1. YAZARLAR

  2. Asım Öz

  3. Gecikmiş Bir İtiraf ve Sanatta Şuur Bulanıklığı

Gecikmiş Bir İtiraf ve Sanatta Şuur Bulanıklığı

Şubat 2008A+A-

"Eğer 'İslami edebiyat' dediğimiz etkinliğin

kuramsal çerçevesi yeterince araştırılsaydı,

bugün daha ileri bir noktada olunabilirdi"

Ali Bulaç

Son yıllarda kültür sanat ortamında İslam ve sanat, vahiy ve sanat ya da İslami duyarlıklı sanat konularına dair önemli yazılar, kitaplar yayınlanıyor, tartışmalar yapılıyor. Bu konudaki tartışmalar, düşünceler; eskiden beri "milli kültür ve sanat" anlayışı biçiminde dile getirilen görüşler, geleneksel yaklaşımlardan biçim ve öz tartışmalarına kadar kendi yapısındaki iç çelişkiler yüzünden bağdaşık bir bütünlük göstermemekle birlikte, gündeme gelmesi nedeniyle düşünsel bir özellik taşımakta; bu arada, Müslümanların sanat meseleleri etrafındaki düşünce üretimlerine katkı yapmakta dahası, yetmişli yıllarda yapılan tartışmalara nazaran daha sahih bir yönelime işaret etmektedir. Burada temel sorun 'İslâm düşüncesi' ve sanatının günümüz toplumsallığı ile nasıl ilişkilendirileceğidir. Bunun için de İslâm değerlerinin, İslâm sanat ilkelerinin temel alınması gerektiği ifade edilmektedir. Nitekim, son zamanlarda "vahyin estetiği"yle ilintili şu ya da bu düzeyde çalışmalara rastlanılmaktadır. (Mengüşoğlu, 2005; Altıntaş, 2002) Ama belirttiğimiz gibi, bu çalışmalarda asıl amaç, yalnızca İslâm sanatının genel özelliklerinin incelenmesi değil, temel ilkelerinin saptanması, toplumsal ve tarihsel karışıklıklarının bulunması ve bugün için Müslümanca bir sanatı yaratabilmenin gerekçelerinin ve enstrümanlarının araştırılması çabasıdır. O yüzden burada önce şu gerçeğin altını çizmek zorundayız: Daha çok mimari ağırlıklı İslâm sanatının incelenmesi ile çağdaş koşullarda vahyin sanatının yeniden yaratılmak istenmesi ayrı şeylerdir. Çünkü, İslâm düşüncesi ve sanatı üstüne çokça araştırma ve inceleme yapılmış olmasına karşın, bunların amacı İslâm sanatını günümüzde yeniden diriltmek değildir. Nitekim Seyyid Hüseyin Nasr, Titus Buchkrart, Garaudy ve Rodinson gibi düşünürlerin İslâm sanatına yaklaşımları, ya  "bütün çağların kültürüne ve bütün halkların uygarlıklarına açılarak" (Garaudy, 1965) insanoğlunun evrensel kültürünü ele alma kaygısından, İslâm değerlerinin insanlık tarihine katkılarının ortaya konması çabasından ya da dinlerin aşkın birliğine inanan geleneksel sanat kuramından kaynaklanmaktadır.

Oysa yukarıda sözünü ettiğimiz yönelimin amacı vahiy temelli sanat düşüncesini sahih bir sanat olarak günümüze getirerek bugünde var olma imkanlarını tartışmaktır; dolayısıyla, buradaki tutumun genel yönelimi İslâmcı bir sanat kuramı oluşturmaktır. Bu yaklaşım vahye dayanması nedeniyle, estetiği bir bilim olarak gören pozitivistler ve düşünmeyen sanatçılarımız tarafından ihmal edilmekte; olanaksız ve "abes" bir düşünce olarak algılanmaktadır. Onun için, son zamanlarda İslâm estetiğinden, vahiy ve sanat ilişkisinden söz eden çalışmaların önemli olduğu kanaatini taşıyorum. Bunun estetik konusundaki geleneksel düşünme fakirliğimizi, sanat meseleleri üzerine Müslüman düşünce dünyasındaki kuramsal kısırlığı, ilgisizliği izale ederek bu sahadaki entelektüel çoraklığın aşılması yönündeki ilk ışıklar olarak görmek gerektiğini de ifade etmek istiyorum.

Gecikmiş Bir İtiraf

Sanatın teorik meselelerine son zamanlarda yazdığı yazılarla değinen isimlerden biri olarak Ali Bulaç'ı görüyoruz. Gerçekten de onun konuyla ilgili yazılarında Mengüşoğlu'nun Vahiy ve Sanat'ı kadar kuramsal yoğunlaşma olmasa bile, sanatın sorunlarına eğilmesi ve bu konuda seksenli yıllardan bu yana yazdıklarının temel izleğinin diğer düşüncelerine nazaran pek değişmemiş olması noktasında önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. 1970'lerin ortalarından başlayarak çeşitli dergi, gazete ve yayınevleriyle bağlantılı olarak etkin bir biçimde düşünce hayatı içinde yer alan Ali Bulaç'ın, Hareket, Düşünce, Girişim, İlim ve Sanat, Bilgi ve Hikmet, Bilgi ve Düşünce ile başka dergilerde makaleleri, Yeni Devir, Milli Gazete, Yeni Şafak ve Zaman gazetelerinde köşe yazıları yayınlanmıştır. Ayrıca tarihsel ve sosyolojik bir bakış açısıyla çağdaş dönemi çeşitli boyutlarıyla ele alan kitapları bulunmaktadır. (Meeker, 273) Çağdaş sorunlarla başa çıkmada Müslümanların konformist bakıştan kurtulmalarının gerekliliğine özel bir vurgu yapan Ali Bulaç'ın müminlerin kafasını karıştıran çağdaş kavramlar dizisi içinde en az yazdığı kavramlardan biri sanat dolayısıyla edebiyat kavramıdır. İslami görüşe yabancı diğer kavramlar üzerine sistemli zaman zaman çelişkili analizler geliştiren Ali Bulaç, son zamanlara kadar sanatı doğru bir biçimde anlamak ve ona ilişkin zihinsel karışıklıklardan uzak kalabilmek için de olsa bu mevzu etrafında genel bir bakış için bir zihinsel harita sunabilecek analizler yapmıştır. Ama diğer alanlardaki düşünce yoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda sanat kavramına dair düşüncelerinin pek derinleşemediği de başka bir gerçektir.

Bu aslında sadece onunla ilgili bir eksiklik de değildir. Nitekim Cihan Aktaş Bir Hayat Tarzı Eleştirisi: İslamcılık adlı kitabında yer yer benzer bir konuya değinmekte ve Müslümanların en çok ihmal ettikleri düşünme alanının sanat olduğunu ifade etmektedir. (Aktaş, 2007) Ali Bulaç, "İslam ve Sanat–Edebiyat İlişkisi" yazısının başlarında bu konu etrafındaki eksikliklere işaret etmekte ve böyle bir metni niçin kaleme aldığını, bunu niçin gerekli gördüğünü de ortaya koymaktadır: "Yazık ki adına 'Müslüman' dediğimiz sanatçı ve edebiyatçılar, kendi köklerinden kopuk olarak işe koyulduklarından sanat ve edebiyatın ne geçmişte yapılmış tanımlarını dikkate aldılar ne de kendileri resm veya hadd sayılabilecek bir tanım teşebbüsünde bulundular. İslami bakış açısından bugüne kadar dişe dokunur nazari bir çalışmanın yapılmamış olması bunu gösterir. Bu duyarsızlık ve yapılması gerekenlerin yapılmamasından sadece sanatçı ve edebiyatçıları sorumlu tutamayız. Sanat ve edebiyata ilgi duyan veya bu iki beşeri etkinin derin etkisinin farkında olan diğer Müslüman düşünürler de bu konularla ilgilenebilirdi, ilgilenmeliydi." (Bulaç, 2006a, 43)

Buradan hareketle, konuyla ilgili düşüncelerin sağlam temellere oturtulması gereğini "Aslında sanat ve edebiyata ilişkin tanımsızlık, nazari ve entelektüel zeminden yoksunluk, siyasetteki yoksunluğun da bir açıklamasıdır." diyerek sanatın ve edebiyatın düşünce bakımından tanımlanamamasını bütüncül olarak izah etmektedir. Bu noktadaki yaklaşımlarını Zaman gazetesinde yazdığı yazılarda da ortaya koyan Ali Bulaç; bugün tarihsel köklerine bağlı bir Türk edebiyatından söz edilemeyeceğini düşünür. Bulaç'a göre günümüz Türk edebiyatçıları (romancılar, şairler, hikâyeciler, oyun yazarları vb) bir şuur bulanıklığından mustariptir. Zira, "sanayi devrimini yaşamamış, sınıf mücadelesinden geçmemiş ve modernizmi dışarıdan iktibas etmiş bir toplum"un kalemşorları modernizm öncesi ile modern olanı aynı anda yaşamaktadır. Bu noktada bir zamanlar post-kolonyal düşünceden etkilenen edebiyatçıların sıklıkla sormuş olduğu "Bir Türk edebiyatı var mı?" sorusunu sorarak edebiyat toplum ilişkilerine de değinir ve modernleşme öncesi edebiyatın evrensel olduğunu ifade eder. Aslında Bulaç, Osmanlı'nın son zamanları ile erken cumhuriyet dönemlerinde sık sık dile getirilmiş olan bir tartışmanın da kapılarını aralıyor: Tepeden inme alafrangalaşmış aydın teması. Osmanlı son-cumhuriyet erken dönemde ivme kazanan tepeden inme modernleşme/Batılılaşma sürecinin beraberinde getirdiği "aşırı-Batılılaşmış karikatür tiplemeler". Kendi köklerini bilmeyen, okumayan, anlamayan, pozitivist katıksız Batı hayranlığıyla özenti ve yapay bir gölgeye dönüşmüş seçkin tiplemesi.

O, Meşrutiyet dönemi İslamcılarının, kendi ifadesiyle ilk nesil İslamcılarının (Bulaç, 2008) "Batı'nın sanatını almalıyız!" düşünceleriyle hareket ettiklerini ifade eder. Batı sanatının onun düşüncesinden, taşıdığı hayat tarzından, beslendiği inanç yapısından ayrı olamayacağını belirtir. (Bulaç, 1983, 58) Bulaç'ın bu yaklaşımları 80'li yıllardan itibaren popülerleşen teknoloji karşıtlığının da bir yansımasıdır. Ama temel bir sorun daha var bu yaklaşımda. İlki o yıllarda sanat ile ifade edilen durum daha çok sanayi, endüstri gibi iktisadi alana ilişkin durumları ifade etmek için kullanılmaktadır. Öyle ki bu erken cumhuriyet döneminde bile özellikle Mustafa Kemal'de de görülür. Onun bugün bile ikide bir dile getirilen "Sanatsız kalmış bir milletin..." diye başlayan sözü de aslında bugün anladığımız sanatın karşılığı olarak değil endüstri anlamında kullanılmıştır. İkincisi bu ifade her halükarda sanat düzleminde yorumlanacak olsa bile, dönemin şartları içinde Mehmet Akif'in Batı sanatından nasıl faydalanılması gerektiğine ilişkin yazıları bu görüşün eksik olduğunu ortaya koyar.

Sahih İslami Düşünüş Öncelenmelidir

1960 sonrasında Müslüman kitleler üzerinde hissedilir bir etki oluşturan ve Ahmet Kabaklı'nın yeni İslamcı akım olarak zikrettiği sanatçılar hakkında da görüşlerini açıklar Ali Bulaç. Ona göre bunlar soyutlamalarla İslamcılık yapmaktadırlar: "Bunun en büyük temsilcileri Batı'ya aşinalıkları olan şairler, tiyatrocular kısaca edebiyatçılardır. Bunlar Akif gibi yalın ve davetçi değil, entelektüel kaygıları bol, soyut ve daha çok Batı'nın toplumsal moral değerlerini eleştiren türler sergilemekle meşgul olurlar. O dönemin bilhassa şairlere tanıdığı saygınlığa karşı bir anlamda rekabetçi bir deşarj yapılır. Buna bir de kıyıdan köşeden politik hayata karışmaların veya düşman seçilen kişilere karşı geliştirilen olumsuz tavırların zorunlu kıldığı ve bir türlü ardı arkası kesilmeyen polemikleri de eklemek lazım." (Bulaç, 1983, 61) Bu satırlarda daha çok Necip Fazıl'ın eleştirildiği görülmektedir. Necip Fazıl'ın özellikle çağdaş İslam düşünürlerine dönük kara çalmacı tavrı burada isim verilmeksizin eleştiri konusu edilir.

Edebiyat merkezli olan sanat ve medeniyet hareketini toplumsal ve siyasal meselelere uzak kalması sebebiyle tenkit eden Bulaç, bu yaklaşımın özde Batılı bir mantaliteye sahip olduğunu belirttikten sonra bunun doğurduğu en olumsuz sonucun "İslam düşüncesini insana ve topluma aktarabilme gücüne sahip kafaları, içinden çıkılmaz, anlaşılmaz soyutlamalarla, genelleme ve Batı türü sanat kalıplarıyla harcamış olması" olduğunu belirtmekle düşüncenin öncelenmesi gerektiğini ifade etmiştir. (Bulaç, 1983a, 80) Sanat faaliyetlerinin; çerçevesi çizilmiş, ilkeleri ve kavramları açıklanmış bir düşünce sistemi içinde boy attığında kuramsal temelinin daha yetkin olacağı kanaatindedir: "1960'lardan başlamak üzere 'İslami edebiyat' adı altında bol miktarda şiir, roman, öykü yazdı; ama birileri çıkıp, '-Yahu, zemini üzerinde bulunduğumuz bu etkinliğin kültürel, tarihi ve maddi temelleri nedir? Önce bunu araştırmamız gerekmez mi?' diye sormadı. Vahiy temeline dayalı bir varlık tasavvurundan hareketle ortaya çıkan ve kendi kök bilgisi veya kurucu fikrine bağlı kaldıkça bereketli ürünler veren bir edebiyat, bugünün modern edebiyatıyla mukayese kabul etmez. Modern zamanlarda eğer edebiyat örnekleri konulacaksa, bu edebiyatın öncelikle 'Sanat etkinliğinin kendisinin, bu arada edebiyatın dayandığı tefekkür zemini, felsefi temeli nedir; tarihi zengin mirasından ve gelenekten nasıl yararlanılabilir; son olarak da modern toplumun maddi ve kültürel yapısı bu edebiyata nasıl yansıyor?' türünden sorulara cevaplar araması gerekir. Müslüman dünya kaç yüzyıldır bir nefs-i müdafaa halindedir; her gün yeni altüstler yaşıyoruz; Müslüman kimliğini almış bulunan bir sanatçı veya edebiyatçı nasıl olur da postmodern toplumların devasa metropollerinde anlamdan ve amaçtan yoksun olarak, varlığın karmaşık labirentleri içinde yolunu kaybetmiş marjinal insanların bunalımlarına özenebilir?" (Bulaç, 2006, 46) Kurama, kuramsal olana yapılan bu vurgu aynı zamanda temelli, kurucu bir İslami anlayıştan neşet edecektir. Yoksa salt sanat düzleminde yapılacak ve İslami olandan beslenmeyecek bir sanatsal ilgi İslam'ın sosyalleştirilmesine katkı yapamayacak bir etkinlik olarak kalacaktır.

İslami Evrensellik

Bulaç sanat ile ilgili yazılarında "insanın özü" kavramına özel bir önem atfederek fıtrat temelli, bir sanat anlayışına sahip olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanın özü meselesi bağlamında edebiyatta evrensellik temasına da değinen Bulaç, edebiyatta evrensellikten neyi algıladığını da sarih bir biçimde ortaya koymaktadır: "Edebiyatın evrenselliği, kendini tek form olarak dayatmadıkça her ırktan insana seslenir. Böylece farklı bir tat, bir lezzet sunar. Tanzimat öncesi edebiyatımız evrenseldi. Dayanağını teşkil eden düşünce, dillerin, bölgelerin, soy ve geleneklerin ötesinde soyut insana sesleniyordu. Edebiyat, İslami özle ilişkilerini kopardıkça evrenselliğini de kaybetti. Belirli bir tarihin, belirli bir toplumun, belirli bir toprağın ve belirli şartların 'öz' olarak konulduğu edebiyat evrensel olamaz. Zaten bunlar öz değil, tarihi ve toplumsal durumlardır. Edebiyatın evrenselliği referans kaynaklarının evrensel kapasitesiyle ilişkilidir." (Bulaç, 2006b)

Sanat, edebiyat ve şiirde 'iyi' ile 'kötü'nün, 'doğru' ile 'yanlış'ın, 'güzel' ile 'çirkin'in ve hülasa 'ak' ile 'kara'nın birbirine karıştığı bir dönemde, mezkur konular üzerine yazılmış bir metinle ortaya çıkabilmek gerçekten bir cesaret işidir. Çünkü böyle bir metin, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ve hülasa akı karadan ayırma düşüncesiyle yazılacağından, cesaret gerektiren bir görev üstlenilmiş olup, bir anlamda "kurban olmak" önceden kabullenilmiştir. Ali Bulaç'ın bu yazısı üzerine Elif Şafak edebiyatın ne olduğu hususundaki şuur bulanıklığının arttığı, edebiyatta kimliğin yüzünü hiç kimsenin hatırla(t)madığı bir dünyada birinin kalkıp, edebiyatın tanınmaya değer bir özü olduğunu ifade eden yazısından rahatsız olduğunu ifade eden bir yazı kaleme almakta gecikmez:  "Bulaç, (…) tüm Türk edebiyatçılarını öze ters düşmekle itham ediyor. Benzer şekilde, yazarın, Tanzimat öncesi edebiyatımızın evrensel olduğunu söylerken tam olarak neyi kastettiğini kestirmek zor. 'Kendi köklerine, özüne sadık kal!' şiarı bir başka uca çekilirse tam da 'Medeniyetler Çatışması' tezine inananların savunduğu kutuplaşmış, kalıplaşmış bir dünyanın sözcülüğünü yapar. Bulaç, Türk edebiyatçılarını kendi kimliğinden kopmakla suçluyor. Oysa edebiyatçı tam da 'kimlikler edebiyatı' tuzağından, 'bir kültürü temsil ediyorum' zannından uzak durmalıdır. Edebiyatçılık hem 'ben' hem 'başkası' olabilmek demektir, hem buralı hem hiç-bir-yer'li. Ben hem Türk romancısıyım, hem her yerde yabancı. Memleketim yazıdır. Bu yüzden nereye gidersem memleketimi sırtımda taşıyorum. Edebiyat hudutlar içre kalıp 'öz' aramak değil, tam da önümüze çizilen hudutları sorgulamanın ve aşmanın aracıdır. Bulaç ile esas yol ayrımımız 'evrensel' kelimesine yüklediğimiz anlamlar arasındaki farklılıkta billurlaşıyor. Onun evrenselinin sınırları dar-ül İslam'dır. Benim 'evrensel'den anladığım ise temelde evrendir. Buna Müslümanlar da, gayrimüslimler de, paganlar da, kafası karışık şuuru bulanıklar da dahil. 'Günümüz edebiyatçıları kimin sevinçlerini, acılarını yazıyor?' diye sormuş Bulaç. Başkalarını bilmem ama ben, ne cennetlik, ne cehennemlik, ne kaskatı Doğu, ne kaskatı Batı, tam da arafta olanların, hem 'buralı' hem 'dışarlıklı' kalanların, hudutları bulandıranların, eşiktekilerin hallerini yazıyorum." (Şafak, 2006)

Bulaç ise aynı konu bağlamında sanat faaliyetlerinin nasıl temellendirilmesi gerektiğini de ortaya koyar: "Kültür sanat ve edebiyat, meşru ve sahih (aynı zamanda sahici) anlamıyla Kur'an ve Sünnet çerçevesinde varlıklarına temel bulabilirler. Bu iki meşru, ilham verici ve yol gösterici kaynaktan beslenmeyen her kültürel, sanatsal ve edebi etkinlik kişiyi sahteliğe götürür, onu içine kapatıldığı bu dünya hapishanesinde daha karanlık mahzenlere sürükler." (Bulaç, 2006a, 45) Edebiyat ve sanat faaliyetlerinin de diğer insan amelleri gibi bir din içinde vuku bulduğunu ifade eden Ali Bulaç bundan dolayı sanat mevzusunda din-dışı olarak ifade edilebilecek bir durumun söz konusu olamayacağını yani seküler bir edebiyatın imkan dahilinde olmadığını özellikle vurgular. Sanatçıların çoğu zaman, vehimlerini edebiyat ya da sanat ürünü olarak açığa vurmaları sanat ve edebiyatta anlatımın spekülatifleşmesi sonucunu doğurur. Vehimlerin beslediği çürüme edebiyatının belirgin özelliği ise, 'sanatçının esaslı bir âlem tasavvurundan, insan ve hayata ilişkin doğru bir perspektiften yoksunluğunu ifade eder'. Bu durumu, Kur'an'ın "Şairler ise; gerçekten onlara azgın-sapıklar uyar. Görmedin mi; onlar her bir vadide vehmedip duruyorlar. Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar. Ancak imân edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öçlerini alanlar) başka." (26/Şuara, 224-227) ayetleriyle temellendirir. Ayette 'vehm'in muzari (geniş veya şimdiki zaman) olarak gelmiş olmasının, şairlerin 'vehm'i fiil haline getirme başarısını kaydetmelerinden kaynaklandığını ifade eder. (Bulaç, 2006c, 76)

Sanat Niye Yozlaşıyor?

Geç modern zamanlarda sanatın, edebiyatın, şiirin güzelliklerinin unutulmuş olması, toplumun ve aydınların edebiyat ve sanat anlayışlarındaki seviye düşüklüğü, sanat ve edebiyat eserlerini değerlendirmede süfli ölçütlerin kullanılıyor ve kabul görüyor olması gibi sebepler Ali Bulaç'ı sanat-edebiyat meseleleri hakkında yazılar yazmaya sevk etmiş ve bu sayede Bulaç, sanatın ve edebiyatın şuur bozukluklarını tashih edeceğini düşünmüştür. Edebiyat çevrelerinde edebiyata ilişkin hangi ölçülerin esas alınması gerektiğinden edebiyat çevresinin yok oluşuna; sanata paranın, apoletlerin ve koltukların gölgesinin düşmüş olmasına kadar değişik boyutları tartışır: "Çağımızda edebiyatın düşüşü, modernizasyon politikaları, medya karşısında uğradığı güç kaybı ve insanın evrensel var oluş ve manevi kaygılarına sırt çevirmesiyle başlamıştır. Ne modern insan yüksek edebiyat ürünlerini algılayıp anlayabilecek derinliktedir ne de zaten bu deruni kapasitede eser verebilecek edebiyatçı kalmıştır, iltifat ma'rifete tabidir." (Bulaç, 2006d) Modernleşme sürecinden itibaren sanat ve edebiyat anlayışındaki süflilik ve yozlaşma, toplumun ve bireyin düşüncesini, davranış biçimini, hayat karşısındaki duruşunu, eşyayı ve hadiseleri yorumlayışını da doğrudan etkilemiştir. Sanat ve toplum arasında karşılıklı ve sürekli bir etkileşim vardır. Toplumun seviyesi sanatı, sanatın seviyesi toplumu besler. Oysa şimdi tam tersi bir ortamla karşı karşıya bulunmaktayız. Sanat ve edebiyat; bunalımın, nihilizmin, bencilliğin müstahkem bir kalesi haline gelmiştir. Ali Bulaç, sanata eğilmenin diğer alanlardan kopuk olduğunda ortaya düşünce temelinden yoksun bir anlayışın serpildiğini bu noktada sağlam bir 'kılavuz'un olması gerektiğini düşünmektedir. Hakiki sanat yerine hayalet sanatın ortalıkta dolaştığı bu yoz sanat ortamında iyi niyetli sanat izleyicisinin, edebiyat okuyucusunun gerçek sanata ulaşma, edebiyattan beklenenleri elde etme yolunda bir kılavuza ihtiyacı olduğu aşikardır. Rönesans sonrası Batı sanatının sanat alanında çıplaklığı, iffetsizliği, hayasızlığı kısacası hissiz bir çıplaklığı yaygınlaştırdığını ifade eden Bulaç, sanatta çıplaklık olgusu ile ilgili şu tespitleri yapar:

"Doğu kültürlerinde olduğu gibi Batı Katolik Hıristiyanlığında da örtünme asli bedensel tutumdur. Kadim Çin ve Hint sanatında, Budist tapınaklarda ve mağara duvarlarındaki resimlerde heykel ve figürlerde bunu tespit etmek kolay. Ortaçağ Hıristiyan sanatında da insan figürleri çıplak düşünülmemiştir. Mısır sanatında çıplaklığın yaygın olduğu söylenemez. Çıplaklık etkili bir bedensel tutum olarak Yunan sanatında ortaya çıkar. İnsan biçiminde tasavvur edilen tanrılar çeşitli anlam düzeylerine ve fonksiyonlarına göre heykelciliğin önemli konusudurlar. (…) Antik Çağ'da Yunanlı, kadını ve erkeği çıplak düşünmüş ve tasvir etmiş; çıplaklık üzerinden vücut güzelliğini ön plana çıkarmak ve tanrılara baş kaldıran prometevari insanı yüceltmek istemiştir. (…) Kaynağı ilahi vahiy olan Hıristiyanlık insanı tasvir konusu yapmaktan kaçınmalı iken, Yunan etkisinde kalarak İsa ve Meryem'i, melekleri, sanatın özellikle resmin konusu yaptı. Ancak Kilise sanatının en iyi şekli sayılan resimlerde, İsa ve Meryem tanrısal özü yansıtan, ilahi ışığı temsil eden varlıklar şeklinde anlatılmışlardır. (…) Avrupa'nın Rönesans'a geçmesiyle söz konusu Hıristiyan geleneğinin köklü bir değişikliğe uğradığını, ilhamını kadim Yunan'dan alan yeni bir sanat felsefesinin Hıristiyan resminde hakim olan bütün eğilim ve anlayışı iktidardan düşürdüğünü görüyoruz. (…) Batı hem Yunan'da hem Rönesans'ta kadını çıplak düşünmüştür. Hümanizmin etkisinde ismi konulmamış 'insana-tapıcılık' ön plana geçtiğinden, insan vücudu sanat faaliyetlerinin merkezine alınmıştır. Bu sanat anlayışının başta edebiyat olmak üzere her türlü kültürel etkinlikte kendini duyurması çok zaman almayacaktı. Şu halde, modern çağda 'müstehcenlik' ve artık kültürün erotize edilmesi denen olgu teknolojik gelişmenin gücünü de kullanarak cinselliği üreten ve tüketen bir nesneye dönüştürdüyse, bunun Avrupa'nın geleneksel sanat anlayışıyla, özellikle Rönesans'la yakın ilişkisi vardır. Bugün çıplaklık bir sanat konusu olmaktan çok, kadını cinselliğiyle modern/küresel kapitalizmin vazgeçilmez süreci (medya, reklam, pazarlama, tanıtım, moda, eğlence, müzik, magazin, sinema ve gündelik hayat) içinde ele alan ve onu kitlelerin tüketimine sapkınca sunan çok farklı bir olgudur." (Bulaç, 2006e) Batı'nın çöküşme (dekadans) sanatının küreselleştirildiği günümüz dünyasında bu tespitler tarihi sürekliliği anlamamıza katkı yapmakta ve sanatın insanlık tarihinde genel olarak heva ve heves peşinde bir ifsad odağı olarak konumlandırıldığını ortaya koymaktadır. Sanatın uğradığı düşüş; dilin ve içeriğin dinden kopmasındandır. Dinin anlam evreni dışındaki bütün paradigmalar ucu kapalı ve bu dünya ile kayıtlıdır. Sadece dinin anlam evreninde akleden kalple elde edilen entelektüel bilginin ucu sonsuzluğa uzanır. Daha eski yazılarında Ali Bulaç, sanatın Rönesans'tan bu yana fazlasıyla dünyevileşmiş ve özel olarak dinin yerine geçirilmek üzere tahayyül edilmiş bir seküler din olduğunu da ifade etmektedir. Batı sanatı ile ilgili analizlerinde daha çok Aliya İzzetbegoviç, Lamia Faruki, Ali Şeriati gibi Müslüman düşünürlerden beslenmekte olan Bulaç, vahiyle teması olmayan sanatçının insanın varoluşunun anlamını çözemeyeceğini ifade etmektedir: "Sanat dinin kaynağından beslendikçe otantiktir. Vahiy nurundan uzak sanat sahtedir." (Bulaç, 1995, 37)

Sanat Ayak Direyebilir mi?

Ali Bulaç, endüstri devriminin mekanikleştirdiği, soğuk, sıradan, hissiz dünyanın oluşturduğu şeyleşmeye, anlam yitimine tepki gösterenler arasında sanatçıların da yer aldığının farkındadır. Romantik muammacılardan Baudlaire'e değin uzanan bu akımın söyleminin günümüz için taşıdığı olası anlamlara değinerek, anlamın buharlaşmasına feryat ederek karşı çıkan yazarların, sanatçıların dünyasına uzanır. Sanatın modern dünyada tutsak yaşayan insanın özünü gürleştirme sürecinde, ayaklanma gücünü besleyen potansiyel bir imkân olduğunu ama modern kapitalizmin çürüttüğü dünyada insan gibi sanatın da mümkün olmadığını söyleyerek karamsar bir tablo çizer: "İnsanın bütün manevi yeteneklerini felce uğratan, onun ruhunu öldüren sahte bir dünyadır bu. İnsan birçok insani meleke yanında hayal etme gücünü de yitirmiş bulunuyor. Sanatın ve sanatçının iltifat edecek müşteri bulamamasının sebebi hayal dünyamızda yaşanan küresel yoksullaşma, entelektüel çölleşmedir. Eğer insan hayal edebilseydi, sanatın yardımıyla muhalefet de edebilirdi." (Bulaç, 2003, 105)

Şeriati'den Begoviç'e değin tartışılan ve farklı görüşlerin serdedildiği bilim-sanat ilişkisi, karşıtlığı üstünde de duran Ali Bulaç, sanatın ve sanatçının varlığa, kendine ilişkin bütüncül bir perspektifinin olmaması nedeniyle insan için anlamlı, erdemli bir boyutunun olamayacağını ifade eder. Bilime karşı sanat yaklaşımının, akademik olana karşı sanatçı duygululuğunun özde bir anlam ifade etmekten uzak olduğunu düşünen Bulaç'a göre ister bilim insanı olsun, ister sanatçı olsun esas meselenin varlığa, kendine (fıtrata), hayata ve Allah'a ilişkin perspektifinin doğru olup olmadığıdır. Sanatçının bir öte fikri yoksa bir bilim adamından farkı yoktur. Bu yüzden ikinci dünya savaşından sonra yazarlar saçmadan medet ummaya başlamışlardır. En büyük sorun hakikat sevgisinden yoksunluktur. (Bulaç, 2003, 105-6)

Keşf-i Kadim Nedir?

Bu konuda da şunları okuyoruz: "Sanat ve edebiyatın uğradığı düşüş; dilin ve muhtevanın irfan ve hikmetten (din) kopmasıdır. Dinin evreni dışında bütün paradigmaların, özellikle ateizmin ve agnostisizmin dünyası kapalı sistemlerden ibarettir, hiçbirinin ucu açık değildir. Sadece dinin evreninde düşünce, duygu ve kalp gözünün açılmasıyla elde edilen entelektüel bilginin ucu açıktır, sonsuzluğa uzanır. Ruh sadece bu sayede asıl yurduna kanatlanabilir. Dil gibi sanatın kendisi de yüksek manevi kaynaklardan beslenmedikçe maddileşip dünyevileşmekten kurtulamaz. Birçok konuda olduğu gibi sanat ve edebiyatta da 'yeni bir şey'e ihtiyacımız var, bu yeni şey 'keşf-i kadim'dir. (Bulaç, 2006c, 82)

Ali Bulaç, kadim olanda sanata ilişkin önemli düşüncelerin ortaya atıldığını ifade etmekte ama bunların ne olduğu hususunda herhangi bir açıklama ya da örnekleme yapmamaktadır. Keşf-i kadim anlayışı çerçevesinde geçmiş kültürel mirasta nelerin mevcut olduğu gibi önemli bir soruyu felsefecilerimizin alanına bırakıp, burada yalnızca İslâm felsefesi literatüründe sanata ilişkin ayrıntılı bir düşünme ameliyesinin yer almamış olduğunu belirtmekle yetinelim. Ama böyle bir şey, hiç kuşkusuz, İslam düşüncesi alanında günümüze ışık tutabilecek yaklaşımların olmadığı anlamına gelmez Ama bu alandaki esas üretimin İslâm'ın modern zamanlarda asrın idrakine yeniden sunumuyla bağlantılı olarak gündeme geldiği söylenebilir. Onun yaklaşımlarındaki ikinci sorun, İslâm sanatının tarih içindeki kendi durumuna ilişkin ayrıntılı bir okumayı da sunmaz. Sanat ve edebiyat alanında ortaya koyulan her şeyi, her çabayı büyük İslam anlatısının bir parçası olarak değerlendirme tutumunu ortaya koyar. Ulusal edebiyatlar hakkındaki eleştirileri, roman türüne dair temelli eleştirileri, cinayet romanlarıyla Adem'in oğulları arasında kurduğu ilintiler gerçekten önemlidir. (Bulaç, 2006f, 1997) Modern olana ilişkin eleştirellik kadim olan hususunda işletilmez. Bu İslam ve sanat bahsinde yapılan düşünsel üretimin en önemli handikabıdır.

Tıpkı Beşir Ayvazoğlu'nun Aşk Estetiği'nde ifade ettiği gibi "Müslüman sanatçılar da, kültür hayatımızda yaşanan kargaşadan nasiplerini eksiksiz almışlardır. Çünkü onların da geçmiş kültürle hemen hiç irtibatları kalmamıştır. (…) Onun için, İslâmi estetik görüşünün öz kaynaklardan kavranması ve gelenek içindeki seyrinin iyice bilinmesi" (Ayvazoğlu, 1982, 19-20) gerekmektedir. Ayvazoğlu'nun 'geleneğe dönüş' olarak ifade ettiği durumla Ali Bulaç'ın keşf-i kadim olarak ifade ettiği sanat ve edebiyat anlayışı arasında farklılıklar vardır kuşkusuz. Bunun mahiyetinin ne'liği, ana meseleleri ise birkaç temel yaklaşım dışında muğlak kalmaktadır. Bugünü anlatmak bakımından geleneğin bize bıraktığı ifade metotlarının, sufi edebiyatın, divan şiirinin yeterli olmayacağı açıktır. Bu bakımdan yeni ve yaşanan gerçekliği yansıtabilecek bazı metotlar geliştirme mecburiyetiyle karşı karşıyayız. Geçiş dönemi sanat düşüncemiz modern olanla hesaplaştığı oranda ve düzeyde geçmişle adaletli bir düşünsel diyalogu gerçekleştiremezse gerçekçi olabilmesi mümkün değildir. Fakat bu düşünsel diyalogun gerçekçi bir biçimde, sanat mirasının düşünceye ilişkin tariflerinin bir tür kültürel çeviri ile ortaya konulması zarureti vardır. Yoksa keşf-i kadim anlayışının genel klişesine sıkıştırmak gibi çok tehlikeli olduğu belli olan bir düşünceye teslim olma durumu söz konusu olacaktır.

Bu yazıda Ali Bulaç'ın çeşitli zamanlarda çeşitli bağlamlarda sanata ilişkin ortaya koyduğu görüşlerini irdelemeye çalıştık. Amacımız yetmişli yıllardan bu yana özellikle yaşadığımız ülkede gündemde olan bir konunun bilinen yanlarının ötesinde Müslüman aktörlerin sanata ilişkin düşüncelerini belli bir bakış açısından tahlil etmek ve bu konudaki kargaşalıklara açıklık getirerek sahih olanın taşınması noktasına vurgu yapmaktır. Görüldüğü gibi, burada şu gerçekler ortaya çıkmaktadır: 1) İslâm sanatı, mimari dışında bütüncül bir okumaya tabi tutulmamıştır. 2) Geçmişin kültürel bağlamında ortaya konulan biçimsel formların bugün ile anlamlı hiçbir bağıntısı kalmamıştır. 3) İslâm sanatının ve edebiyatının yeniden anlamlandırılması gerekmektedir, bu da ancak İslâm'a dönüşle, yani, İslâm "ruhu" nu sanatta temel almakla olanaklıdır. 4) Bu yeni sanatın yöntemi de  "eleştirel gerçekçilik" olmalıdır. Ali Bulaç ilk iki konuyla ilgili doyurucu yaklaşımlar ortaya koyamamakta ama son iki hususla ilgili temel koyucu ve kurucu yaklaşımlar serdetmektedir. Müslümanların düşünsel tecrübeleri içinde dört başı mamur ve vahyin amaçları doğrultusunda ve çoğu zaman ona koşut bir kuram oluşturamamaları sanata dair ortaya konulanların, tarihsel tecrübelerin tümüyle vahyin amaçlarına ters olduğu anlamına gelmez elbette. Bu durumda yapılması gereken şey vahyin evrenselliği çerçevesinde temel ilkelere (muhkem) koşut güzel düşünce ve teamülleri devam ettirmek, yanlış olanları ayıklamak, bilinmeyen tarihsel birikimi klişelerin ötesine geçerek ortaya koymaktır. Sözü Ali Bulaç'tan bir cümleyle bağlayalım: "Suyu arayan insanı su yolunu bulup ona götürmekten daha ne mutlu edebilir."

Kaynakça

MENGÜŞOĞLU, Metin Önal (2005) Vahiy ve Sanat, Pınar Yay., İstanbul

ALTINTAŞ, Ramazan (2002) İslam Düşüncesinde Tevhit ve Estetik İlişkisi, Pınar Yay., İstanbul

AYVAZOĞLU, Beşir (1982) Aşk Estetiği, Birlik Yay., İstanbul

GARAUDY, R. (1965) Sosyalizm ve İslamiyet, Yön Yay.

BULAÇ, Ali (1995) İnsanın Özgürlük Arayışı, İz Yayıncılık, İst.

BULAÇ, Ali (1983) İslam Dünyasında Düşünce Sorunları, Burhan Yayıncılık, İst.

BULAÇ, Ali (2003) Bilgi Neyi Bilmektir?, Bakış Yayıncılık, İst.

BULAÇ, Ali (2006c) "Reddi Mirastan Keşf-i Kadime" Yedi İklim Dergisi, Sayı: 201

AKTAŞ, Cihan (2007) Bir Hayat Tarzı Eleştirisi: İslamcılık, Kapı Yayınları, İstanbul 

BULAÇ, Ali (2006a) "İslam ve Sanat-Edebiyat İlişkisi" Bilge Adam Dergisi, Sayı: 13-14

BULAÇ, Ali (2008) Din-Kent ve Cemaat, Ufuk Kitap, İstanbul

MEEKER, Mihael E. (1991) Türkiye Cumhuriyeti'nde Yeni Müslüman Aydınlar, Çağdaş Türkiye'de İslam Yay. Haz: Richard Tapper, Çev: Özden Arıkan, Sarmal Yayınevi, İst.

BULAÇ, Ali (2006d) "Keşf-i Kadim", Zaman Gazetesi, 5 Temmuz 2007

BULAÇ, Ali (2006f) "Sanat ve Edebiyatla İlgili Tashihler", Zaman Gazetesi, 3 Temmuz 2007

BULAÇ, Ali (2006b) "Sanatta Şuur Bulanıklığı", Zaman Gazetesi, 2 Temmuz 2007

ŞAFAK, Elif (2006) "Türk Edebiyatı ve Şuur Bulanıklığı", Zaman Gazetesi, 4 Temmuz 2007

BULAÇ, Ali (2006e) "Sanatta Çıplaklık", Zaman Gazetesi, 14 Temmuz 2007

BULAÇ, Ali (1997) İslam ve Fundemantalizm, İz Yayıncılık, İst.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR