1. YAZARLAR

  2. Günay Maden Bulut

  3. Düşünmek Farzdır

Günay Maden Bulut

Yazarın Tüm Yazıları >

Düşünmek Farzdır

Haziran 1996A+A-

İnsanı yaratılmışlar içerisinde seçkin ve mükellef kılan özelliği şüphesiz ki cüzi iradesi ve aklıdır Şanı Yüce rabbimiz insanı akıllı yaratmış, sonra kendisine kulluğu yani vahyi teklif etmiştir. Bu teklifi değerlendirerek, ya ebedi saadeti ya da ebedi azabı kazanabileceği yaşam tarzını seçmek yine insanın iradesine bırakılmıştır.

Çalışmamıza konu olan eser Pınar Yayınları tarafından 1995 Ekim ayında çıkarıldı. 180 sahifeden oluşan kitap, önsöz, ve 2 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerde toplam 22 başlık bulunuyor.

Önsöz'de yazar; Türkiye toplumunun sosyal yapısı ve resmi tarihi hakkında özlü bilgiler veriyor. Yıllarca kurt ile kuzunun aynı mekanda kardeşçe yaşaması dayatması sonucu halkın tabiatının bozulmuş olduğunu, uysal ve tepkisiz tiplemesinin oluşturulduğunu dile getiriyor.

Türkiye toplumu her biri kendi köşesinde birbirinden marjinal 3 sınıftan oluşmaktadır (yöneten, yönetilen, aydın). Bu üç sınıfın aralarında ciddi soğukluk yaşandığı; çünkü kendini Türk hisseden (ki resmi dayatmaya göre Türkiye'de yaşamak yeterlidir) her Türk'ün bir diğerine sadakatle bağlanacağı bir Urvetu'l-Vuskasının bulunmadığı vurgulanıyor.

Resmi kurumlardan elde edilen sertifika ve diplomalarla bir baltaya sap olma anlayışını reddeden yazar, adam olmak için mektepli olmanın zorunlu olmadığını, alaylı olarak da adam olunabileceğini vurguluyor.

Anıları arasına koyduğu; bir zamanlar aynı ideallerle yola çıktığı ziraat mühendisi arkadaşının bir baltaya sap olma yarışında, İnandığını terk ederek yaşadığına inanmaya bağladığını anlatırken, Asr Suresi'nin mesajını bir kez daha hatırladığımı belirtmek isterim.

Toplumumuzda efsaneleştirilmiş hikayelerin çok itibar gördüğünü anlatan yazar, Kur'an'ın insanın kendi kafasıyla düşünmesine verdiği önemi hiç bir tutum ve davranışa vermediğine dikkat çekiyor. Duygusal halkın yaşamı nükte ve fıkralar üzerine bina edilmiştir. Dinine çok bağlı halkımızın(!) vaizlerin bile günlük namazlarında okudukları ayetin ne anlama geldiğinden habersiz ömür tükettiklerini, bu durumun yönelenleri memnun bıraktığını dile getiren yazar, bunu "Türk tipi müslümanlık" diye tanımlıyor. Ortada bulanık bir din anlayışı vardır. "Resmi ve gayriresmi herkesin gönlünde yatan, etliye sütlüye bulaşmayan, siyasetten Allah'a sığınan, toplumları ve bireyleri yönetmeye kalkmayan ve belki yalnızca vicdanlara hafif korku salan şu Türk tipi müslümanlık sorgulanmalıdır." (s. 14)

Bu toplumun dünyasını bir garip olarak niteleyen yazar, yaşarken din ve Allah'a karşı şiddetli tepki gösterene, ölünce arkasından hem de namazını kılanlar tarafından "iyi biliriz" diyen iki yüzlülüğü kınamaktadır. Yaşarken; inanmadığı namazın önemine ölünce de inanmadığını, bu nedenle cenaze namazı istemediğini vasiyet edenleri, safların netliği açısından samimi olarak nitelemektedir.

M. İkbal'in "Kaç müslümanlardan sığın müslümanlığa" ifadesiyle vereceğimiz mücadelenin, bulanıklaştırılmış,, tahrif edilmiş dine mensup ve kendilerini müslüman olarak niteleyen güruha karşı yoğunlaştırılmasını vurgulayıp, safların netleştirilmesi açısından düşünmenin önemine dikkat çeker.

Toplumumuzun birçok kesiminde benimsenen mutlak itaat fikrini eleştiren yazar, Rasulullah'ın (s) herhangi bir konuda insanların düşünmesini yasaklamadığını söylüyor.

Ünlü İslam düşünürü Şehristani'nin "yaratılmışlar içinde ilk aklını kullanan şeytandır ve bu nedenle Allah'a başkaldırmıştır" şeklindeki düşüncesini Bakara 34. ayetinin yorumuyla çürüten yazar, İblis'in kör inat sahibi ve müstekbir olması nedeniyle isyan ettiğini söyler.

"Akıl, Allah'ın hem evrendeki, hem de Mushaf-ı şerifindeki muhkem nassları üzerinde düşünmek ve onlardan anladığını hayata geçirmek için vardır." (sh. 49) "Bizce sahiden akıllı olmak, başından beri vurgulandığı gibi aklın, fıtratının doğrultusunda salimane işlemesidir" (sh. 59).

"Bilimlerin Sınıflandırılması" başlığında; düşünce tarihi kitaplarında, akidevi açıdan sağlam görülmeyen, felsefenin kirliliğe batmış ve yaşantısı zikzaklarla dolu isimlerin (Gazali, Farabi, İbn-i Arabi...) tartışmasız yer almasına rağmen sağlam akideli ve net çizgili muvahhidlere. mezhep imamlığına terfi edilmesi nedeniyle İslami düşünce tarihinde yer verilmemesi eleştiriliyor.

"Bunun sonucu 2 türlü yanlışla kuşatıldık: 1. Düşünenler, hep sapanlar olmuştur, 2. Sahici düşünenler tarihte boy gösterememiş olduklarından müslümanlar tarihlerini kendilerinden önce yaşama deneyimleri olanları çok kere yanlış tanımışlardır." (sh. 28)

"Yeniden bir İslami düşünce tarihi yazılsa elbet yalnızca; fakihlerle müfessirleri sıralasın istemiyoruz. Amacımız düşüncenin İslam dünyasında neden hep aykırılıklara ad olduğu ve neden hep ikinci-üçüncü dereceden değere haiz kılındığının araştırılması ve akıl ile kalbi tevhid etmiş müslüman düşünenler kuşağının bir neferi olmak, bu imajı güçlendirmektir." (sh. 31)

Bilimlerin sınıflandırılmasında dini ilimler (Tefsir, fıkıh, kelam,...) ve dini olmayan ilimler (matematik, fizik, sosyoloji...) sınıflandırmasının batılı bir mantık olduğu, bu tasnifin Öğretim programlarını kolaylaştırmak için kullanılabileceği müslümanlar için meşru kullanımıyla her ilim dalının İslami olduğu vurgulanmaktadır. Bu tasniflerin de en son bir düşünce ürünü olduğu ve nasslar gibi bağlanılmasının zorunlu olmadığına değiniliyor.

Bazı tarihsel olaylar konusunda müslüman kitlelere empoze edilen kemikleşmiş taassuplardan söz ediliyor. İran İslam devrimiyle Sünni müslümanlara, Şii müslümanlarca Emevi düşmanlığının nasıl empoze edildiği örneklendiriliyor.

Geçmiş yönetimlerin de (Abbasi, Osmanlı..) en az Emeviler kadar sorgulanması gerektiğini belirten yazar, şu hatırlatmayı yapıyor: "Elbet hiç kimsenin Emeviler'in (veya Muaviye'nin) dostu ya da düşmanı olmak gibi zorunluluktan bulunmuyor, ancak müslümanların ilmî davranmak, insaflı olmak ve bilinmeyenlere (?) karşı hüsnü zannı elden bırakmamak türünden zorunluluğu vardır.

Bir müslümanın koca tarih içerisinde özellikle Emevi düşmanlığı yapması adaletle, insafla bağdaşmayan ve tarihsel kin ve kavgaları güne taşıyan bağnaz bir tutumdur." (sh. 33)

Bu noktada müminin tarihe yaklaşımının "Onlar bir ümmetti gelip-geçti. Siz onların yaptıklarından sorulmayacaksınız" uyarısına uygun şekilde olması gerekir. Ancak Muaviye iktidarıyla başlayan ve tarihe miras kalan 'hilafetin saltanata dönüştürülmesi' görmezden gelinemez. Bu anlayış; onları yargılamak hakkına sahip olmasak bile tarihi tanıma ve tanımlama açısından yardımcımız olacaktır kanaatindeyiz."

"Muhabbet İmanın Ürünüdür" başlığında; mü'minlerin birbirlerini sevmelerinin zorunluluğuna dikkat çekilirken; bir mümin üzerinde kendine has olmayan özellikler bulunduruyorsa (yalan, riya, hile..) o mümini sevmememizin aslında batıla sevgisizlik olduğu vurgulanmaktadır. Allah neyi sever neyi sevmez bildirmiştir. Allah'ın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemek imandır. Sonra bilinçli olmak, sürekli temyiz edebilecek bir konumda bulunmak için gayret göstermek imandır.

"Akıl ve aşk" başlığında; tarih boyunca akıl ve aşk taraftarlarının birbirinin zıddına var olageldiklerine değiniliyor. Bu konuda iki öykü çok ilgi çekicidir: Leyleğin aklı/aşkı, ve Akıllı Selahaddin.

Bu öykülerde yazar insanda kendinden geçme halini ifade eden aşkın hoş görülemeyeceğini, elde edemediğinde intiharı seçecek gözü kara ve kıskanç bir aşk anlayışının leyleğe, aklın kontrolünde işleyen sevgi ve muhabbet mekanizması ve diğer bütün kontrollü davranışların Selahaddin'e (yani insana) yakıştığım anlatır. Leyleğe yakışan sonun, onu hiç bir zaman sorumlu kılmayacak, hatta leylekte estetik bile olan davranışın, insanlar için meşru olabileceğini savunmak insani yani İslami midir? dîye soran yazar "zaafların insanlara meşruiyet gibi teklif ve tavsiye edilmesi hatta imandan üstün gösterilmesi insanı leylek düzeyine indirir. Allah'a olan sevgi bile beraberinde bir Allah korkusunu taşımıyorsa eksik ve yanlıştır. İşte o korku sevgiyi saçmalamaya, nazlanmaya, kıskanmaya ve bu zaaflara düşmeye karşı uyarır. Zaten Allah aşkı diye bir söylem vahyin üslubunda mevcut değildir" demektedir, (sh. 147)

İnsanın asıl sorumluluğunun korku ile ümit arasında Allah'a kulluk olduğu, Allah'a aşık olmak gibi bir görevle memur edilmediği vurgulanmaktadır, (sh. 79)

Düşünceyi sınava giriş kimliğimiz olarak tanımlayan yazar (sh. 182), akletmenin vahyin temel öğretisi olduğunu vurguluyor.

"İnsan yaratılmış olmak, evet bir ayrıcalıktır. Düşünen insan olmak daha önemli bir ayrıcalıktır. Ancak doğru düşünmek, en yüce, en onurlu ayrıcalıktır, (sh. 117)

Düşünme veçheleri 3 sınıfa ayrılmış:

1- Vahye doğru düşünmek (İbrahim (as)'in Rabbine yönelim kıssası),

2- Vahye göre düşünmek (müminlerin yaşamlarının vahiyle kontrolü),

3- Vahye rağmen düşündüğünü sanmak (İslam dışı tüm düşünce ve felsefi akımlar).

Yazar şu cümlelerle kitabını bitiriyor.

"Aklı putlaştıranlar, aklı her şeyin ölçüsünü koyan olarak görenlerle bizi bir tutmak insafla bağdaşmaz. Biz akılsız olmaz diyoruz. Akıl ise rehbersiz olmaz. Biz Allah'ı birleyenler her türlü putlaştırmadan Allah'a sığınırız."

Kitabın bizce en önemli özelliği okur-yazar kesimin çok farklı gündemlerle ilgilendiği böyle bir dönemde bireylerin dikkatlerini, değişimin temel merkezi olan akıl ve kalplere yönlendiriyor olmasıdır. .Bireysel ve toplumsal değişimin yasası şudur: "Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe, Allah da onlarda olanı değiştirmez."

Yazarın; dikkatleri akletme melekesinde toplama İsteğini kitabın her sayfasında görmek mümkün.

Düşünceyi ipotek altına almış, mutlak itaati bekleyen tarikat liderlerine, akim isyana götüreceğine inanan, pozitif bilimleri şeytani aklın ürünü gören dindarlara, vahyin kontrolünde akletmeyen mezhep mutaassıplarına ayetlerle hatırlatmalarda bulunmaktadır.

Kur'ani bir kavramın içini Kur'an ile doldurmak ve böylece amel etmek isteyen yazarımızın ve düşünen kardeşlerimizin mistik anlayış sahipleriyle kavgaları maalesef daha çok süreceğe benziyor.

Artık insanlık materyalizmden de sıkılmış görünüyor. Bu nedenle yeni arayışlara giren insanoğlu bir yanlışı terk etme pahasına, bir başka yanlış olan mistisizm çukuruna saplanmakta ve nedense müslümanlar. "Hiç değilse inanıyor" diye dünyanın İslam'a döndüğü sevincini yaşayabilmektedir.

Halbuki; görmediğine inanmayan materyalistler de, metafizik bir dünyayı sezgi, gönül ve aşkla kavrayacaklarına inanan idealistler de 'akletmeye' eşit uzaklıktadır.

Bu konuda; "De ki; "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek olacak bir kelimeye gelin (ki o da şudur), Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse deyin ki; 'şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız" (3/64) ayeti yol göstericimiz olmalıdır."

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR