1. YAZARLAR

  2. Asım Öz

  3. Direniş Meselesi Olarak Sinemasal Mesel(e)ler

Direniş Meselesi Olarak Sinemasal Mesel(e)ler

Haziran 2009A+A-

Kültür bir direnişin önemli veçhelerinden birisini oluşturmuştur. Filistinliler şarkıları, müzikleri, dansları, resimleri, oyunları, şiirleri, romanları ve filmleriyle, İsrail’in aralıksız saldırılarına ve cinayetlerine rağmen kendilerini topraklarına ve yurtlarına bağlayan bağı koparmaya itiraz eden bir kültürel direnişi simgelemişlerdir.”

Joseph Massad (2009, 16)

Belgesel sinemanın her geçen yıl biraz daha yoğunlaşmış, debisi artmış biçimde, televizyon ekranlarında kendine yer bulduğuna tanık oluyoruz. Öteki festivallerle etkinlikler de göz önüne alındığında, belgesel sinemada özellikle Filistin sinemasının Türkiye’de kitleler tarafından giderek daha yaygın biçimde fark edildiğini söylemek olanaklı hale geliyor. Örneğin Belgesel Sinemacılar Birliği tarafından düzenlenen 9. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali'nin bu yılki teması “Ortadoğu” idi. Festivalin açılış filmi ise son dönemlerde Ortadoğu üzerine gerçekleştirilen en etkileyici belgesellerden biri olan, Cenin Cenin’di. Filmin yönetmeni Muhammed Bakri bu film ile Filistin ve İsrail arasında yaşananların izlerini sürüyordu. Aynı zamanda tiyatro oyuncusu olan Bakri, İsrail içinde yaşayan bir Filistinli. Bu nedenle süregiden çatışmayı kendi kimliğinde derinden yaşıyor. Yönetmenin oyuncu kimliği filme yansıyor. Cenin Cenin’de sahnelenen oyunundan parçaları ve savaş görüntülerini paralel bir anlatımla sunuyor. İsrail ordusunun, Cenin kampına düzenlediği saldırıdan kısa süre sonra, büyük riskler alınarak çekilen Cenin Cenin belgeseli, pek çok açıdan ilk film olma özelliği taşıyor. ARTE kanalı tarafından yapım programına alındığı halde, politik nedenlerle son anda programdan kaldırılmış ve Fransa'da ciddi polemiklere neden olmuştu. Katıldığı birçok festivalde de benzer durumlar yaşayarak; olaylı ve hakkında konuşulan bir film olarak dikkatleri üzerine çekti.

Filmin çekimleri sırasında, kampa yapılan saldırıda yaklaşık 50 kişi öldürülürken; İsrail askerlerinin saldırısı sırasında kampın büyük bölümü yıkılarak; içeriye yapılacak tüm girişler -tıbbi yardım birimleri, Kızılhaç ve gazeteciler de dahil olmak üzere- durdurulmuş. Birleşmiş Milletler'in araştırmak üzere görevlendirdiği komisyon da içeri girişleri engellenenler arasındaydı. Bu çekim serüveninde; prodüksiyon amiri İyad Samoudi, İsrail askerleri tarafından öldürülmüş. Cenin Cenin bir yandan yaşanan kuşatılmışlığı, çaresizlikten gelen yıkımı, öfkeyi, unutulmuş olma acısını, travmaları yansıtırken, bir yandan da dayanma gücünü hatırlatmaya çalışıyor. Böyle bir olaya birebir tanıklık eden kamerasıyla önemli bir belgeleme sorumluluğunu yerine getiriyor. Zaman zaman sert bir dile bürünen tanıklıklar, izleyiciye derinden dokunuyor. Sinemanın, sinematografik olmayan birtakım aşamaların üstesinden gelmesinin de gerekli olduğu bilinen bir gerçektir. Bir belge olarak filmin etkisinin sağlanabilmesi için, filmin izleyiciye ulaşması gerekir. Bu aşamalarda devreye giren kişiler ve kurumlar arası ilişkiler, çatışmalar, sansür vb. öğelerin yarattığı sonuçların etkisi, film çekiminin bitmesiyle sonlanmaz. Gösterime gir(ebil)mesinin ardından da filmin serüveni devam eder. Bununla birlikte bir yapıt aynı anda farklı, hatta ters bir tarzda okunabilir. Muhammed Bakri’nin filmi Cenin Cenin, İsrail’de hâlâ gösterimi yasak filmler arasındadır. Bu yasaklama durumu sinemanın, ister belgesel ister kurmaca olsun filmlerde tarihsel bir öğenin olduğunu ve filmin, ister televizyondan isterse sinemadan gelsin bir belge kadar olay yaratmakta olduğunu kanıtlar.1

Şatila’nın Çocukları da gösterildi televizyon ekranlarında. Tarih sayfalarında kara bir leke olan Şatila katliamının utanç verici tablosunu günümüzde gözler önüne seren bir yapım. Ödüllü birçok filmin yönetmenliğini ve yapımcılığını yapan Mai Masri, bu belgeselle 1998 CMCA Film Festivali, Palermo/İtalya - Özel Ödülünü almıştır. Lübnan’daki Sabra-Şatila Kampı’nda 1982 yılında yaşanan katliamın parçaladığı ailelerin, işsizlik ve sefalet sınırındaki yaşamlarını ve her şeye rağmen verdikleri ayakta kalma mücadelesini çocuk gözüyle ekranlara yansıtan bir sürgünün belgeseli. 50 yıl önce Filistin’den sürülen ve katliama maruz kalan atalarının yaşadığı Şatila kampında büyümek hiç de kolay değildir. Çocukların aslında her yerde ‘çocuk’ olamadığı başka bir ‘dünya’da kalplerini ve beyinlerini hâlâ açık tutmaya çalışırken, hayatın gerçeklerine karşı verilen bir savaş. Issa ve Farah Lübnan’daki Şatila mülteci kampında yaşayan iki çocuktur. Issa dedesiyle yaşamaktadır ve geçirdiği araba kazasından sonra okulda öğrenme zorluğu çekmektedir. Farah ise ailesi ve iki kız kardeşi ile yaşamaktadır ve ikisinin ortak yönü sevdiklerini aynı katliamda kaybetmiş olmalarıdır. Yönetmen her ikisine de kendi dünyalarını ve çevrelerine nasıl baktıklarını filme almaları için birer video kamera verir. Çocukların yaşlılara Filistin’i terk ederken neler hissettiklerine dair sordukları sorularla başlayan kamera çekimlerine yaşanan savaşta, açlık ve sefalet içinde hayallerine tutunarak büyümeye çalışan benlikleri de yansır.

Kültürel Mücadele ve Sinema

Filistin filmleri görece verimli ortamda ilk defa 1970’li yıllarda çekilmeye başlandı. En yüksek sayıya ulaşan yıl 1973’tü. Seksenlerden itibaren ise sürgün ve bağımsız yönetmenler devreye girdi. Hem üslup hem de teknik bakımından farklılaşan filmler Oslo’nun ve FKÖ’nün teslimiyetinin belirlendiği 1990’lı yıllardan itibaren yaygınlaştı. Bunlar yetmişli yıllardan itibaren gelişim gösteren Filistin sinemasını fark etmek bakımından önemli kuşkusuz. Siyonist kültürel gücün kalesinde gedikler açabilen birer direniş silahı olması bakımından da. Ne var ki izleyici Filistin sinemasını, şimdilik yalnızca verimlenmiş bazı ürünler bağlamında tanıyor, tanımaya çalışıyor. Siyonizm’in uluslararası arenada kamusal söylemi etkilediği en etkili Filistin karşıtı silah olarak görebileceğimiz Siyonist kültür silahının temsil ettiği güçle kıyasladığımızda Filistin halkının kültürel silahlarını tanımanın önemi daha iyi anlaşılır. Yönetmen olarak kimler bu alanda ne emek veriyor, sorusunun ötesinde Filistin sineması için can veren, kan veren, ona kol kanat gerenler kimler, bu konuda bilgilenme gereksinimi içinde değil henüz. Var olan bilgilenmelerin ise şimdilik yüzeyselliği aşıp derinleşmeye koyulduğunu söylemek de doğrusu çok güç. Elbette buna da sıra geldi. Filistin sineması konulu yazılar yazıldı ve önemli bir kitap yayımlandı. Böylece seyirci beyaz perdede filmlerini seyrettiği yönetmenlerin sinema eserleri kadar bunun ardındaki öykülerini de öğreniyor.

Hamid Dabaşi’nin2 hazırladığı Bir Ulusun Hayalleri” alt başlığını taşıyan Filistin Sineması adlı derleme kitabı aslında 2002'de New York'ta -ve daha sonra Filistin’de- geçekleştirilen bir etkinliğin adı. Edward Said'in de öncüleri arasında yer aldığı etkinlik ile aynı adı taşıyan bu kitap, Filistin mücadelesinin perdeye taşınmasının derin anlamları üzerine odaklanıyor. Edward Said’in deyişiyle: “Filistin sineması son otuz yıllık dönemde dünya sahnesinde etkili bir sanatsal güç olarak boy gösterdi. Filistin ulusunun on yıllardır sürdürdüğü kendi kaderini belirleme mücadelesinde derin kökler salmış olan bu sinema, hayatları zulümle ve aşağılanmayla örülmüş bir halkın yaşadıklarına tanıklık eden en önemli sanatsal ifade biçimi oldu.” Filistin mücadelesinin bütün tarihinin ‘görünür olma arzusu’yla/onurlu bir halk olarak yaşama istenciyle yakın ilgisi vardır. Filistin filmlerinde ‘görünmez olan’ın estetiğine yönelinmesinin temel sebebi budur. Bir grup araştırmacı ve aktivistin hazırlamış oldukları bu kitap, en kayda değer sinemasal geleneklerden birine duyduğumuz kolektif hayranlığın bir nişanesidir aynı zamanda. Burada şunu da vurgulamak gerekir: Filistin filmleri yekpare bir bütünlük oluşturmaz. Bu alanda amatör filmlerden kurmaca uzun filmlere, belgesel yapımlardan deneysel filmlere, sanat videosundan televizyon programlarına kadar son derce çeşitli bir yelpazeye yayılmıştır. Bu çeşitlilik içinde yönetmenler öznel olanla nesnel olanı, metafor ile militanlığı, estetik olanla siyasal olanı organik bir bağla birleştirebilme amacında olmuştur.

Filistinli yönetmenler davet edildikleri pek çok sinema etkinliğinde tarihsel/güncel bir hakikatle yüz yüze gelirler: Filistin devletinin tanınmayışıdır bu iç burkan hakikat. Sadece bu tanıklıklar bile Filistin sinemasını bir direniş sineması olarak anmayı mümkün kılar. Bunlar dirençli bir bakış açısıyla yorumlanırken aynı zamanda bir bilinçlenme ve siyasallaşma aracı olarak da devreye sokulur. Uluslararası düzlemde resmen tanınmamak bir yana kimliklerini, dertlerini, sevinçlerini, hayallerini dünyanın geri kalanıyla paylaşamayan bir topluluktan söz ediyoruz. Ülkeleri Filistin'in adı bile çoğu kez sadece ‘işgal altında topraklar’ olarak zikredilen insanlardan. Örneğin İşgal adlı filmi, Barcelona'daki Input Festivali'nde gösterilmek istenen Filistinli yönetmen Nizar Hassan'ın hikâyesi: Davet mektubu alıp formu dolduran Hassan’a, Filistin’in, festivali düzenleyen kuruma üye olmadığı gerekçesiyle yepyeni bir kategori verilir: Dünyanın Arta Kalanı! Esaret çilesini ve daha fazlasını, insanların umutsuzluğa varan özlemlerini ve derine işlemiş acılarını anlatmak için senaristleri, yönetmenleri, oyuncuları var Filistin’in! Filmleri izlenen, beğenilen, önde gelen festivallerde ödül alan; ülke ve özgürlükten yoksun, her gün ölümle yüzleşen halklarını sinema sanatının en yüksek düzeyinde temsil edebilen inançlı sinemacıları var. Az sayıda filmi ve yönetmeni olmasına karşın, Filistin'in bereketi, sinemacılarının zihinsel verimliliğinde de kendini gösteriyor. Öyle ki Filistin sinemasının babası Michel Khleifi'nin sinema üzerine düşüncelerini, daha iyi sinema yapma yolundaki zihinsel egzersizlerini okurken karşınızda yıllardır işgal altındaki bir coğrafyanın sanatçısının olduğunu unutabilirsiniz. Bir yanda böylesi bir entelektüel çaba, birikim, tecrübe; öte yanda hayat hakkı tanımayan yasaklara maruz kalma… İki Filistin filmi, Elia Süleyman'ın Kutsal Direniş’i ile Hani Ebu Esed'in Vaat Edilen Cennet’inin, İsrail lobisinin 'üstün gayretleri'yle Akademi'den geçirilmemesi çabaları yaşananların net göstergesi. Her şeye rağmen Hanzala gibi arkası dönük, ES (Elia Süleyman) gibi suskun olsa da varlığını ispatlamış ve rüştünü gittikçe ispat eden bir Filistin sineması var. 2005 yılında Filistinli yönetmen Raşid Maşarawi’nin Medfilm Festivali’ne Bekleyiş adlı filmiyle kazandığı ödülü almak için ulaşma macerası İsrail’in yasaklarının boyutlarını ortaya koyuyor. Ramallah’ta yaşayan Filistinli yönetmen, Roma’daki bir festivalde ödül kazanır. İsrail ordusu kontrol noktalarından geçiş izni vermediği için davetli olduğu festivale katılmamıştır. Ödül kazanınca ısrarla kapanış törenine çağrılır. Başvurabildiği her yere başvurur, elçilikler araya girer, kendisi de bölgede tur atıp bütün çıkış yollarını dener. Sonunda ülkeden çıkar. Roma’daki festivalin ödül törenine yetişemez ama kapanış yemeğine gelir!

Filistin sineması benzer olaylara dair filmlerle doludur! Bölgenin gerçekliği insanların yasaklarla, engellerle kuşatılmış olmalarına rağmen can güvenlikleri sağlanmadan yaşamaları üzerine kuruludur. Bu gerçekliklerden hareket eden Filistin sineması, Filistinli devrimcilerin Siyonist sömürgeciliği yenilgiye uğratma amaçlarını dile getirdikleri en başından başlayıp, Oslo Antlaşmalarının peşinden yeniden boy gösterdiği son zamanlara kadar, Filistin’in daha genel düzlemdeki başka kültürel ifade yollarıyla birlikte, Filistin direnişinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.3

Gazze doğumlu Maşarawi’yi uluslararası alanda tanıtan filmi Sokağa Çıkma Yasağı’dır. (1994) Gazze’de yaşayan bir ailenin 24 saatini, adeta açık bir cezaevinde yaşadıklarını vurgularcasına anlatır. Nasıra doğumlu Michel Khleifi de Belçika’da sinema okuma ve Avrupa’da çalışma olanağı bulmasına rağmen filmografisini kayıp ülkesinin sorunlarını dile getirmek üzerine kurar. Onun sineması mevcut tahakküm biçimlerinden çıkarak kurtuluşu mümkün gören bir geleceğe açılmaktadır. Celile’de Düğün (1987) oğluna güzel düğün yapabilmek için gece sokağa çıkma yasağının kaldırılmasını isteyen Celileli köylüye düğüne katılma şartıyla izin veren İsrailli askerlerin yol açtığı gerilimi hicveder. Damadın kız kardeşi İsrailli yetkililerden birinin karşısına dikilip “Eğer düğüne katılmak istiyorsanız, üniformalarınızı çıkarmanız gerekiyor.” der. Başka bir deyişle askeri işgal koşullarında ortak bir hayatın mümkün olamayacağını dile getirir. Bu film, uluslararası düzeyde alkışlanıp başarı kazanan ilk uzun metrajlı filmdi. 1987 Cannes Film Festivali’nde Uluslararası Eleştirmenler Ödülü’ne layık görüldü. Khleifi, Gazze’de geçen Üç Mücevherin Masalı (1995) filminde ise çevrelerini saran katı gerçekliğe rağmen bir masal dünyasında yaşayan bir çocuğun ilk aşkının masumiyetiyle sınırları aşmaya çalışmasını anlatır. Michel Khleifi, Filistinlilerin geleceğe atılım yapabilmesi için Nakba’nın anlaşılmasının gerekliliğine vurgu yapar. O filmlerinde İsrail sömürgeciliğine ve İsrail’in Filistin’deki gasplarına karşı amansız bir eleştiri ortaya koymuştur. Adı geçen üç yapım da başka birçok film ve belgesel de karanlık basınca halkın evlerine, askerlerin siperlerine çekilme zorunluluğunun, gecenin bir karabasana dönüştürülmesinin aykırılığını hissettirir izleyene. Elia Süleyman’ın İlahi Müdahale’si (2002) biri Kudüs’te biri Ramallah’ta bulunan iki aşığın kontrol noktaları onları ayırdığı için yasa dışı buluşmalar ayarlamalarını konu alır. Bunlar Filistin halkı için kanıksanmış öyküler. Kontrol noktalarının bulunması, barikatlar kurulması, buralara daha yaklaşırken iki tarafın da gerilmesi; Filistinlinin işine gidebilmek, evine dönebilmek için, askerin kendisine verilen saldırı ihbarı var, geçiş yasak emrini uygulayabilmesi için laf anlatma derdi; o korku, o öfke, o direniş, o çaresizlik yabancılara akıl almaz maceralar gibi görünse de Filistinliler açısından gündelik yaşam içinde sıradan olaylar. Tabii bir de işin bir başka yönü var: Yaşananlar karşısında net tavır alamayan, hem Filistin hem de İsrail tarafına göndermede bulunan bir anlayışla çekilen filmlerin İsrail’i bir biçimde meşrulaştırmaya varan tavırları da sorunsallaştırılması gereken bir durumdur.4

Görsel Bir Alternatif

Bu yüzden kitapta üzerinde durulan çoğu konuyu bir yana bırakarak direniş sinemasından söz etmek istiyoruz. Aksi halde New York'ta Columbia Üniversitesi'nin desteğiyle düzenlenen Filistin Filmleri Festivali'ni, emsallerinden ayıranın ne olduğunu bilemeyiz. Annemarie Jacir, festival fikrini öne atan kişi. “Sadece Kültürel Amaçlarla Bir Film Festivaline Küratörlük Yapmak” başlıklı yazısında, İsrail'in esas meselesinin, işgale karşı silahlı direnişle değil tam da kültürel olarak bir toplumun varlık göstermesiyle olduğunu bakın nasıl anlatıyor: “Ramallah'ta oturuyor olup Ramallah dışına hiçbir zaman çıkmamış üç sinemacının çektiği, Local isimli bir filmin kopyasını istemiştik. Benim, Batı Şeria'da yaşayan ve ABD pasaportuna sahip olmak gibi bir avantajı bulunan kız kardeşim Emily'nin, kasetlerin New York'a gönderilme işleminde hayli yardımı dokunmuştu. Yönetmenler yerlerinden kımıldayamazlarken o, kontrol noktalarından geçerek seyahat edebiliyordu. (...) Emily tek tek yönetmenlerin evlerini dolaştı, kasetleri topladı, kontrol noktalarından geçip Kudüs'e ulaştı ve Federal Ekspress aracılığıyla kasetlerin hepsini bize postaladı. Fakat aradan iki hafta geçtiği halde elimize hiçbir şey ulaşmamıştı. Emily kasetlerin ‘güvenlik sebepleriyle’ bekletildiğini öğrendi. Bu durumu şaşkınlıkla karşıladıktan sonra nihayet onları havaalanında yanında götürüp Avrupa'dan bize postalamayı kabul eden bir tanıdığım vasıtasıyla kasetlerin başka bir kopyasını Filistin'den New York'a getirtebildik.”5 Film bulma ve toplama sorunlarının yanında bir de bunları New York'ta gösterme meselesi var tabii. Amerikan siyasal sistemi içerisinde hareket eden ve Amerika ile İsrail arasında özel ve yakın ilişkilerin geliştirilmesi için mücadele veren grup ve şahısların oluşturduğu gevşek bir koalisyon olarak İsrail lobisinin faaliyetleri festival hakkında olumsuz bir kamusal ortam/söylem oluşturmak istemişlerdir. Festivale saldıran internet siteleri çıkıyor ortaya, tehditler, hakaretler… Üniversiteyi, bağış yapmamakla tehdit eden, nüfuzunu kullanacağını söyleyip gözdağı veren, hatta Bush’a “Tanrı’nın İsrail’e borcunu” hatırlatanlar… Hepsi; bir film festivalini engelleyebilmek ve İsrail’i eleştiriden koruyabilmek için. Bunlar Amerika’daki Siyonist lobinin faaliyetlerine ilişkin olarak da ipuçları sunuyor aslında. Festivalin yapıldığı Columbia Üniversitesi’nde çalıştığı yıllar boyunca Filistin halkı lehine yaptığı her açıklamanın ardından yüzlerce e-mail, mektup ve gazete yazısı yoluyla kınanma ve cezalandırılma yoluna gidilmiştir.6 Bütün bunlar İsrail lobisinin Amerikan kamuoyunda İsrail'le ilgili tartışmaların nasıl yürütüleceği ve İsrail'in nasıl algılanacağına yönelik elinde tuttuğu tekeli göstermesi açısından oldukça önemli göstergeler.

Filistinli sinemacıların deneyimlerini kapsayan Filistin Sineması son kertede tarihsel hakikati bulma çabasının ürünüdür. Temelde bir sempozyum metni olan Filistin Sineması kitabındaki metinler toplamının genel estetik algılayışını politik anlayışla harmanlayan, diğer bir deyişle “Estetik meseleler daima politik meselelerdir!” şiarından yola çıkan bir anlayışla oluşturulmuş metinler olarak bakabiliriz. Sempozyumun çıkış noktası, mücadelenin estetiğini yaratırken, geçmişteki deneyimler ışığında tarihsel bilinç kazandırmak ve bunları görsel belleğe kazımaktır. Filistin Sineması yetmişli yıllardan günümüze Filistin direnişini tarihsel/toplumsal ve estetik/siyasi deneyimlerini kapsamanın yanında İsrail’in kuruluş yıllarından başlayarak yaşananları sanatsal deneyim haline getirebilmenin mümkün olup olmadığını direniş açısından yorumlayan bir görsel sanat tarihi kitabıdır aynı zamanda.

Nakba ve Temsiliyet: Filistin Sinemasının Estetik Anlayışı

Nesneleri simgeleyen göstergelerin dünyasına baktığımızda, iletiyi bize ulaştıran dille karşılaşırız. Kullanılan dil, görüntü dili de olabilir ki sinema dilini oluşturan temel öğelerden biri de görüntüdür. Bununla birlikte dil, tümüyle dünyayı ve yaşanılanları nesnel olarak yansıtabilir mi ya da tarihle sanat, tümüyle örtüşür mü? Bu anlamda söylemin, yarattığı ya da dillendirdiği düşünceyle olan ilişkisi, genelde ortaya konulan her üründe, özelde sinemada etkili olmakta mıdır? Olmaktaysa, bu nasıl gerçekleştirilmektedir? Bu çerçevede Filistin sinemasının estetik anlayışını kısaca tartışmak sinemada dile gelen dili anlamak bağlamında aydınlatıcı olacaktır. Bu açıdan sinema ve direnmenin nasıl bir bağlantısı olabilir? Filistin sinemasının genel estetik anlayışı, estetiğin gelenekseli, bir başka deyişle güzelin öğretisi, armoni, şekillenmişlik ve sonlanmışlık değil, aksine insan mücadelesine tekabül eden, siyasi mücadeleyi ve kültürel değişimi içinde barındıran daha yüksek bir bilinçlilik düzeyi, yani direnmenin oluşturduğu sanat ve kültür kavramlarını içerir. Bu yüzden Filistin sineması, direnişin edebiyatta, çizgi sanatında, hangi biçimde olursa olsun ifadeye girişi, politik bilinçlenme/örgütlenmeyle eşzamanlı olarak gelişen bir direniş sinemasıdır. Dolayısıyla bu estetik sadece sanatsal kategorileri kapsamaz, toplumsal ve siyasal birikimleri de içerir. Sinemasal göstergelerde hem tarihsel ve siyasal olaylar hem de filmler üzerinden Nakba’dan başlayarak geçmişte yaşanmış dehşet, acılar ve direniş belleklere işlenir. Bu vahşete, Siyonist toplumun şiddet yapılarına, Filistin halkı üzerindeki tahakkümüne karşı bir direniş bariz olarak görülür. Hamid Dabaşi’nin Filistin Sineması kitabı için kaleme aldığı sunuş yazısındaki temel tezi, Filistin sinemasının, Filistin halkının esas travması olan Nakba'yı (1948'deki o büyük felaketi) işleyebildiği ölçüde dünya sineması katına yükseleceği yönünde. Çünkü Dabaşi’ye göre sinemalar ya da kültürler, büyük travma üstünde yükselir. Bu tür örneklere, faşizm deneyimi ile II. Dünya Savaşı'nın dehşetinin akabinde ortaya çıkan Sovyet sinemasının veya Mussolini'nin bozgundan sonra arkasında bıraktığı muazzam boyutlu yoksulluk ve yıkımın içinden doğan İtalyan yeni-gerçekçiliğinin de dahil olduğunun özellikle altını çizer. Keza, 1950'li ve 1960’lı yıllarda gözlediğimiz Fransız Yeni Dalgası'nın yükselişini de Afrika'daki kolonyal geçmişleriyle yüzleşmeye başlayan Fransız entelektüellerinin çabalarına dayanmasına bağlar. Aynı şekilde Almanya'daki yeni sinemanın da II. Dünya Savaşı’nın, özellikle de ‘Yahudi holokostu’nun vahşeti içinde kaybolmuş Alman ruhunu arayanların gayretleriyle boy gösterdiğini ifade eder. Gerçekten sinema sanatının 20. yüzyıl boyunca gösterdiği gelişme ile dünyadaki toplumsal alt üst oluşlar arasında paralellikler var. Sovyet Devrimi ve Sovyet devrimci sinemasının dünya sinemasına etkileri, II. Dünya Savaşı ve Yeni Gerçekçilik, 1968 ve Yeni Dalga ve İran sineması bunun akla gelen ilk örnekleri. Aynı durum Filistin sineması açısından da geçerlidir. “Nakba (Felaket), Filistin halkının ana travmasıdır ve bunun doğrudan bir sonucu olarak Filistin sineması, ulusal sinema tanımının çerçevesini oluşturan bu büyük olayı işlemenin çeşitli yolları etrafında dolaşarak bir gelişme göstermektedir.”7 Bu durum da Filistinli yönetmenlerin bir ülke, bir halk, bir yer olarak Filistin konusunda yaşadıklarını açıklamaktadır. Bu yerinden edilmişlik hissini, olaylar başka yerde cereyan ederken oradan alınıp ait olmadığınız bir yere yerleştirilme/sürülme hissini etraflıca anlamak ve aktarmak istiyor yönetmenler. İsrail’in kuruluşu, aynı zamanda Filistin halkının yerinden edilişinin, bir göçmen halk konumuna itilişinin, yani Filistinlilerin deyimiyle felaketin, Nakba’nın başlangıcıdır.

1948’de, I. Dünya Savaşı’nın sonundan beri Britanya mandası olan Filistin’in yüzde 78’i Siyonist güçlerce ele geçirilmiş ve 800 bini aşkın Filistinli yurtlarından sürülmüştü. 1948’den bu yana Filistinliler dünyanın belki de en büyük göçmen halkını oluşturuyor. Toplam 10 milyonluk Filistin halkının neredeyse yüzde 70’i göçmen konumunda. Bu yüzden Nakba sadece tarihsel hadise değil. Aslında günümüzde de devam eden ve Filistin’in İsrail devleti tarafından kolonize edilmesi şeklinde tanımlanabilecek bir süreç bu. Nakba’nın artık geçmişte kaldığını, ‘geleceğe bakabilmek’ için aşılması, geride bırakılması gereken tarihe ait bir hadise olduğunu söyleyenler çok. Filistinlilerin artık bir ‘post-nakba’ döneminde yaşadığını söyleyenlere inat, Filistinlilerin ve onların şahsında bütün insanlığın da Nakba, yani ‘felaket’ çağında, olağanüstü hal altında bulunduğunu haykırmak elzem. İşte bu felaketin uzun yıllar boyu sürüp gelen işgal, yıkım ve mülksüzleştirme siyaseti bugün Filistin Sineması dediğimiz kültürel alanın altında hâlâ belirgin. Joseph Massad Kültür Silahı: Filistin Kurtuluş Mücadelesinde Sinema başlıklı yazısında bu konu üzerinde durur: “Filistinlilerin Nakba’dan sonra yaşadıkları trajik olaylar ile deneyimlerin bir kısmına el atıldığı açıkça ortadadır. Filistin mücadelesinin ana travmasını oluşturan Nakba’nın sinemasal bir gözle henüz irdelenmemiş olması, o büyük felaketin kolay kolay temsil edilemeyecek bir nitelik taşımasına bağlanabilir. Filistin’in trajedisi ve travmasını temsil etmek anlamına da gelecektir ki çoğu yönetmen şimdiye değin bu el yakan meseleden uzak durmuştur. (…) Filistinliler ister Filistinli seyircilere isterse uluslararası sinema izleyicilerine hitaben olsun sinemada hala bir sürgün ve mülksüzleşme anlatısı oluşturabilmiş değillerdir. Diğer Arap yönetmenlerde söz konusu olduğu gibi Filistinli yönetmenlerde, belgesel yapımlar dışında, asıl travmaları olan Nakba’nın bu estetik dalındaki temsil edilemez durumu, Filistin ve Arap sinemasının üstünde hep bir hayalet gibi dolanmaktadır. Filistin sinemasının yapısını, Nakba’nın sinemada temsil edilemezliği belirlemektedir. Filistin sinemasının, dile getirilmesi gerektiği halde dile getirilmez halde olan bir olayın üzerine halen gidememiş olmasının sebebi budur.8 Hamid Dabaşi’nin bu kitapta üzerinde ağırlıkla durduğu asıl mesele, kendisinin ‘mimesis krizi’ diye adlandırdığı bu olgudur. Travma çok ağır ve kelimenin gerçek anlamıyla ezici bir boyutta olduğu için, bu felaketi dile dökmenin yolu yok gibi görünmektedir. Filistinli sinema yönetmenleri de böylesi bir durumun karşısında, ‘temsil edilemez olan’ın nasıl temsil edileceği ya da ‘görünmez olan’ın nasıl görselleştirileceği gibi devasa bir meydan okumayla karşı karşıyadırlar.9

Filistin Sineması’nda, sanat eserleri ile direniş sürecini ve momentlerini aynı anda içinde barındıran, bunları belleklere kazıyan eserler olarak okunur. Bu bağlamda kitapta görsel bellek “sanatların anası” olarak adlandırılır. En önemli sinemalardan biri olarak Filistin sineması politik ve estetik açıdan incelenip tartışılmalıdır. Estetik ve politika arasındaki bağıntılar kurulabilmelidir. Türkiye son 20 yıl içinde tüketim ve haz toplumu haline geldi. Aslında dünyada da böyle oldu ve sinemada bazı türler, politik filmler, savaş filmleri, ideolojik yanı ağır basan filmler devre dışı kalır gibi oldu. Oysa şimdi bakıyoruz politika da savaş da ideolojiler de dünya gündemindeki ağırlıklarını, önemlerini koruyorlar. Dolayısıyla sinemanın bu alanlarda söyleyeceği sözler bitmedi. Sinema hâlâ politik filmlere muhtaç ve ne acıdır ki sinema hâlâ savaş filmleri yapmaya zorunlu. Sinemanın geçen yüzyıldaki temel işlevleri ve bu işlevlere bağlı olarak ortaya çıkan temel türler bu yüzyılda da var olacak ve sinema elbette ki dünyada olan bitenden etkilenecek. Filistinli yönetmenlerin bazı filmleriyle yaşadığı günlere tanıklık yapmak istediklerini ve bunu başardıklarını söylemek yanlış olmaz. Her film yeni bir dünya açtığına göre, ne kadar çok Filistin filmi seyredersek sinema bilgimiz ve bilincimiz o kadar gelişir, Filistin’in sinema tarihine bakışımız o kadar zenginleşir diye düşünüyorum.

Filistin sinemasının kararlı bir biçimde varlığını sürdürebilmesi ve karşılaştığı güçlükleri aşabilmesi için Ömer el-Kattan’ın düşünceleri oldukça önemli: “Bir yandan sinema aracılığıyla, halkımızın olağanüstü derecede zengin kişisel ve kolektif deneyimlerine dayanan filmler çekerek Filistin mücadelesinin evrensel değerlerini pekiştirmek için çaba harcarken, öbür yandan kendi teknik ve sanatsal kapasitemizi sürdürmek zorundayız.10

Son olarak bu kitabın Türkiye'de de incelenip tartışılmasını, tarihsel deneyimlerin gözden geçirilip okurların yaşadıkları dünyayı algılama güçlerinin pekiştirilmesini ümit etmek pek de ütopik olmasa gerekir. Çünkü “Filistin’deki direnişi anlatan her film sanatsal bir eylemdir ve birçok mücadele aracından daha etkili olabilir.”11

Fazla kolaycılığa kaçmadan şunu söylemeliyiz: Filistin sineması var! İntifada kadar gerçek; Gazze’de şehit edilen insanlar kadar gerçek; İsrail’in iki gün içerisinde Gazze’ye attığı 100 ton bomba kadar gerçek.

 

Dipnotlar:

1-Marc Ferro, Sinema ve Tarih, s. 11, Çev: Turhan Ilgaz, Hülya Tufan, Kesit Yayıncılık, İstanbul, 1995.

2-Halen Columbia Üniversitesi’nde İran Çalışmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörü olan Hamid Dabaşi, Edward Said'in sıkı takipçilerindendir. Dabaşi’nin başlıca kitapları: Filistin Sineması Bir Ulusun Hayalleri (Agora, 2009), Post-Orientalism: Power and Knowledge in Time of Terror (2009), Iran: Ketlenmiş Halk (Metis, 2008), Islamic Liberation Theology; Resisting the Empire (2OO8), Theology of Discontent: The Ideological Foundations of the Islamic Revolution in Iran (2008), Iran Sineması (Agora, 2004), Staging a Revolution: The Art of Persuasion in the Islamic Republic of İran (l999).

3-Hamid Dabaşi (2009) Filistin Sineması: Bir Ulusun Hayalleri, s. 15, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul.

4-Mustafa Kıyak, “İzlediğimiz Filmler Beş Para Etmiyor Bir Tüfek Karşısında”, Tasfiye Dergisi, Sayı: 19.

5-Hamid Dabaşi (2009) a.g.e., s. 7

6-John J. Mearsheimer, Stephen M. Walt (2009) İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, s. 243, Tercüme: Hasan Kösebalaban, Küre Yayınları, İstanbul.

7-Hamid Dabaşi (2009) “İslamcılık İle Batıcılık Arasında Sıkışmak Yanlış”, Mesele Dergisi, Sayı: 29.

8-Joseph Massad “Kültür Silahı: Filistin Kurtuluş Mücadelesinde Sinema” Filistin Sineması içinde s.18–28.

9-John Berger Filistin'deki trajediyi tüm dünyaya aktaran etkileyici sanat eseri ve temsil noktasında şunları ifade eder: “Sanat tarihinde trajedileri anlatan eserler genelde o trajedilerin üzerinden belli bir süre geçtikten sonra ortaya çıkmıştır. Guernica ise tam anlamıyla bir istisnadır. Bir kere epey güçlü filmler var. Mükemmel hikâyeler var. Benim için çok büyük bir şair olan Filistinli şair Mahmud Derviş var. Bu çatışmayı anlatan olağanüstü şiirler yazmıştır. Bunlar benim için Goya'nın gravürleri ya da Picasso'nun Guernica'sı kadar güçlüdür. 34 günlük Lübnan savaşı boyunca gün be gün şiir yazdı. Hatta ben de Arap arkadaşlarımla bunların bazılarının İngilizce'ye çevrilmesine yardımcı oldum. Dolayısıyla eğer bu tradejiyi anlatan bir sanat eserinden bahsedilecekse Derviş'in şiirlerinden bahsetmek gerekiyor.” Berger'ın Filistin'e Selamı Var, Mahmut Hamsici, Radikal, 20.01.2007

10-Ömer el-Kattan“Filistin Sinemasının İddialı Dönemi(1990–2003)” Filistin Sineması içinde s.143.

11-Mustafa Kıyak, a.g.m., Tasfiye Dergisi, s. 19.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR