in Beyrut'u işgal ettiği 1982 yılından beri Şam'da yaşamaktadır. Bu röportajı IPS'nin Beyrut direktörü Mahmut Sueyd 23, 24, 25 Ocak 1997 tarihlerinde yapmıştır. Bu okuyacağınız satırlar bu röportajın bazı kısımlarını içermektedir. Röportajın tamamı IPS tarafından Beyrut'ta Arapça olarak yayınlanmıştır.

Lidda'dan ayrıldığınızda kaç yaşındaydınız? Çocukken de siyasi bilince sahip miydiniz?

1936-1939 yılları arasındaki Büyük İsyan (Büyük isyan sırasında 112 Filistinli İngilizler tarafından asılarak öldürüldü) esnasında ilkokul öğrencisiydim ve Filistinli milliyetçiler tarafından organize edilen grevler ve Britanya karşıtı gösteriler ve bu gösterilerde atılan "Kahrolsun sömürgecilik!" ve "Kahrolsun Balfour Deklarasyonu!" gibi sloganlar hafızamdaki tazeliğini hala korumakta. Okulumuzun müdürü Tevfik Ebu Suud ateşli bir milliyetçiydi. Bir defasında hatırlıyorum genç öğrenciler koridorda kendi aralarında kavga ediyorlardı; onları cezalandırdı ve şöyle söyledi onlara: "Kendi aranızda kavga edeceğinize Yahudilerle kavga edin". Diğer bir gün matematik öğretmenimiz ayağa kalkmamızı ve bir dakika ses çıkarmamamızı İstedi. Bunu neden yaptığını anlayamamıştım ve hiç kimsenin de anladığını zannetmiyorum. Bir dakika dolduğunda öğretmenimiz şunları söyledi": Bu andan itibaren benim genç delikanlılarım yurtları için savaşmak üzere darağaçlarına bile giderler". Bu olay beni çok etkilemişti. Sizin anlayacağınız geniş anlamda milliyetçiydim fakat siyasi bir kariyer yapma düşüncem yoktu.

İlkokulu bitirdikten sonra on üç yaşındayken ailem Lidda'dan Jaffa'ya taşındı. Orada Yunan ortodokslarının okuluna kayıt oldum. Fakat orası tam bir ortaokul olmadığı için ikinci yıldan sonra Kudüs'teki Terra Sancta'ya (Ortaokul seviyesinde özel bir Katolik okulu) transfer oldum. Buradan mezun olduktan sonra jaffa'ya geri döndüm ve iki yıl öğretmenlik yaptım. Boş vakitlerimi Ortodoks kulübünde Mısır dergilerindeki edebiyat ve kültür ile ilgili makaleleri okuyarak geçiriyordum. 1944'te Beyrut'a gittim ve orada Amerikan Üniversitesi'ne kaydoldum.

Siyasetle ilgilenmeye Beyrut Amerikan Üniversitesi'nde mi başladınız?

İlk başlarda çalışmalarım üzerinde yoğunlaşmıştım fakat daha sonraları bazı önemli olaylardan derin bir şekilde etkilendim. Sözgelimi Birleşmiş Milletler'in 1947 tarihli Filistin'i bölme kararı. Ülkemin bölünmesini kabullenebilmek çok zordu. Ve Filistinliler 1948 yılında yurtlarından çıkarılmaya başlandıklarında güçlü ve büyük Arap dünyasının bir avuç çeteciyle nasıl olup da baş edemediğini merak etmeye başladım.

Tıp fakültesindeki ikinci yılımın İlk günlerinde Nablus kentinden gelen arkadaşım Matuk el-Esmer, Profesör Konstantin Zureyk'in (Ortaokul seviyesinde özel bir Katolik okulu) 20-25 öğrenciye kapalı bir seminer verdiğini ve bu seminerlerde Arap milliyetçiliğinden, Arap ulusundan ve bir rönesans ihtiyacından bahsettiğini söyledi. Bu seminerlere katılmaya başladım. Matuk ayrıca Beyrut Amerikan Üniversitesi'nden mezun olmuş Ramiz Şihadeh isimli kişiyle Arap birliğinin nasıl sağlanacağını ve Filistin'in nasıl kurtarılabileceğini tartışmak İçin bir görüşme yapmamızı istedi. Fakat tam bu sıralarda Lidda'ya dönmeye karar vermiştim dolayısıyla bu görüşme hiç gerçekleşmedi.

Lidda'ya 1948 savaşı sırasında mı döndünüz?

1948 Haziran'ında döndüm. Akademik yıl sona ermişti ve üniversite kapanmıştı. Bu sıralarda Siyonist güçler Jaffa halkını yurtlarını terk etmeye zorluyorlardı ve Filistin'den göç çok fazla artmıştı. Benim ailem de dahil olmak üzere bir çoğu Lidda'ya gitti. Ailemin hali vakti yerindeydi, babamın bir dükkanı vardı yani tüccar diyebilirsiniz. Onlar benim Beyrut'ta kalmamı istedikleri için bana sürekli para gönderirlerdi. Annem sürekli endişelenirdi benim için.

Bu yüzden ben Lidda'ya dönünce çok şaşırmışlardı. Benim bu duruma alışabileceğime inanamadılar. Ben de içinde bulunduğum durumu gözden geçirdim. Savaşabilir miydim? Tıp çalışmaya başladığım için bu alanda hizmet verebileceğimi düşündüm. Lidda Hastahanesi'nde Zahlan ailesinden bir doktor vardı. Doktor Mustafa Zahlan'ın asistanı olarak çalışmaya başladım.

O zamanlar Lidda'da durum nasıldı?

Yahudilerin eline geçmemiş diğer kasaba ve köylerde olduğu gibi olağanüstü bir endişe hakimdi Lidda'da da. Hava saldırıları halkın arasında terör yaratıyordu ve kasaba Siyonist çetelerin saldırılarına maruz kalmış çevre bölgelerden gelen mültecilerle dolup taşmaktaydı. Arap Yüksek Komitesinin Lidda şubesinin başkanı Hacı Emin el Hüseyni halkı kalması için zorluyor, hatta onların kasabayı terk etmelerini engellemeye çalışıyordu. Bazıları Lidda yakınlarında bulunan Arap Lejyon gücünün varlığından dolayı kendilerini güvende hissediyorlardı. (100 askerden oluşan küçük bir güç. Bu güç Lidda ile Ramla arasında konuşlanmıştı.) Yahudi güçler topyekün saldırıya geçtiğinde bu gücün kenti koruyacağını düşünüyorlardı. (Dani Operasyonu, 9-10 Temmuz tarihlerinde başladı.şehirde oturanların tamamen sürgün edilmesi 14 Temmuzda tamamlandı.)

Saldırı başladığında siz neredeydiniz?

Hastanede Doktor Zahlan'a yardım ediyordum. Hastane ölü ve yaralılarla dolup taşıyordu ve vaziyet korkunçtu.

Annemin teyzesi hastaneye beni görmeye geldiğinde çok meşguldüm. Annemin beni merak ettiğini bundan dolayı eve dönmem gerektiğini söyledi. Tabi ki bu teklifi reddettim. Sonunda çok sevdiğim (kendini kontrol etmek için ara verdi) büyük kız kardeşimin öldürüldüğünü söyledi. Sokakta koşmaya başladım ve büyük bir karmaşanın olduğunu gördüm. Yol boyunca ölü ve yaralı insanların ki onların bir kısmını tanıyordum yerlerde yattıklarını gördüm.

Kız kardeşimi evin yakınlarında bir yere gömdük çünkü mezarlığa gidememiştik. Üç saat sonra evimize saldıran Yahudi askerler evlerimizi terk etmemizi istediler. Defolun gidin diye bağırmaya başladılar. Annem ve kız kardeşimin çocukları bir de yanımızda götürmek zorunda olduğumuz küçük bir kız çocuğu olmak üzere diğer akraba ve komşularımızın yaptığı şekilde bulunduğumuz yerleri terk etmeye başladık. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk fakat Yahudi askerler gitmemizi emretmişlerdi. Yürümeye devam ettik. Sıcak bir Ramazan günüydü. Etrafımızdaki bazı insanlar bu günün Mahşer günü olduğunu bazıları ise çoktan Cehenneme gittiğimizi söylüyorlardı. Kasabanın dış mahallelerine geldiğimizde kasabayı terk edenlerin üzerlerinin arandığı yahudi kontrol noktasıyla karşılaştık. Biz de silah yoktu. Fakat komşumuzun oğlu Emin Hanhan belli ki üzerinde bir miktar para gizlemişti. Onların üzerini aramalarına izin vermedi. Siyonist bir asker gözlerimizin önünde onu kurşunlayarak öldürdü. Annesi ve kız kardeşi ağlayarak üzerine kapandılar. Onun kardeşi Bişara'yla ilk okulda birlikte okumuştuk ve arkadaşlık yapmıştık. Birlikte ders çalışmış birlikte oynamıştık. (Yeniden duygularını bastırmaya çalıştı.)

Benim neden bu yolu seçtiğimi ve neden Arap milliyetçisi olduğumu merak ediyorsunuz. Bunun sebebi Siyonizmdir. Birde kalkmışlar bütün bunların üzerine barıştan bahsediyorlar. Ben Siyonizmin ne olduğunu kendi gözlerimle gördüm.

Ailenize ne oldu?

Biz Ramallah'a gittik. Ailem daha sonra Amman'a taşındı. Bende tıp tahsilimi devam ettirmek için Beyrut'a geri döndüm.

Üniversitedeki geri kalan yıllarınızda neler yaptınız? Öğrenci arkadaşlarınızdan hangilerini hatırlıyorsunuz?

Hani el Hindi (Suriyelidir ve Habaş, Haddad, ve el Katible birlikte Arap Milliyetçi Hareketinin kurucularındandır. Daha sonra ise 1958 yılında kurulan ve 1961 yılında dağılan Mısır Suriye Birleşik Arap Cumhuriyetinde (BAC) bakanlık yapmıştır.), Vadi Haddad (Yunan Ortadoksu. Habaş gibi Beyrut Amerikan Üniversitesinde tıp tahsili yapmıştır. Habaş'ın sağ kolu olmuştur ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesinin operasyon komutanlığını yapmıştır.), Ahmet el Katip (Kuveytlidir. O da Amerikan Üniversitesinde tıp tahsili yapmıştır. Daha sonra Kuveyt parlamentosunun bir üyesi olmuş ve muhalefet liderliği yapmıştır.), Salih Sibel, Hamid el Cuburi ve diğerleri (Şibel Filistinlidir. Cuburi ise Iraklı.). Biz Lübnan'ın her tarafında üyeleri bulunan siyasi bir öğrenci hareketinin bir unsuruyduk.

Öğrenci faaliyetlerinin ötesinde birtakım şeyler yapmayı düşünüyor muydunuz?

Şüphesiz. Vadi Haddad, Ahmet el Katib ve Hani el Hindi ile beraber doğrudan eylem fikrinden yani -hızlı ve etkili- eylem fikrinden etkilenmiştik. O zamanlar gençtik. Hani el Hindi Suriye'de bizim düşündüğümüz gibi düşünen insanların olduğunu söyledi. Kataib el- Fida el-Arabi (Arap Komando Müfrezesi) işte böyle kuruldu. Ben, Hani, Cihad Dahi (Suriyelidir. Daha sonra Birleşik Arap Cumhuriyetinde bakanlık yapmıştır.), Mısırlı Hüseyin Tevfik ve diğerleri Kataib el Fida da aktiftik. Başlıca hedeflerimiz öncelikle vatan hainleri daha sonra İngilizler ve son olarak İsrail'di. Fakat Hüseyin Tevfik, Şişhakliye (1953-1954 yılları arasında Suriye'nin devlet başkanlığını yapmıştır.) yönelik başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan sonra (Hani, Cihad ve benim onayım olmaksızın gerçekleştirilmişti bu suikast) Filistin'in bu tür taktiklerle kurtulabileceğini umut etmenin mantıksız olduğunu düşünmeye başladım ve siyasi bir hareket başlatmanın zamanının geldiğini düşündüm. Hani'nin ve benim zihnimde Arap birliğini sağlamaksızın Filistini kurtarmanın mümkün olamayacağı fikri iyice belirginleşmişti. Bizim düşüncemize göre bir örgüt dava için kişisel kariyerlerini terk edebilen ve kendilerini davaya adayan insanlardan oluşabilirdi. Böylece Arap Milliyetçi Hareketinin(AMH) çekirdeği oluşmaya başladı.

Şüphesiz geniş Arap milliyetçisi bir akım mevcuttu bizden önce. Fakat AMH'yi diğerlerinden ayıran şey AMH'nin Filistin'in kurtuluşunun Arap Birliğinin sağlanmasıyla mümkün olabileceği düşüncesine sahip olmasıydı.Hareketin çok sağlam olması gerektiğine inanıyorduk.

Çekirdek grubun ideolojik bir temeli var mıydı?

Nakbah hakkında yazan Zureyk ve daha sonraları Arap milliyetçiliğinin babası olarak bilinecek olan Sati el Husari (1940'larda Irak'ta eğitim direktörlüğü yapmıştır. Arap milliyetçiliğinin önde gelen bir teorisyenidir. 1950 ve 1960'lardaki Arap milliyetçi düşüncesi üzerinde derin bir etki oluşturmuştur.). Bir defasında Husariye 1948 savaşını neden kaybettiğimiz hususunda bir soru sorulduğunda şöyle cevaplamıştı bu soruyu; "Çünkü biz o zamanlar 7 devlettik." Tabi ki Zureyk ve Husariyi okumak yeterli değildi. Siyasi bir hareket oluşturmayı düşünmeye başladığımızda her şeyi okumamız gerektiğini fark etmiştik. Biz siyasi bir vizyona ve kendisini sözlerle değil eylemle kanıtlamış sağlam bir teşkilata sahip oluncaya kadar bir hareket oluşturmamaya karar vermiştik.

Yeniden ideoloji konusuna dönecek olursak Marksizm henüz bizim ilgi alanımıza girmemişti. Sovyetler Birliği bölünmeyi desteklediği için Marksizm'e soğuk bakıyorduk. Biz öğrenmek için yoğun bir çaba gösteriyor ve yoğun bir okuma gerçekleştiriyorduk. Hani ve Vadi Haddadla birlikte Alman ve İtalyan birleşme hareketlerinden, Fransız devriminden bahseden birçok tarih kitabı okuduk. Ayrıca ben Kuran-ı Kerim'i de okudum. Vadi de okudu. Ben hala Vadi ve Haninin okumaya nasıl daldıklarını o günkü tazelikle hatırlarım.

Biz öncelikle kendi kendimize dürüst olmakta ısrarlıydık. Teşkilatın kuruluşunu açıklamadan önce 3 yıllık bir düşünme süresi geçirmiştik. 1951 de teşkilatlanmaya başladık. Ben Amman'a gittim Vadide arkamdan geldi (Habaş ve Haddad Amman'da 1957 yılına kadar faaliyet gösteren bir halk kliniği açmışlar ve insanları parasız tedavi etmişlerdir.). Orada şunu anladık bütün mesaimizi hareket için harcamalıydık ve kendimizi adamadan çok büyük şeyler beklememeliydik. Ahmet Katib Kuveyt'e gittiğinde 100 dinar toplamış ve bu miktarın 90 dinarını bize göndermişti. Şimdi başlayabiliriz demiştik.

Arap Milliyetçi Hareketini yeniden oluştursaydınız neleri değiştirir neleri olduğu gibi bırakırdınız?

Demokrasiyi temel bir düstur olarak aileden başlayarak okullara, kulüplere, derneklere taşırdım. Siyasi faaliyetlerde, teşkilatlarda, partilerde ve devlet kurumlarında demokrasiyi getirecek düzenlemeleri yapardım. Yani sizin anlayacağınız Filistini kurtarmanın yanına demokrasi meselesini eklerdim.

Ayrıca ben birleşme deyince şunu anlıyordum; Mısır ve Suriye 1958 yılında Nasırın önderliğinde hiçbir ön hazırlık yapmaksızın hemen ve bütüncül bir şekilde birleşecekler. Şimdi ise birleşmeyi farklı bir şekilde anlıyorum. Birleşme öncelikle birbirini tamamlama şeklinde anlaşılmalı ve ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda birleşmeyi sağlayacak adım adım uygulamaların birikimlerinden oluşan bir süreç olarak görülmelidir.

Bölgesel anlamda yakınlaşmanın başarılı adımlarının atıldığını görüyorum sözgelimi Mağrib devletleri, Mısır ve Sudan, Arap yarımadası ve Körfez ülkeleri.

Bir bölgedeki komşu ülkeler arasında gidiş gelişlerin yapıldığını görüyorum. Aslında bölge ülkeleri arasında ABD'nin sistemine benzeyen bir federasyon oluşturulmalıdır. Aynı zamanda Arap birliğini sağlamak açısından bireyler bölge ülkeleri arasında serbest dolaşım hakkına sahip olmalıdırlar. Arap ülkeleri arasındaki ticaret geliştirilmelidir. Arap ülkelerindeki üniversitelerin işbirliği yapabilmeleri sağlanmalıdır ve bazı sivil önlemler alınmalıdır. Uzun ve birbiriyle bağlantılı bir sürece girmeliyiz.

Bir de sosyalizm meselesini ele alalım. Sosyalizm başlangıçta bizim gündemimizde yoktu. Bizim sloganımız şuydu; Birlik, Kurtuluş ve İntikam, intikam Filistine yapılanların intikamını almaktı. Sosyalizm daha sonraları parti içerisindeki etkileşim sonucu gündemimize girmiştir.

Şu hususu vurgulamalıyım; benim temel fikirlerim olaylara gösterilen tepkiler sonucu oluşmuştur. Gerçek olaylar benim düşünce çizgimi oluşturmuştur. Okumak ve parti tartışmaları da bir rol oynamıştır düşünce çizgimin oluşumunda. Fakat sorarsanız ki George Habbaş'ın fikri yapısını etkileyen ana unsur nedir? Benim cevabım şu olacaktır; olaylar. O olaylarda şunlardır; Mısır-Suriye Birleşik Arap Cumhuriyetinin (BAC) 1961'deki dağılışı, 1967 savaşı, 1973 savaşı ve İntifada. Önce bir olay meydana gelir, daha sonra bu olup bitenler hakkında tartışmalar yapılır daha sonra bunlar okunur. Olaylar, bu olayların etkileri ve okuma. Bu şekilde bir seyir söz konusudur.

Yeniden sosyalizm konusuna dönebilir miyiz?

Kitlelerin her hususta bir temel unsur olduklarını bilmemize rağmen az önce söylediğim gibi sosyalizm başlangıçta bizim gündemimizde değildi. Bu açıdan ilerlemeciydik.

Sonra sosyalizmin gerçekleşmesi için gerekli olan aşamaları belirten önemli bir genelge yayınladık. Hareketin ideolojisini göz önüne aldığınızda bu ileri bir demokrasi için ilk adımı teşkil ediyordu. O günlerde biz hareket içerisinde bölünme yaratmaksızın bir dönüşüm gerçekleştirebiliyorduk. Bu şekilde bir işleyişi sürekli hale getirebilseydik AMH dağılmayacaktı.

İşin aslı parti içerisinde Suriye ile birleşmenin tartışıldığı zamanlarda Nasır sosyalizmi savunuyordu. Biz 1959 başlarında Beyrut'ta Muhsin İbrahim'in (Lübnanlı bir şiidir. Daha sonra AMH den ayrılan sol franksiyonun liderliğini yapmıştır ve son olarak ta Lübnan'da faaliyet gösteren Komünist Eylem Örgütünün liderliğini yapmıştır.) başkanlığını yaptığı Muhammed el Zeyad'ın, Joseph Mughaizel'in, (Lübnanlı bir Marunidir. İyi bir avukat olmuştur ve Arap Kültür Klübünün başkanlığını yapmıştır.) Abdül Hamid Şerefin (Haşimidir. Irak kraliyet ailesinin bir mensubudur, Daha sonra Ürdün devletinin başbakanlığını yapmıştır.) ve Ahmet Staitiyya'nın üye olarak bulundukları bir kültür komitesi kurduk. AMH'nin komuta kademesiyle kültür komitesi arasındaki müzakereler sonucu sosyalizmin gündeme alınmasına ve intikam sloganının "Filistin'in kurtarılması" terimiyle değiştirilmesine karar verildi. Sonuncu değişiklik kültür komitesinin tavsiyesiyle gerçekleştirilmişti. Çünkü intikam kelimesi popüler bir şey değildi. Komite ayrıca Yahudilerle Siyonistlerin bir tutulmamasını tavsiye etti.

Daha önce Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin(BAC) dağılmasının sizin sosyalist düşüncelerinizde büyük bir boşluk oluşturduğunu ve sizin Marksizm'e yönelmenize yol açtığını söylemiştiniz.

Birliğin dağılması gözümü açtı. Dağılmaya yol açan güçlere bakmaya zorladı beni. Sınıf mücadelesini daha iyi anlamamı sağladı. Sınıf mücadelesinin toplumumuz da bir faktör olduğunu fark ettim. Ayrıca Vietnam savaşından dersler çıkardım. Hem Arap milliyetçisi olmanın hem de aynı zamanda gerçek bir sosyalist olmanın tezat oluşturmadığını düşünüyorum.

Benim Marksizm'le daha içli dışlı olmam 1967 savaşından sonra olmuştur. Benim Marksistliğim Suriye'deki hapislik günlerimde ilerleme kaydetmiştir. Bu hususta gardiyanım Abdülkerim el Cundiye minnettarım. Beni bitirmek ve zarar vermek düşüncesiyle 9-10 ay boyunca yalnız başıma yaşamamı sağlamaya çalıştı. Ben bütün vaktimi Marks, Engels, Lenin, Ho Chi Min ve Mao'nun eserlerini okuyarak geçirdim. Daha sonra Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin ikinci ulusal konvansiyon bildirisini yazdım.

Şu anda silahlı mücadele açısından Filistin Halk Kurtuluş Cephesiyle Fetih arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Silahlı mücadele, Yaser Arafat boyun eğinceye ve Oslo anlaşmasını imzalayıncaya dek bizimle Fetih arasındaki ortak bir paydaydı. Fakat önemli meselelerde farklı görüşlere sahiptik. Sözgelimi Filistin'le Arap milliyetçiliği arasında bir bağ olduğunu ve Filistin'in kurtuluşunun bu bağın sağlanmasıyla gerçekleşebileceğini ısrarla vurguladık. Fetih'in büyük hatası ölümcül hatası Filistin davasını Arap milliyetçiliği davasından ayrı görmesiydi.

İkinci farklılığımız sınıf boyutuyla alakalıdır. Burjuva kendi sınıf hedeflerini elde edince kavgayı sona erdirir. Oslo ekibi de belli bir sınıf kesimini temsil etmektedir ve onlarda aynı şeyi yapmışlardır. Çünkü onlar bir başarı elde ettiklerine inanmaktadırlar. Peki, kitlelere ne olacaktır? Onların çıkarları ne olacaktır? Kitlelerin şu anda neyle karşı karşıya olduklarına bakalım. Filistinli kitlelerin Fetih'in yol açtığı bir bozulmayla karşı karşıya gelmeleri akıllara durgunluk veren bir felakettir. Aynı kitleler bütün savaşlara ve kendilerini mağlup etmeye çalışan bütün çabalara rağmen hayatta kalmayı başarmış­lardı. İşgale uğrayan ya da uğramayan bölgelerde Siyonist askeri aygıtına direndiler. Fakat şimdi otuz yıl sonra aynı kitleler baskıcı devlet aygıtının demokrasiyi boğması ve milliyetçi kurum ve başarıları zayıflatması yüzünden burjuva idaresi altında umutsuzluk ve çaresizlik içerisindedirler.

Mafya yükselişe geçmiştir ve işgalci güçle ilişkiye girerek günlük temel ihtiyaçlar üzerinde tekel oluşturmaya başlamıştır.

Filistin Otorite ekibine mevcut devlet işleriyle ilgili temel suçlamalarımı yöneltmemin yanında açıkladıkları hedef ve programları gerçekleştirmedikleri ve tehdide karşı durmadıkları sürece muhalefet yapmaya devam edeceğim.

Silahlı mücadeleye yeniden dönecek olursak, Kurtuluş Cephesi, İntifadaya kadar silahlı mücadeleyi savundu. Silahlı mücadelede yalnızca fedailer savaştı fakat İntifada da bütün Filistin halkı, çocuklar, kadınlar, sanatçılar yani herkes savaştı. İlk defa İntifadayla birlikte Filistin'in bazı bölgelerinde bağımsızlığı ve özgürlüğü sağlamanın mümkün olabileceğini düşündüm.

Şu anda bu insanlar silahlı mücadeleyi kutsal bir ibadete dönüştürdüler. Biz bu kavramın daha da ötesine geçtik ve silahlı mücadeleyi daha geniş bir siyasi mücadelenin bir parçası olarak görüyoruz. Bir İnsanın silahlı mücadeleyi seçip seçmemesi bir vicdan meselesi değil yalnızca düşmanın yapısı ve uygulamaları sonucu yapılan bir tercihtir. Ayrıca Filistin halkının hedefleri de bu tercihte rol oynar. Hedefler sadece diplomatik faaliyetler sonucu elde edilemez. Kapsamlı mücadeleyi sağlayan devrimci şiddetinde hedefleri elde etmede özel bir yeri vardır. Silahlı mücadeleyle siyasi, kültürel ve ekonomik mücadele arasında bir çelişki yoktur.

Fakat Oslo anlaşması silahlı mücadele evresinin kazanımlarını boşa çıkardığı gibi İşgal edilen bölgelerdeki intifadanın kazanımlarını da ortadan kaldırmıştır. Zaten İsrail'in Oslo mutabakatını imzalamasının temel nedenlerinden birisi de İntifadayı sona erdirmek istemesidir.

Fakat Filistin Kurtuluş Örgütü pazarlıklara başladığında intifada zaten can çekişiyordu.

Ebu Ammar (Yaser Arafat) bu görüşmelerden önce Cezayir konferansında tavizler vermeye başlamıştı. Bu İsrail'in daha fazla taviz istemesine yol açtı. Arafat hangi açıdan bakarsanız bakın ister Filistin ister Arap ister uluslararası açıdan mümkün olabi­lecek en kötü şartlarda görüşme yapmaya gitti.

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi uçak kaçırma ve rehin alma olaylarına karıştığı için eleştirildi. İdeoloji ve işleyiş açısından bu hususta neler söyleyeceksiniz?

1960'ların başlarında İsrail'in nükleer kapasitesi hususunda birçok endişe vardı. Bu hususu Nasır'la görüştüğümü hatırlıyorum. Filistinli profesörlerden ve diğer arkadaşlardan oluşan bir danışma kurulumuz vardı. Dünya'nın dikkatini bu nükleer meseleye çekmemiz gerektiğini belirttiler. Bu sıralarda ben ve Vadi, Filistin halkına yapılan haksızlığı dünya kamuoyunun fark etmesi için ne yapılması gerektiğine karar vermeye çalışıyorduk. Vadi, uçak kaçırma fikrini ortaya attı fakat yapılacak operasyonlarda hiç kimsenin zarar görmemesi gerektiğini defalarca belirtti. Biz dünyanın dikkatini bazı eylemlerle çekmeye çalışıyorduk bu da bunlardan bir tanesiydi.

Sivilleri kaçırmakla Filistin davası için destekçi kazanabileceğinizi düşünüyor musunuz? Eğer bir kişi Filistin davasını desteklese bile bu tür büyük bir sıkıntı o kişinin sempatisini olumsuz yönde etkileyecektir.

1972 yılında bu operasyonları sona erdirdik. Fakat bu eylemleri gerçekleştirdiğimiz üç yıllık döneme baktığımızda bu eylemlerin bir etki yarattığı sonucuna vardık. Operasyonları yolcuların yaşadıkları bireysel deneyimlerle değil daha geniş bir perspektiften değerlendirmeliyiz. Bizim değerlendirmemiz bu operasyonlar sayesinde dünya bizim insanımızın çektiği acıları fark etmiştir.

İsrailli sivillere karşı yapılan operasyonları sorarsanız şöyle bir görüş vardır; bütün İsrailliler işgalci ve gasıptır. Bende bu görüşün altına imzamı atarım. Buna rağmen askeri hedeflere odaklanmışızdır. Mücadelede ahlaki bir boyut olması gerektiğini kabul ediyorum fakat böyle öfkeli kınamaların genellikle İsrail destekçileri tarafından yapılmasını da manidar buluyorum. Siyonist devletin uyguladığı terörizm sonucu ölen Filistinli, Lübnanlı ve diğer Arap sivillerin sayısını topladığınızda göreceksiniz ki bu sayı ölen İsraillerin sayısından kat be kat daha fazladır.

İntihar bombalamaları ve rastgele yapılan bombalamalar hakkındaki görüşünüz nedir?

Biz bir Cephe olarak işgalin kararlılığını zayıflatan her hareketi davamız ve mücadelemiz açısından faydalı buluruz. Şüphesiz bizim hedefimiz sivillere zarar vermek değildir. Mücadele bizim için bir Vandalizm eylemi değil gasp edilen haklarımızı geri almak için bir araçtır. Düşman bu hakları reddetmekle (ve bundan kaçınmak için en vahşi araçlara başvurmakla) yalnızca Filistinlilere yapılanların sorumluluğunu değil aynı zamanda İsraillilerin başına gelebileceklerinde sorumluluğunu üstlenmiş olur.

Bu operasyonları kınamamı isteyenlere soruyorum neden kınayayım? Ben bu sorumluluğun sahibi değilim. İsrail'in sorumluluğunu belirtmek istiyorum. Meselenin köklerine inilmeli ve asıl sorumlunun kim olduğuna bakılmalıdır.

Ürdün ve Lübnan Direnişinin acılarından hangi dersleri çıkardınız?

Silahlı mücadele 1967 yenilgisinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu vatanın kaybedilmesine ve yeni zoraki göçe duyulan popüler ve organize bir tepkiydi. Ürdün ordusu 1967 savaşında çökmüştü. ABD karşı devrimci bir güç olarak Ürdün ordusunu yeniden oluşturdu. Öyle bir durum ortaya çıktı ki Direniş güçlü İsrail ordusu ile Ürdün ordusu arasında sıkıştı kaldı. Ürdün ordusu İsrail ordusu gibi düşman bir ordu değildi fakat devrimci güçlere karşı oluşturulan düzenli bir orduydu.

Direniş kendisini çok zor bir konumda buldu. Şayet kelimenin tam anlamıyla gerçek bir ulusal birlik oluşturulabilseydi. Filistinli kitleler harekete geçirilebilseydi ve Ürdün içerisinde bulunan Ürdünlü kitlelerle Arap birliği temelinde bir İttifak yapılabilseydi direniş kendini koruyabilirdi. Fetih Ürdün'deki Arap unsurları tamamıyla göz ardı etmiştir.

Sonra komşu Arap devletleri arasındaki askeri ittifak ihtimalleri meselesi vardır:

Ürdün'de Irak ordusuna ait bir birim vardı ve Suriye ordusu onun hemen yanı başındaydı. Fakat Filistin meselesini kapsamlı olarak algılayabilecek bir bakış açısı yoktu. Kim bilir Filistin solu bu hususta düşünüldüğünden daha iyi konumdaydı fakat bu bir anlam ifade etmiyordu.

Ürdün'deki Direnişin izah edilemez hatalarını küçük göstermek istemiyorum. 1970 Şubatında, Haziranında ve Eylülünde çok büyük hatalar yaptık fakat diğer hatalar halk arasındaki bölünmeleri arttırmak ve Direnişe karşı gerçekleştirilecek güçlü bir saldırıyı meşrulaştırmak ve Direnişe olan kini artırmak amacıyla kullanılmıştır.

Ürdün'de milliyetçi bir rejim ve ordu olmuş olsaydı durum daha farklı olur muydu?

Aynı bölge üzerinde iki otoritenin aynı anda var olmasının zor olduğu bir gerçektir. Bununla birlikte şöyle bir durumu gözönüne getirelim: Milliyetçi bir rejim kendi otoritesinden vazgeçmeksizin Devrimin kendi alt yapısını oluşturmasına izin vererek Devrimin talep ve hedeflerini anlayışla karşılar. Bunun için şüphesiz ikisi arasındaki ilişki düzenlenmeli ve her ikisinin de yetki alanı belirlenmelidir

Lübnan'daki savaş tam bir iç savaş değildi, birisi kalkıp şöyle söyleyebilir; ülke bir savaş alanı olarak kullanıldı ve olan biten şeylerden Araplar hiçbir sorumluluk duygusu hissetmediler. Siz Filistin Halk Kurtuluş Cephesinde Lübnan'da meydana gelen olayların bir eleştirisini yaptınız mı?

Lübnan'da olanları düşünmek acı verici bir husustur. Bizim görevimiz Lübnan'daki mücadelelerden çıkarılan dersleri samimiyetle ve sorumluluk içerisinde dile getirmektir.

Halk Kurtuluş Cephesi bu konuyla ilgilendiği sürece Lübnan'daki durum konferanslarımızdaki tartışmalarda ve komuta teşkilatlarımızda toplantılarda hemen hemen gündemin sabit bir konusu olarak tartışılırdı. Lübnan'da neyin önemli olduğu belirsizleşmişti. Her şey ani tepkilerin altına gömülmüştü, (hizip, siyasi ve bölgesel tepkiler) İlişkiler ahlaki ve entelektüel yoksunluk seviyesine düştüğünde önce kişinin kendisi bozulur daha sonra diğerleri."Lübnanlı Filistinliler, içeride ve diğerleriyle tarihi uzlaşma tercihi" başlıklı bir yazı yayınlamamızın sebebi budur. Bu yazı şu hususa vurgu yapmaktaydı: Temel nokta Lübnanlıların çıkarları ve itibarlarının Filistinlilerin çıkarları ve itibarları olmasıdır ya da tam tersidir. Birliğin ahlaki ve yaratıcı temeli çeşitliliğin ve kişisel farklılığın kabulü üzerine bina edilir. Bir başka ifadeyle birlik çeşitliliği ve bireyi, kamuoyunu oluşturan temel unsurların çeşitli formlarını hesaba katmadığı sürece meşru değildir. Bu düzenleyici olmadan kişisel farklılıklar içteki yıkıcı çatışmaların ve kanamanın sabit kaynağı olur. Bu husus şuna benzer, kamunun kendisinin zamanla saçma bir aynılığı amaçlayan baskıcı bir kuvvet haline gelmesi. Bu durum demokrasiye ve özgürlüğe engel olan dinamiklerin nasıl sürekli yeniden üretildiğini gösteriyor.

Eğer Lübnan Ulusal Hareketi (LUH) kontrol altında olsaydı, olayların gidişatı farklı bir seyir izleyebilir miydi?

Sonuçların farklı olacağına dair şüphelerim var, çünkü ben zamanında LUH'a sıkıntı yaşatan önemli eksikliklerin ve zayıflıkların farkındaydım. Hedefleri yüce ve adildi, fakat teşkilat yapısında zayıflık ve sosyo-politik gündeminde açık, anlaşılır olamama durumu vardı. Aslında, LUH var olan krizi aşacak bir vizyon ve program öne süremedi. Tepkisel olmaya devam etti. Bu da LUH'un neden politik, sosyal ve teşkilat faaliyetlerinde egemen olan kültürün ötesine geçemediğinin bir göstergesidir. Lübnan'da çözüm hem politik hem sosyal güçlerin elindeydi. Lübnan'da günah çıkarma zihniyeti ve kültürü öylesine köklü ve yaygındı ki yalnızca çok güçlü ve olgun bir politik hareket önemli bir değişiklik getirebilirdi.

Bu LUH'un niçin sürekli dış güçlere dayandığının sebebini oluşturur. Ayrıca Lübnan'daki Filistin sağının LUH'un kararları üzerinde nasıl hegemonya kurduğunun bir göstergesidir. Bunu da LUH'u bağımsızlığın önemli şartlarından mahrum bırakarak ve Sağın kendi başarısız ve dar stratejilerine zorlayarak yapmaktadır. Aslını söylemek gerekirse Filistinli sağcı eğilim LUH'u istismar ederken Ürdün'de düşmüş olduğu ölümcül tuzağın aynısına Lübnan'da düşmüş oldu.

Bizim Halk Kurtuluş Cephesi olarak görüşümüz, İsrail'e karşı oldukça sert bir çizgi oluşturmak ve LUH'a ve onun ilerlemeci demokratik planlarına sınırsız destek vermekti. Bu yüzden, sürekli olarak liderliğin LUH'un elinde olması gerektiğini vurguladık. LUH da, tabi ki Siyonist düşmana karşı açık bir bakış açısı geliştirmeli ve Lübnan'ın açmazlarına çözüm olacak sosyo politik vizyona da sahip olmalıydı.

Sizce Hizbullah'ın başarısındaki sır nedir? Lübnan'daki Filistin direnişi deneyiminden hangi açıdan farklı özellikler gösteriyor?

Dört ana unsur var; ilk olarak; Hizbullah kendi topraklarında, kendi insanlarının arasında faaliyet gösteriyor, ikincisi askeri yapısı ve liderliğini çevreleyen gizlilik, sabit konumlara adapte olmayı reddedişi, taktik ve stratejik amaçlı manevralarını dâhiyane bir şekilde gerçekleştirmesi, üçüncüsü, Hizbullah birleşik bir liderliğe sahip ve dördüncü olarak, Hizbullah bizim hem olumlu hem olumsuz deneyimlerimizden faydalandı ve bu sayede bizim düştüğümüz hatalara düşmedi. Hizbullah bizim acı ve kanlı tecrübelerimizin mükemmel bir eseridir.

1982'deki Beyrut savaşının son zamanlardaki olayların gidişatını etkilediğine inanıyor musunuz? Mesela bu savaş intifadanın başlamasına neden olmuş mudur?

Şüphesiz Filistin'in dışında silahlı mücadele verilirken, içerdeki kitleler devrimin devam etliğine inanıyorlardı. Ne zaman ki dış ufuklar kapandı ve Filistin dışında ihtilalin çıkmaza girdiği kesinleşti İşte o zaman İntifada başladı. Bu yüzden intifada Lübnan savaşından soyutlanamaz.

Arap ve Filistin açısından iki eğilim ortaya çıktı; birisi intifadayı devam ettirmeyi öneren eğilim, diğeri ise yolun sonuna geldiğimizi ve yirmi yıllık mücadelenin bir kısım kazanımlarını elde tutabilmek için politik seçeneği benimsemeyi öneren eğilim. Fakat bu İkinci eğilim şu anlama geliyor: Tecrübelerimizden faydalanmamak, bu güne kadar ki başarılarımızdan vazgeçmek, kendimizi bu güne kadar yaşadıklarımızdan soyutlamak ve trajik bir şekilde umutlarımızı düşmanın bize verdikleriyle değiştirmek.

Lübnan savaşının son günlerinde Ebu Ammar resmi organımız olan El Hedefin karargâhındaki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin ofisinde beni ziyaret etti. Benimle özel olarak konuşmak istediğini söyledi. Bana birlikte kaçma fikrine ne diyeceğimi sordu. Nereye diye sordum? Tunus ya da Kıbrıs dedi. Ne düşündüğünü anlamıştım. Eğer ihtilalin sona erdiğini düşünüyorsan seninle aynı fikirde değilim dedim. İhtilal devam etmeli, çok zor şartlar altında olsa bile ihtilal devam etmeli dedim. Kalmalıyız, ulusal bütünlüğümüzü korumalıyız ve bize şu anda destek olabilecek tek güç Suriye ile bağlarımızı koparmamalıyız diye sözlerimi tamamladım. Bu görüşmeden sonra o Filistin'i terk etti ama ben onunla gitmedim. Onun hangi yolu izlemek istediği belliydi. Lübnan savaşı onun bu kararında önemli bir rol oynadı.

Doğu Kudüs başkent olmak üzere Batı Şeria ve Gazze'nin çoğunu içine alan bir Filistin devleti kurulmasını kabul edilebilir bir çözüm olarak görüyor musunuz?

Her şeyden önce böyle bir sonuca yakın bir nokta değiliz. İşçi Partisi İsrail'de eski gücüne kavuşsa bile yerleşim, dönüş yapma hakkı, sınırlar, su kaynakları ve Kudüs meseleleri devam edecektir. Eğer kabul edilebilir geçici bir çözüm mümkün olursa kitlelerimize bunun geçici bir çözüm olduğunu meselenin sonu olmadığını söylemeliyiz.

Oslo'dan önceki Filistin davasının şimdikinden daha iyi konumda olduğu düşüncesinde misiniz?

Alınan sonuçlara yüzeysel bir bakış bile Oslo'daki kayıplarımızın kazandıklarımızdan çok daha fazla olduğunu gösteriyor. İsrail ise kaybettiğinden daha fazlasını kazandı. Üstelik bizim kayıplarımız İsrail'in net kazanç hanesine yazıldı. Bu durum Oslo'nun bizi içine düşürdüğü çıkmazı ve İşgal altındaki yurdumuzda Filistinlilerin zor şartlarını ortaya koymaktadır.

Biz Arap ülkeleriyle işbirliği yaparak uluslararası meşruiyetimize vurgu yapmalıyız. Suriye ile müttefik olmalı, kendi ülkemizi düzene sokmalı ve bize açık tüm yollarla di­renişi sürdürmeliyiz.

İsrail toplumunda bulunan ve Filistinli insanların ulusal haklarını tanıyan güçlerle diyalogu kabul eder misiniz? Bu güçlerle birlikte hareket etmenin fayda getireceğine inanıyor musunuz?

Taktik açıdan İsrail içerisinde var olan her bölünmeden faydalanmalıyız. Fakat bununla birlikte şu hususu da unutmamalıyız: Filistinlilerin haklarını savunan bu güçler bugüne kadar hep marjinal kalmışlardır ve şu ana kadar önemli bir rol oynamamışlardır. İşin aslı bu güçler itaatkâr Filistinli yaratmak isteyenler tarafından kullanılmışlardır. Bunlar halkların ilişki kurmasını teklif ederek hem gösteriş yaparlar hem de bunu İsrail'in iyi niyetinin bir delili olarak sunarlar. Bizim görüşümüze göre güvenilir bir Filistin-Arap cephesi İsrail'i kaçındığı zor tekliflerle köşeye sıkıştırmadığı sürece İsrail içerisindeki bölünme bir ciddiyet arz etmeyecektir.

Arap dünyasının bu günkü durumu hakkındaki değerlendirmeniz nedir?

Bu günler Filistin davasının en karanlık günleridir. 1936, 1948 olaylarına bakıyorum, eltileri, altmışları, yetmişleri gözönüne getiriyorum ve şu sonuca varıyorum; şu anki mevcut durum en kötü durum. Niye? Çünkü yapılabilecek en kötü şey teslim olmaktır. Alçaltılmış şerefinizi ve işgal edilmiş toprağınızı geri almak için savaştığınız sürece her şey iyi gidiyor demektir. Bazı parti ya da güçlerin, rejimlerin teslim olabileceğini zannediyorum. Fakat Arap halkı bir süre için geri çekilmesine ya da etkisiz kalmasına rağmen topraklarının işgal edilmesini ve haklarının gasbedilmesini kesinlikle kabul etmeyecektir. Filistin'de, Mısır'da, Ürdün'de, Lübnan'da hatta Mağrip'te olumlu gelişmeler vardır. Çeşitli Arap ülkelerinden gençlerle karşılaştığımda onların milliyetçi davaya bağlılıklarının büyüklüğünü hissedebiliyorum.

Körfez Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan durum hakkında neler söyleyeceksiniz?

Körfezde ne olduğunu ortaya koyduğumuzda şunu belirtmeliyim; hiç şüphesiz bir Arap ülkesinin bir diğer Arap ülkesini işgal etmesine karşıyım. Her zaman açıkça söylediğimiz gibi birleşmeye giden yol demokratik olmalı. Birleşme şiddet değil özgür tercih meselesidir. Zamanla bizim ayrı devletlere bölünmemizle sonuçlanan ekonomik, politik, sosyal gerçekliklerin ve kültürel etkilerin üstesinden yapay metotlarla ve zorlamalarla gelemeyiz. Birleşme üzerinde aşamalı ve uzun soluklu bir çalışma gerçekleştirmeliyiz.

Sorun savaşın olumsuz sonuçlarının nasıl iyileştirileceğidir. Arap dayanışması yapmalıyız. Sözgelimi üç Arap ülkesi -Libya, Sudan ve Irak- A.B.D'nin ambargosu altındadır. Bütün Arap ulusu bu ambargoyu sona erdirmek için uğraşmalıdır. Karşımız­daki ittifak Arap dünyasının zayıflığının ve bölünmüşlüğünün arttığını görürse Arap ulusuna olan düşmanca eylemlerini arttırır. Şayet Araplar bir takım meydan okumalarda bulunurlarsa -savaş kastetmiyorum fakat en azından ciddi ekonomik gelişmelerle ve medya kampanyalarıyla bunu yaparlarsa- düşmana karşı konumlarını güçlendirecekler ve dünya ulusları içerisinde saygınlık kazanacaklardır.

Birçok Arap ülkesinde aktif olan İslami güçlerle ilişki kurmayı nasıl karşılıyorsunuz?

Bu husus Arap birliği açısından her ülkede Arap ulusal kurtuluş hareketinin karşılaştığı en büyük ikilemlerden bir tanesidir. Söze şöyle başlamak gerekirse, İslamcı güçlerin hepsini aynı görerek onlarla işbirliği yapıp yapmama hususunda keyfi bir karar alınamaz. İkincisi onlarla işbirliği yapmak zorunlu gözükebilir çünkü onlar kendi toplumlarına ait yerli güçlerdir. Şüpheli bağlantıları olan bazı grup ve hareketleri dışarıda bırakıyorum. Bu şu anlama gelmektedir; biz ve siyasi İslam'ın güçleri şu anda ve gelecekte birlikte çalışmamıza olanak sağlayacak ortak bir paydada buluşmalıyız.

Bütün bunlara karşılık topluma bakış açıları ve ideolojilerini baz alarak gerçek bir mücadele sergileyen İslami güçleri (Lübnan'da Hizbullah, Filistin'de Hamas ve İslami Cihad, Ürdün'de Cemaati İslami) İslami, ahlaki ve insani açıdan kapsamlı ve savunulabilir eylemler sunamayan güç ve gruplardan(Cezayir ve Mısır örneği) ayrı tutmalı ve ayrı değerlendirmeliyiz.

Birinci kategoride bahsettiğimiz İslami güçlerle ulusumuzun düşmanına karşı derin bir ittifak yapmalıyız ki bir sonuç alabilelim. Böyle bir ittifak demokratik temelde ortak eylem yapmayı gerekli kılmaktadır.

Azınlıklar meselesi gün geçtikçe hassas bir hal alıyor. Sözgelimi Mısır'da özel bir statüye sahip Kiptiler var. Lübnan'ın kültür ve medeniyet açısından iki farklı toplum olmasını sağlayan Lübnanlı Maruniler var. Her iki toplumda kendi fertlerinin hayatlarını uygun gördüğü şekilde düzenleme hakkına sahip.

Bazı şeyleri karıştırmamak lazım. Farklı dile, kültüre ve kimliğe sahip ulusal azınlıklarla dini azınlıklar arasında büyük farklılıklar vardır. Hıristiyan Arapları Arap ulusunun sosyal ve kültürel yapısının bir parçası olarak görmemek kategorik olarak kabul edilemez bir durumdur. Bunun nedeni gayet açıktır. Çünkü onlar yerli Araplardır ve onların dini inançları ulusal ve kültürel kimlikleriyle alakalı değildir. Lübnan'daki Hıristiyan Arap entelektüellerinin Arap dilinin ve kültürünün uyanışına yaptıktan katkıyı unutabilir miyiz? Onların kökleri, tarihleri, medeniyetleri ve kültürleri Araptır ve onlar bu gerçeğe uygun olarak hareket etmelidirler.

Bu durumun gerçekleşmesi için iki şart gerekiyor. Öncelikle Arap Müslüman çoğunluk bu gerçeğin güçlü bir şekilde farkında olmalıdır, (tarihe baktığımızda, İslamiyet'in inançlara özgürlük vermede ve farklılıkların kurallarını düzenlemede başarılı olduğunu görürüz) ve sonuç olarak bu çoğunluk bireylere ve dini cemaatlere inanç özgürlüğü ve tam eşitlik sağlayarak bütün vatandaşlara demokratik bir şekilde davranmalıdır.

İkinci şart ise; dini azınlıklar Arap ulusunun reel bir parçası oldukları gerçeğinin farkında olmalı ve buna göre hareket etmelidirler. Müslüman ya da Hıristiyan, Sünni ya da Şii, Kıpti, Maruni, Süryani ya da Ortodoks ne olurlarsa olsunlar ulusal kimliklerini devam ettirme görev ve sorumlulukları vardır.

Şu anda Filistin devletine nasıl bakıyorsunuz?

Şu aşamada Filistin devleti taraftarıyım. Ve bunun aşamalı bir şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu devleti Filistinlilerin hepsi için istiyorum.

Herkese eşit haklar veren demokratik bir Filistin devletimi?

Evet.

Arapçılık ve İslam arasındaki ilişki hakkında neler söyleyeceksiniz?

Gördüğüm kadarıyla Arapçılık belirli bir zaman ve mekanda ulusal yeniden yapılanmayı sağlayan bir taslak. Bu husus hareket ve evrimi çağrıştırıyor. Arap dünyasının mevcut bölünmüşlüğünü, ulusal kurtuluş sürecini ağır aksak götürüşünü, sömürgeciliğin çeşitli şekillerini fark etmesini ve kültürel bozulma gerçekliğini dile getirmek istiyorum.

İslam ilk ve en önde gelen bir dindir. Fakat İslam için din inanç, töre ve ibadetlerin ötesinde bir kavram, İslam tek başına din kavramını bir adım ileri götürdü ve din kavramını daha derin ve kapsamlı bir seviyede sürdürdü. İslam bu ulusun kültürünün, medeniyetinin, kimliğinin ve mirasının bir unsuru. Bu çerçevede İslam Arap milliyetçiliğinin en temel bileşeni değilse bile temel bir parçası. Benzer şekilde denilebilir ki Hıristiyan Arap'ın kültürü İslamdır. Arabçılık ile İslam arasındaki ilişkiyi işte bu iç içe geçmişlik halini göz önüne alarak açıklamak durumundayız.

Pakistan'da İslam hakkında konuşurken Arapçılığı işin içine katmayabilirsiniz, fakat Arap ülkesinde Arapçılığı soyutlayarak İslam hakkında konuşamazsınız. Onun kalbindeki İslami ruh, kültür ve medeniyeti soyutlayarak da Arapçılık hakkında konuşamazsınız. Bu anlamda kimse çerçeveyi resimden ayıramaz.

Terör hakkında şu anki görüşünüz nedir?

Terör kullanarak kurulan İsrail'in şimdilerde terör hakkında yalancı bir samimiyet sergiliyor olması beni üzüyor. Lidya'da olmaktansa neden buradayım? Çünkü terör kullanılarak sürgün edildim. Suriye gayet mantıklı bir teklifte bulundu; günümüzde ulusal bağımsızlık hareketleri için kullanılan terör ile neyin kastedildiğini belirlemek için uluslararası bir konferans çağrısında bulundu.

İzlediğiniz yöntemi nasıl değerlendiriyorsunuz? Nerede hata yaptınız, nerede doğru yaptınız? Bugün ve yarın yapmayı düşündükleriniz nelerdir?

FHKC düzenlediği her konferansta bir önceki konferanstan bu yana yaptığı icraatları gözden geçirir ve yaptığı hataları belirler. Cephenin genel sekreteri olduğum için bu hatalarda payım olmuştur. Bu hataların bana ait olduğunu söyleyebilirsiniz.  Bunlar PFLP'nin hataları ama aynı zamanda benimde hatalarım. Böylelikle diyebilirsiniz ki Cephe tarafından bugüne değin işlenmiş bütün hataların sorumluluğunu üstleniyorum.

Ancak, sorunuz hakkında düşündüğümde, bana öyle geliyor ki, bu sorduğunuz soru Filistin probleminin son yüz yıllık seyriyle alakalı bir soru. Bu hatalar şu ya da bu kişinin hataları değil. Bu hatalar bütün Arapların hatasıdır. Bu hatalar bizim toplu yenilgimizi ortaya koymaktadır. Elbette ki yenilgimize etki eden dış faktörleri de hesaba katmalıyız. Fakat her şeye rağmen en önemli husus kendimizi gözden geçirmek ve insanlara zafer için umut veren güçlerin karşılaştığı problemleri çözmektir.

Bu hususta korkarım ki beyinlerimizi kullanmamız gerektiği gibi kullanmadık. Öncelikle kaslarımıza daha sonra yüreklerimize dayanarak savaştık, çünkü davamızda haklıydık. Beyinlerimizi kullanmamız gerektiği gibi kullanmadık. Arap birliğini istedik, ancak eğer Şam'da yayınladığımız el-Rai bülteninin kopyalarını incelediğinizde göreceksiniz ki Arap Milliyetçi Hareketi birliğe çağırıyor ama bunun nasıl başarılacağını ya da hangi engellerin aşılması gerektiğini söylemiyor. Aynı şey Filistin ve diğer tüm meseleler için de geçerli.

Gelecek nesiller için mesajlarınız nelerdir?

Hayatın bana öğrettiği şey acı ve tatlının bir arada olduğudur ve inanıyorum ki İnsanlık tarihi ilerlemeci bir yönde seyrediyor. Yaptığımız bütün hatalara ve uğradığımız bütün yenilgilere rağmen bunu inanarak ve ümitvar olarak söylüyorum. İlerlemenin güçleriyle karanlığın güçlen arasındaki amansız çekişmeye rağmen özellikle Arap bölgesinde, tahminim o ki gelecek bizim ulusumuzun olacaktır. Ancak ümitler, dilekler ve rüyalar tek başlarına hedefe ulaştırmıyor yani zaferi getirmiyor.

Kimse tarihin tekerleğini geri döndüremez fakat şuna emin olmalıyız ki hissi, yıkıcı ve sağlıksız bir şekilde tarihi reddederek geçmişten alınan dersleri yok sayamayız. Tarih içindeki her veriden faydalanabilme becerisine ve kararlılığına sahip herkese açık bir dosya ve bir rehberdir. Umut ediyorum ki çocuklarımızın ve torunlarımızın nesli bizimkinden daha parlak bir geleceğe sahip olacaktır. Böyle düşünmekten de büyük bir haz duyuyorum.

Çev: Murat Yörükoğulları

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR