1. YAZARLAR

  2. Serdar Bülent Yılmaz

  3. Esaretin Bedeli ya da Militarizmin Ölü Seviciliği

Serdar Bülent Yılmaz

Yazarın Tüm Yazıları >

Esaretin Bedeli ya da Militarizmin Ölü Seviciliği

Şubat 2008A+A-

Vatanı da, milleti de, onun için ölmeyi de kutsal sayan milliyetçi mukaddesatçı anlayışın son zamanlarda ulusalcı katkılarla daha da militerleşerek şovenleştiği, kimi zaman asker gönderme merasimlerinde kimi zaman asker cenazelerinde toplumsallaştığı görülüyor. Diğer yandan "kutsal vatan ve millet"i koruma görevinde hükümet ve orduyu yetersiz görerek kendine vazife çıkaran kişiler tarafından da paramiliter tarzda örgütlenmelerin olduğu da bir gerçek.

Yargısız infazların, gözaltında kayıpların, örgüt mahkemelerinde kararı verilen idamların, militer–paramiliter yapıların sokak ortasında patlattığı bombaların arasında insan yaşamı giderek daha bir değersizleşirken ters orantılı olarak ulusal semboller daha da kutsanır oluyor. Toplumsal bir çılgınlık düzeyinde ölümlerden kahramanlıklar üretilmeye çalışılıyor. "Asker millet" safsatasına inandırılmış zihinler her sorunu askeri mantıkla yani "Ya öl ya öldür!" ikilemiyle çözmeye ayarlı. Sorun yalnızca devlet ve örgüt militarizminden kaynaklanmıyor; aynı zamanda siyasiler, medya ve bir kısım "sivil toplum örgütü" de arkalarında geniş halk desteği olduğu halde bu mantığı işletiyor. Kimi zamanlar şovenizm boyutlarına ulaşan bir milliyetçi histerinin eşliğinde bu militer anlayış, bir yandan toplumsal bilinçaltını beslerken diğer yandan tüm insanî erdemleri kemirip yok ediyor. Belirli durum ve zamanlarda sivil yaşamın ve siyasetin orta yerinden yükselen "ölümcül" sesler ve refleksler ölmeye ve öldürmeye ayarlı bu toplumsal bilinçaltından kaynaklanıyor.

Dağlıca'da PKK tarafından tutsak edildikten sonra DTP'lilere teslim edilen ve bu arada vatana ihanetle suçlanan sekiz askerin başına gelenler işte bu toplumsallaşan milliyetçi militarizmin ölümcül bilinçaltının ürettiği bir durum. 

Bilindiği gibi 21 Ekim gecesi Hakkâri'nin Dağlıca (Oramar) bölgesinde konuşlu tabura sızan yaklaşık 200 kişilik PKK'li grup ile askerler arasında çıkan çatışmada 12 asker hayatını kaybetmiş ve 8 asker de PKK tarafından tutsak edilmişti. Olay karşısında ulusalcı kesimin ilk tepkisi boğucu bir hamasi söylemle "keşke ölselerdi" şeklinde olmuştu.

Irak'ta serbest bırakılan askerleri teslim alıp ülkeye getiren DTP milletvekilleri hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı inceleme başlatılırken medya da günlerce bu milletvekilleri aleyhine yayınlar yaptı. Ailelerin ve toplumun beklentileriyle paralel bu insani tavır siyaset ve medya işbirliği ile linç edildi. İlgililer hatırlayacaktır, 2005'te PKK'nin kaçırdığı er Coşkun Kırandi'nin kurtarılması için aracı olan insan hakları heyeti hakkında da "örgüt propagandası yapmak" suçlamasıyla dava açılmıştı. Benzer bir tepki 1996'da Şemdinli'de on beş askerin öldüğü bir çatışma sırasında kaçırılan sekiz asker için devreye giren dönemin Refah Partisi milletvekili Fethullah Erbaş'a da gösterilmişti.

Ulusalcı Militarizmin "Ölü Seviciliği"

Oligarşi tarafından üretilen bir kirli savaşın mağdurları olan bu sekiz askerin öldürülmeyip tutsak düşmesi belli bir kesimin öfkesine neden oldu. "Türklük gururları" incinen bu zevat, askerlerin tutsak da olsalar kurtulmuş olmalarına sevinmek yerine "kahraman ordu"nun imajını bozduklarına hükmettikleri askerleri daha ilk günden hain ilan ettiler. İnsani erdemlerin, ulusalcı duygu(suzluk)lara kurban edildiği bu olayın sembol tavrı, başında bulunduğu makamın ismine hiç de layık olmayan Mehmet Ali Şahin'den geldi. Hükümetin oligarşik dengeleri gözetmek adına bu makama getirdiği anlaşılan Şahin, "Sekiz askerin terör örgütünün eline geçmesinden üzüntü duydum. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hiçbir mensubu bu duruma düşmemeliydi. Kurtulmuş olmalarından fazla sevinç duymadım. Bizim askerimiz, bizim Mehmetçiğimiz vatanı korurken gerektiğinde her an şehit olmayı göze alan bir askerdir." diyerek içindeki gerçek duyguları deşifre etmişti.

Nasıl olurdu da savaşçılığıyla öne çıkan "yüce Türk milleti"nin en kutsal değeri olan ordu, birkaç çapulcuya esir düşerek yıpratılırdı. Bu askerin canı mı değerliydi yoksa ulusun yüce şanı mı? Tutsak askerlerin uğradığı linç "Ben sizi savaşmaya değil ölmeye gönderiyorum!" hamasetinin devlet politikası olarak bugüne tevarüs ettiğini gösteriyor.

Savcılık iddianamesinde geçen şu cümle aslında bu mantığı tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor: "İç Hizmet Kanunu'nun silah kullanma yetkisini bir görev olarak belirlediği ve Askeri Ceza Kanunu'na göre vazife ve hizmette şahsi tehlike korkusu cezayı hafifletmez", "Asker kişi, gerektiğinde canını verme pahasına da olsa verilen görevi yerine getirmekle yükümlüdür. Bu nedenle kendisine teslim edilen ve namusu gibi koruması gereken silahını yanından ayırmaması, hiçbir şekilde başkalarına vermemesi, İç Hizmet Kanunu'nun gereğidir."

Tutuklu askerlerden, kayıp silahları için 1.208 YTL istenmesi ise hukuk trajedisine komedi havası katmanın yanında Menderes'i asanların idamda kullanılan ipin parasını Menderes'in ailesinden istemesini çağrıştırıyor!

Neyle Suçlandılar?

Yurda dönen askerler daha aileleriyle kucaklaşamadan apar topar gözaltına alınarak sorgulandılar. Ardından Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne (sivil mahkemenin kırk yıl ceza verdiği Şemdinli'nin "iyi çocuklar"ını tahliye eden mahkeme) çıkartılan askerler tutuklanarak cezaevine konuldular. "Suç ve suçluyu alenen övme", "büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar", "devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak suçuna yardım etmek", "yurtdışına firar", "zincirleme olarak basın ve yayın yolu ile bölücü terör örgütünün propagandasını yapmak", "basın ve yayın yolu ile halkı askerlik hizmetinden soğutacak beyanlarda bulunmak" suçlamasıyla er Ramazan Yüce müebbet, diğer askerler üç ila beş yıl arasında hapis istemiyle yargılanacaklar.

Davada er Ramazan Yüce'ye özel bir önem atfedildiği görülüyor. Bu erin özelliği Kürt olması. Kürtçe bildiği için telsizin başına konulmuş; PKK telsizlerini dinleyip deşifre etmekle görevli. Çatışma sırasında ilk teslim olan kişi o. Belki bu tavrıyla diğer sekiz askerin de hayatını kurtarıyor. Ancak savcılık bu kişinin hiç çatışmaya girmeden örgütle işbirliği yaparak askerleri teslim olmaya zorladığını iddia ediyor, çatışma sırasında düğünde olan tabur komutanının ifadesine dayanarak. Bu arada medya da boş durmuyor ve Ramazan Yüce'nin geçmişini didikleyerek orduyu haklı çıkaracak bilgiler arıyor. Ancak ne olursa olsun ortada çırılçıplak bir gerçek var; iki yüz kişilik bir grubun elini kolunu sallayarak, sürekli teyakkuz halinde olan ve son üç gün sürekli sızma girişimlerine sahne olan bir taburu basarak otuz altı saat süren bir çatışmayla on iki askeri öldürmesi ve sekizini kaçırması bir kişinin suçu olamaz.

Militarizm Hedef mi Saptırıyor?

PKK'yi sınır ötesinde "bitirmek" için hükümete sınır ötesi operasyonu dayatan Genelkurmay'ın, ülke sınır berisi ve sınır ötesi tehditler savurduğu bir dönemde, ağır kayıplara yol açan bu olaydaki askeri zaafları açıklamak yerine sekiz askeri özellikle içlerinden bir eri suçlaması hedef saptırmaktan başka bir şey olamaz. Yaşanan hezimetin ve incinen ulusal gururun hıncını on sekizini henüz bitirmiş çocuklardan alınması ancak içine düşülen acziyetin büyüklüğü ile açıklanabilir. Ancak mümtaz medya ve siyaset ehli, 200 PKK'linin elini kolunu sallayarak sınırı geçmesinde Genelkurmay'ın zaaf ve sorumluluğu olup olmadığını sorgulama ihtiyacı duymadı. Aksine konuyla ilgili iddialar ve özellikle Taraf gazetesinin 6 Ocak 2008 tarihli nüshasında sorduğu on hayati soru karşısında üç maymunları oynamayı yeğledi.

Suçlamaların üzerinde yoğunlaştığı ve müebbetle yargılanan er Ramazan Yüce hakkında tabur komutanı Kurmay Yarbay Onur Dirik "Vatanına ve birliğine açık şekilde ihanet ettiği ve iki personeli teslim olmaya zorladığı"nı söylüyor. Bu konuda Yüce'nin avukatı Dinçel Aslan, Yüce'nin görevi olan termal kamera ve telsiz görevlisi olanların ancak başarılı ve güvenilir kişilerden seçildiğini ve Yüce'nin kendi beyanlarına göre askerliği sırasında birçok teşekkür ve takdirname aldığını ifade ediyor. Sürekli taciz edilen ve örgütün Irak geçiş yolunda bulunan bir karakolun telsiz ve termal kamera görevi gibi hayati bir görevine getirilen kişi hakkında yeterli istihbarat yapılmadığı herhalde söylenemez.

Yine Ramazan Yüce "silahını bir şarjör kullandıktan sonra namlunun şiştiği"ni söylerken savcı, Yüce'nin silah kullanmadığını ifade ediyor. Oysa silahın kullanılmadığı ancak incelendikten sonra anlaşılabilir, fakat silah kayıp. Ramazan Yüce, PKK'lilerin geldiğini rapor ettiğini söylüyor. Raporlar ise normalde kaydediliyor. Ancak raporların da silindiği ortaya çıktı. Kısacası ortada suçlamaya sebep olacak hiçbir somut delil yokken bir kişi nasıl olur da müebbetle yargılanır?

Diğer yandan tabur komutanı Dirik, "Kanaat Raporu"nda, kaçırılan sekiz eri "büyük zararlar doğuran emre itaatsizlik" suçunu işlemekle ve bu yüzden şehit sayısını artırmakla suçluyor.

Buna karşın ise Büyükanıt daha önce dile getirilen köstebek iddiasıyla ilgili olarak bu askerler hakkında "Bana gelen böyle bir bilgi yok. Eğer öyle olsaydı, Türkiye'ye tekrar teslim ederler miydi? Memleketleri nedeniyle o çocuklara şüpheyle yaklaşmak çok yanlıştır." diyor.

Büyükanıt bunları 9 Kasım'da yani Dağlıca saldırısından 19 gün sonra söylüyor. Dağlıca Tabur Komutanı ise er Ramazan Yüce'yi 24 Kasım'da suçluyor. Gazeteci Şamil Tayyar'ın Star gazetesinin 23.01.2008 tarihli nüshasında sorduğu gibi biz de soralım: Bu kadar zaman geçtiği halde bu askerin veya askerlerin suçlu olduğuna dair bir kuşku oluşmadı mı ki Büyükanıt, askerleri bu açıklıkta savunuyor? Yoksa bazı devlet görevlilerinin kusurları mı örtbas ediliyor?

Yetersiz Teçhizat, Komutansız Birlik…

Askerlerin ifadelerinden açık bir şekilde verilen zayiatın komuta kademesinden kaynaklandığı anlaşılıyor. PKK'lilerin o bölgedeki faaliyetlerinin çok uzun bir zamandır bilindiği, olaydan iki gün önce ve çatışmadan altı saat önce PKK'li grupların göründüğü, üç gün önce dokuz yüklü katırla bölgeye yöneldiklerinin tespit edildiği, ara ara çeşitli taciz ateşlerine maruz kaldıkları, sızma girişimlerinin uzun süredir devam ettiği ifadelerde anlatılıyor. Tabur komutanı Onur Dirik de, bir gün önceden taciz ateşleriyle karşılaştıklarını, karşılık vermelerinden 30 saniye sonra tabur merkezine 5 ayrı tepeden yoğun ateş edildiğini belirtiyor.

Bu sıcak ortama rağmen saldırının yoğunlaştığı Keri Tepe'de asker sayısının çok yetersiz kaldığı, askerlerin el bombası tipinin değiştirileceği gerekçesiyle el bombası olmadan 10 günlük nöbete gönderildiği de biliniyor. Askerlerin ifadelerinden birçoğunun silahlarının ya tutukluk yaptığı ya da şiştiği, bu bakımdan teçhizatın yeterli olmadığı anlaşılıyor.

Tüm bunların yanında bir de olay sırasında hiçbir komutanın taburda olmadığı da ifadelere yansıyor. Olayın tüm sorumluluğunu askerlere yıkan tabur komutanı Yarbay Onur Dirik ise o sırada köydeki düğünde. Askerler bundan dolayı üsteğmene telsizden herhangi bir emir verilemediğini söylüyorlar. Piyade er İrfan Beyaz, çatışma esnasında herhangi bir komutanın veya askerin desteğini görmediklerini söylerken, diğer erler de kendi başlarına mühimmatları bitinceye kadar mevzilerini terk etmeyerek çatıştıklarını ve etrafları kuşatılıp başlarına silah dayanınca "teslim ol" çağrısına uymak zorunda kaldıklarını dile getiriyorlar. Üstelik otuz altı saat süren çatışma boyunca kendilerine yardım gelmiyor.

İşin Aslı

Tüm bu manzara bütünlüklü bir şekilde okunduğunda, gerçekte bu askerlerin savaşın kirli yüzünü örtmek, komuta kademesinin suçunu gizlemek ve milliyetçi histeriyi canlı tutmak için kurban seçildikleri görülecektir. Bütün bu yaygara bunun için. İlla birilerine hesap sorulacaksa bu sekiz askere değil, bu kirli savaşı üreten ve sürdürenlere sorulmalıdır.

Kürt sorununun özünü kavramak istemeyen çevreler ile çatışmalardan beslenen oligarklar Dağlıca olayının ardından bir yandan yaşananların sorumluluğunu kaçırılan askerlere yıkarak yakayı sıyırma diğer yandan sınır ötesi operasyon ısrarlarında ne kadar haklı oldukları konusunda kamuoyunu aldatma derdindeler.

Birbirini besleyen PKK militarizmi ile resmi militarizm birbirlerine minnet duyarak savaşı büyütüyorlar. Biri sınır ötesi köyleri, diğeri kentleri vuruyor. Çatışmayı kışkırtabildikleri oranda geleceklerini güvenceye almış oluyorlar.

Görülmesi gereken bir nokta şudur ki bu düzen kanla kuruldu ve kanla besleniyor. Militarizm kana susadıkça kan seferlerine çıkıyor. Ceset sayısı üzerinden zaferler ilan ediliyor, intikam yeminleri tazeleniyor, toplum çılgınlık düzeyinde kışkırtılarak halklar birbirine düşmanlaştırılıyor. Gardların alındığı bir toplumsal psikoloji üretilerek ve toplumda milliyetçilik azdırılarak halkın Kürt sorununun özünü kavramasına engel olunuyor.

Evlerinden çocuk yaşta koparılarak anlamlandıramadıkları bir kirli savaşta kıytırık eğitimlerle ölüm cephelerine sürülen ve ölmeleri emredilen ölmedikleri için de emre itaatsizlik ve vatana ihanetle suçlanan bu gençler ve daha binlercesinin hayatının egemenler için hiçbir önemi yok. Onlar, ulusal sembollerin bu denli kutsanmadığı ülkelerde adlarının bile anılmayacağının bilincinde olarak "ulusal sembol tapıcılığı"nın ve makamlarını borçlu oldukları vesayet sisteminin sürmesinin derdindeler.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR