1. YAZARLAR

  2. Süleyman Bayraktar

  3. ‘Din İstismarı’ Davasını İstismar Etmek Kime, Ne Kazandıracak?

Süleyman Bayraktar

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Din İstismarı’ Davasını İstismar Etmek Kime, Ne Kazandıracak?

Ağustos 2008A+A-

Yazarımız Kenan Alpay’ın Haziran 2008sayımızda yayınlanan yazısına İslamiyat Dergisi sahibi Süleyman Bayraktar’ın cevabi yazısı

Kenan Alpay imzasıyla Haksöz dergisinin Haziran sayısında ‘Geleneksellik ve Modernizm Kıskacındaki Din İstismarını Kim, Nasıl Önleyecek?’ başlıklı eleştirel bir yazı yayımlanmıştır. Bu yazı, bir firmanın dini kavram olan tekbir kelimesini, marka olarak kullanmasına yönelik açılan davayı ve davayı açanlardan biri olarak şahsımla ilgili değerlendirmeyi içermektedir. Kenan Alpay’ın prensip olarak bir firma tarafından tekbirin ya da başkaca dini kavramın marka olarak kullanılmasına karşı olduğu anlaşılmaktadır. Yazının başlığına bakıldığında geleneksellik ve modernizm kıskacında kalan din istismarınıkimin, nasıl önleyeceği ile ilgili yazarın, bir öneri sunacağı izlenimi edinilmektedir. Gelenekselci tutum karşısına modernist tutumu yerleştiren yazar manidar bir şekilde radikal tutumu görmezlikten gelmektedir. Acaba yazar teorik olarak radikalizmi/fundamentalizmi bir tutum olarak modernizmin içinde mi görmektedir? Ya da radikal tanımlamasının dışarıdan giydirilen bir gömlek olduğunu düşünerek kökten red mi etmektedir? Eğer radikalizmi görmezliğinin arkasında bu son yaklaşım varsa, başkalarını kendisinin kolayca tanımlamasına ne demek gerekir? Yoksa radikal tavırları, soğuk savaş sonrası oluşan Yeni Dünya’nın İslam Ülkeleri’ne müdahale zemini için teşvik ettiği kontrollü hareketler olarak görüp, hiç dikkate almamakta mıdır? Başlıktaki kim sorusunun cevabı radikaller midir? Öyleyse soruyu tekrarlayacak olursak din istismarını siz nasıl önlerdiniz?

Öteden beri ümmetin sorunlarına yönelik ilgileri bulunan Haksöz dergisi ve oluşturduğu çevrenin din istismarına yaklaşımları ve istismarın önlenmesine yönelik çözüm sunmaları doğal bir durum olduğu kadar, vicdani sorumluluklarının da gereğidir. Buna kayıtsız kalmaları düşünülemezdi. Ancak yazıdan beklenen önerilecek çözümün Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde makul ama tartışmaya açık olacağı ile ilgildir. Yazının başlangıç cümleleri bu beklentiyi haklı kılmakla birlikte; yazar hemen sonrasında, yazı başlığından, davadan ve davanın konusu olan din istismarından hemen uzaklaşmıştır. Meğer yazarın niyeti bu konuyu bahane ederek dava sahiplerinden şahsımla ilgili bir değerelendirme yapmakmış! Böylece sosyal ve ekonomik özgeçmişim çerçevesinde beni analiz ederek haksızca yargılamaya kalkmış; bugüne kadar özgünlüğünü koruyarak ve hiçbir yere eklemlenmeden yapılan çalışmaların içinde detay olan bir iki konuyu olduğundan farklı göstermiştir. Böyle bir davranışın objektifliğini ve İslamiliğini okuyucunun takdirine bırakıyorum. Bu yaklaşımından dolayı kendisinin ve çevresinin totolojiyi ve bütünselliği iyi hazmettiklerini söylemek düşünce mantığıma uymamaktadır.

Düzeltilmesi gereken birkaç bilgi hatası olmasaydı, bu eleştiriye cevap verme gereği duyulmayabilirdi. Sadece düzeltme amaçlı bir metin gönderilseydi, ‘hakkında neler denilmekte, o ise soğuk bir tavırla bilgi yanlışlığı düzeltmekte’ demezler miydi büyük çoğunluğu aynı zamandaİslamiyat okuyucusu olan duyarlı Haksöz okurları. Yoksa konuyla ilgili yazar tarafından farklı bir çözüm önerisi getirilmiş de, bu çerçevede tartışma yapılıyor değildir. Yazısından anlaşıldığına göre yazar beni iyi tanımaktadır. Ben ise kendisini tanımamakta, sadece Haksöz’deki yazıları ve Özgür-Der’deki etkinlikleriyle bilmekteyim. Kim olduğunu, kaç yaşında olduğunu, nereli olduğunu; ne iş yaptığını; memur mudur, müdür müdür; müellif midir, muallim midir; mücahit midir, müteahhit midir, bilmem. Sadece bildiğim odur ki, ben yeryüzündeyim; hayatım ve yaptıklarım kendisine malum olduğu gibi, herkesçe de bilinmektedir. Ancak öyle zannediyorum ki, Kenan Alpay’ın hayatı ve ilişkileri en azından benim için olduğu kadar, okuyucuların büyük bir kısmı tarafından da meçhuldür.

TEKBİR’in Marka Olarak Kullanılmasını Engellemek İçin Açılan Dava

Dini kavram, sembol ve değerlerin uzun süredir şirket ismi ve marka olarak kullanılmakta olduğu herkesçe bilinen bir husutur. Markalaşma, kapitalizmin bir olgusu olmakla birlikte; dini kavramların ticari hayatta bu şekilde kullanılması modern bir karşılaşmadır. Bu durumu dinin modern zamanlara hakim kılınması ve hayatın tümüne tatbik edilmesi mücadelesinin bir parçası olarak yapılması radikal düşüncenin gereği olabilir, ancak başlangıçta masum olsa da, gelinen bu biçimi izah etmesi gerekmektedir. Dini kavramların bugünkü haliyle kullanılmasının ne tebliğ kavramıyla ne de emr-i bil maruf misyonuyla ilgisi olduğu söylenemez. Aksine bu şekliyle kullanılması olsa olsa ifsad ile izah edilmeli ve nehy-i anil münker kapsamında görülerek mücadele edilmesi gerekmektedir. Bu mücadele, hem teorik (dil ile) hem de pratik (el ile) olarak yapılmalıdır. Sadece söz söylemek her zaman bir sonuç getirmez. Eğer pratik olarak düzeltilmek isteniyorsa, ancak bu hukukla mümkündür. Yoksa bir insiyatif doğrultusunda birkaç kişiyle gidip tabelayı indirmek ya da yapılan defileleri basarak engel olmakhukuk devletinde olacak şeyler değildir. Bu devletin vasfı da önemli değildir. Bunun Türkiye’de olmasıyla Almanya’da ya da İran’da olması arasında bir fark yoktur. Bu bağlamda, ‘Neden İslami bir hususu laik mahkemelere taşıyarak çözmeye çalışmaktasınız?’ eleştirisinin tutarlı yanı yoktur. Eğer bir girişim başlatılmışsa, ‘Neden başka hususlarda da mücadele yapmıyorsunuz?’ demenin de bir anlamı yoktur. Kimin neyle, niçin, nerede ve nasıl mücadele yaptığının katiplik görevini üstlenmiş olmak, anlaşılır değildir. Kaldı ki, nehy-i anil münkerin bir sıralaması da söz konusu olamaz. Herhangi bir kötülüğü idrak eden kişi, anlayışı doğrultusunda mücadelesini yapar. Dolayısıyla bu hususta niçin bizimle değiller diye hiç kimseyi mesul tutma hakkımız olmadığı gibi, başkalarının da idrakleriyle yaptıkları bir mücadeleye katılmayışımızdan dolayı bizi mesul tutma hakları yoktur. Hayırlıgörülen bir konuda desteklenmek için başkaları sadece teşvik edilir.

Davanın hem siyasi hem de simgesel boyutu vardır. Bu dava, sadece tekbiri marka olarak kullanan şahısla ilgili değildir. Benzer tüm ticaret firmalarına somut bir tepkidir. Teknik olarak hepsi için, ortak bir dava açma imkanı olmadığından en yaygın olanı, en aleni olarak bilineni ve en büyüğü dava konusu yapıldı. Aslında bu tepkinin arkasında topyekûn bir zihniyet ve yaklaşımın sorgulanması yatmaktadır. Bunun teolojik ve sosyolojik yönü ayrıca ele alınmalıdır. İslamiyat dergisinin Din İstismarı özel sayısında bu konu birçok açıdan ele alınmış ve irdelenmiştir. Gelinen noktada bugün, 28 Şubat’tan sonra yaşanan düşünsel kırılmanın etkisi ve sermayenin muhafazakâr kesimle bu denli tanışmasıyla birlikte dini kavramlar, kapitalizmin kuşatması altına girme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.

Uzun zamandır dava açma fikri oluştuğu halde, bugüne kadar yapılmayışının nedeni; bu davayı tek başına açmama düşüncesinden ve geçen sürede muhafazakâr-dindar çevrelerin bunu yanlış anlama ihtimallerinin olacağından kaynaklanmıştır. Geçen süreç, yazarın önerdiği tedrici yöntemin fiilen gerçekleşmesini sağlayarak vicdanlarda böyle bir davanın açılmasını meşrulaştırmıştır. Muhafazakâr ve İslamcı kesimin yayın organlarında davanın olumlu olarak yer edinmiş olması ve desteklenmesi zamanlamanın doğru olduğunu göstermektedir.Haksöz dahil birçok internet sitelerinde dava ile ilgili haber, alıntı ve yazıların sonunda yapılan okuyucu yorumlarına bakılırsa, değerlendirmeler görülmüş olunur. Dini kavramların marka olarak kullanılması, davada beraber olduğumuz İlhami Güler’i de uzun zamandır rahatsız etmekteydi. Bu bağlamda, ‘Tekbir’in Tekstil Markasına Tahvili’ başlıklı son yazısı üzerine konuşurken, bunu hukuken engellemenin mümkün olduğunu söylemem karşısında aldığımız kararla, bu çalışmayı başlatmış olduk. Dolayısıyla dava İlhami Güler’le birlikte, yargıya müracaatımız sonucunda açılmış oldu. Yoksa yazarın vehmettiği derin güçlerle ilişkisi olmadığı gibi dava açmak için, öyle bir güce ihtiyaç olduğunu düşünmek kuruntudan ibarettir. Bunun için hukuki dayanağı olan bir dilekçe yeterlidir. Ayrıca yazarın ima ettiği gibi, davanın İslamiyat dergisinin kurumsal yapısıyla da herhangi bir ilgisi yoktur.

Yazar, kendi içinde anlamı büyük ama o kadar da mütevazi olan bu girişimi komplocu bir yaklaşımla ele alarak farklı noktaya çekmektedir. Dini kavramların sosyal hayattan tamamen silinmesine neden olacak süreci başlatarak; Müslümanların başını belaya sokacak şekilde yargı ile ilişki içinde tetikçi olduğumuz ithamını rahatlıkla yapmaktadır. Hiçbir insaf vevicdan sahibi bu sorumsuzluğu kolaylıkla yapamaz. Bu itham karşısında ‘Dilin kemiği yok mu denmeli?’ yoksa iftirasını ispata davet mi etmeli? Şimdilik yazara bunun hesabının mutlak sorulacağı bir günün geleceğine inancımın tam olduğunu söylemek isterim. Siyasi ve stratejikdüşünceye sahip olanlar kabul eder ki;bu dava, hiçbir zaman yazarın iddiası doğrultusunda sonuçlar doğurmayacağı gibi olsa olsa tersi sonuçlar doğurur. Yazar, bu tarz spekülasyonlaryaparak, yargıyla iş tutulduğunu söylemekte; değerlendirmesiyle de, İslamiyatçılar bu işler, size düşmez, siz kendinize ve yanlışlarınıza bakın!’ demeye getirmektedir. Peki, bu dava açılmasaydı, din istismarıkonusunda mahallede, siz hangi temizliği yapacaktınız? Yöneticiliğini yaptığı Haksöz dergisinde, yazısının yayımlandığı sayıda, ‘Hüseyin Üzmez Vakası’ başlıklı yazıda ‘Bu ve benzer konularda neden önceden tavır alınmaz?’ şikayetinde bulunan Rıdvan Kaya’nın sağduyulu, herkesin paylaşacağı şu cümlelerine sanırım yazar iştirak ediyordur:“... ‘Siz önce kendinize bakın!’ demek hiçbir sorunu çözmüyor, zaaflarımızın izalesini de getirmiyor. Önemli olan, gerekli olan bizlerin kendi mahallemize yansıyan tutarsızlıklara, ölçüsüzlüklere, çirkinliklere gerektiği anda ve gerektiği netlikte tavır almamız...”

Din istismarı ile mücadele, o dine samimiyetle inananların yapacakları bir husustur. Aksi olduğu zaman bu kavram, istismar edilerek dinin tezahürleriyle mücadeleye dönüşmekte, bu da dindarları rencide ve rahatsız etmektedir. Maalesef yüzyıldır ülkemizde yaşanan irtica mücadelesi hep bu tarz sonuçlar vermiştir. Bu durumu yazar da kabul etmektedir ki, onların değil de bizim dava açmamızı yadırgamaktadır. Ancak evrensel hukuk mantığı din istismarı ile ilgili şikayet hakkını o dine inananlara bırakmaktadır. Böylelikle Türkiye’de yüzyıllardır yaşanan çelişkili durum, bu davayla ortaya çıkmış oldu. Bu tartışma, bizim niçin dava açmış olmamızla ilgili değil de, din istismarının bu kadar kolayca istismar edilmesiyle ve bunu kimin istismar ettiği, kimlerin de buna fırsat verdiğiyle ilgili yapılmalıdır. Hem laikçi kesimin hem de dini kesimin uç gazetelerinin, davayla ilgili sessizliği bunu izah edecek ipuçları veriyor olsa gerek. Bu durumda, dini bu denli istismar ederek kullananlarla, din istismarını istismar ederek dine karşı olumsuz tavıralan iki ucun beslenmeleri için birbirine olan ihtiyaçları dolayısıyla zımni ittifak yaptıklarını düşünmek, yazarın kurgularından ve vehimlerinden daha insaflı kabul edilemez mi?

Davanın dilekçesi incelendiği zaman referanslarımızın ne olduğu daha net gözükecek; ne liberalizmle ne de laiklikle ilgili herhangi bir vurgunun olmadığı anlaşılmış olacaktır. Ayırıca bu husuta genel yaklaşımımızın ne olduğunu, gerek İlhami Güler’le ilgili Halime Gökçe’nin Star gazatesinde, gerekse benimle Nuriye Akman’ın Zaman gazetesinde yapmış oldukları söyleşilerde görmek mümkündür. Yine Yeni Şafak gazetesinde yayınladığımız konuyla ilgili yazıya bakılması halinde bizim yapmak istediğimiz daha net anlaşılacaktır.

Özgeçmişim ve Kurgular

Yazar, yukarıda belirtildiği gibi yazısının ağırlığını, benimle ilgili değerlendirmelere ayırmış; üzüm yemeği değil, bağcı dövmeyi esas almıştır. Yazar bunu AK Parti’den geçen seçimlerde aday olmak için hazırladığım özgeçmiş ile o zaman yapılan basın toplantısındaki konuşma metni çerçevesinde oluşturduğu kurgularla yapmıştır. Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, İslami Araştırmalar ve İslamiyat hiçbir zaman yayın kurulu ve yazarları olarak aynı refleks içinde cemaat misyonuyla hareket eden dergiler değildir. Ortak bir zeminde beraber çalışma yapmanın dışında herkesin bireysel etkinlikleri, kariyerleri ve çalışmaları kendi yaşamları ile ilgilidir. Yayın kurulunun ve yazarların akademik görevlerinin yanında, devlet kurumu olan Diyanet veya başkaca kurumlardaki bürokratik görevleri İslamiyat’ı bağlamıyorsa, siyasi ilişkiler ve neticesinde ortaya koyulan çalışmalardaki doğrular ve yanlışlar da sadece beni bağlar; ne İslamiyat’ın kurumsal yapısı ne de hiçbir kimse bundan sorumlu tutulamaz.

Yazarın kurgularına neden olan, Rahmetli Özal’la olan yakın ilişkim ve onun vasıtasıyla yapmış olunan faaliyet ve etkinliklerdir. Bu çalışmalar, o gün hissedilmediği kadar tarihi öneme haizdir. Hemen belirtmek gerekir ki, yazar ve çevresinin bu konulardaki duruşlarını koruyor olmaları takdir edilecek bir durumdur. Çünkü onlarla hemen hemen aynı çizgide olan birçok kimse, Özal döneminde yapılan çalışmalara radikal tepki gösterdikleri halde, bugün AK Parti ve Tayyip Erdoğan’la siyaset yapmayı kolaylıkla içselleştirebilmişlerdir. Bu kolayca çözülebilme acaba radikal tutumun bir özelliği midir? Yazarın içinde bulunduğu çevre ise, en azından politikaya aktif olarak katılmayarak, tutarlılıklarını korumaya devam etmektedirler. Yazar, olmayan şeyleri kendi mantığıyla özgeçmişten rahatlıkla çıkartmakta ve buna dayanarak yorum yapmaktadır. Özgeçmişimin hiçbir yerinde Doğan Bayazıt’ın danışmanlığını yaptığım yazmamaktadır. Alıntıladığı cümlenin dışında herhangi bir ifade olmadığı halde, yazar bu cümleyi bile yanlış anlamaktadır. Yazarın kendi algısıyla oluşturduğu danışmanlıkla ilgili uzunca kurgusu, ancak komploculukla ve komiklikle izah edilebilinir. Yazar, camiasının dışına bir gün çıkacak olursa şayet, ilişki kurduğu herkesi sınava tabi tutup, cahillereakaid veilmihal bilgilerini öğreterek ıslah, kafir ve zalimleri de inzar ile irşad etmeyi sadece kendisine misyon edinmiş olacak izlenimi vermektedir.

Yazarın yanıldığı bir diğer husus ise, söz konusu devletlüyle yapılan çalışmaları, profesyonel bir ilişki şeklinde algılamasıdır. Ne yazarın altını çizerek sıkça belirttiği Özal’la olan yakınlıkta ve sayesinde yapılan çalışmalarda, ne de herhangi bir şekilde dini hizmet karşılığı ya da siyasi bir çalışma karşılığı parasal bir ilişki içinde hiçbir zaman bulunmadım. Dolayısıyla bunlardan bir kazanç elde edip, Dergi’yi ve yapılan çalışmaları finanse etmek mümkün değildir. Böyle olduğunu yazarın bilmeyişi yadırganmamakla birlikte, bu ayrıntıyı da bilmesi gerekir. Galiba yazarın bilinçaltı, devletlüyle ilişki kurmanın temelinde, sadece bir ulufe alma ve onun karşılığında onları toplum nezdinde meşrulaştırma mantığı yatmaktadır. Bu duruma ancak, ‘Kişi başkasına bakınca, kendisini onda görürmüş!’ denilir. Maişetim ve yapılan çalışmaların kaynağı ilahıyatçı kimliğimden değil, işletmeci kimliğimden gelmektedir. Evet, bunlar da inşaat, tekstil ve sağlık gibi seküler işlerdir. Özgeçmişimde bunların olması kadar doğal birşey olamaz. Eğer yazıda bunların belirtilmesinde bir ima varsa, hemen belirteyim ki, bu işlerin devletle ilgisi olmadığı gibi, belediyelerle de hiçbir ilgisi yoktur. Sosyal konumunu sermayeye ve işe dönüştürme konusunda yazar bir beceri elde etmek istiyorsa, benden teori veya pratik açıdan ders alması mümkün değildir. Yazara tavsiye; çevresindeki marifetlilere bakması halinde, radikal tutumuna halel getirmeden devlet imkanlarından yararlanma sentezini başarabileceğidir. Anlaşılan kurgularıyla yazar aklınca Dergi’deki arkadaşlaraiyi niyetli olarak uyarı yapmak istiyor! Eğer yazar spekülasyonunu kanıtlayacak ufak bir belirtiyi ortaya koyabilirse yıllarca birlikte çalıştığımız arkadaşları aydınlatmış ve onların benimle ilgili karar vermelerine katkı sağlamış olur! Aksi durum ise, benim inandığım kadar hesap gününe iman eden yazar için birsorumluluk getirmiş olur.

Özal, AK Parti, Siyaset ve Yüzyılın Seçimi

Bugüne kadar, toplumun müspet yönde bir değişim yaşaması için kültürel, sosyal ve siyasal çalışmalar içinde olmaya çalıştım. Toplumsal değişime paralel olarak siyasi anlayışların değişmesi, ülkemizde ancak, politik bir bilinçle, politika üretmeyle ve nihayetinde politika yapmayla mümkün olacağını düşünenlerdenim. Politika, bireysel değişim imkanını, toplumsal değişime dönüştürmenin atmosferini oluşturan en etkin mekanızmalardan biridir. Böyle bir atmosferin oluşturduğu iklim sayesinde, bireysel değişim daha hızlı gerçekleşir ve böylelikle hem birey hem de toplum birbirinden etkilenerek değişirler. Önemli olan, bu atmosferi oluşturacak olan politikanın müspetliği ve meşruluğudur. Yoksa aynı süreç, menfi politik anlayışlar için de geçerlidir. Merkez sağ partiler bu değişimin, sadece ekonomik yönüyle ilgili çaba sarfetmişler; siyasi ve kültürel açıdan, müspet bir atmosferin oluşması için yeterince imkan kullanamamış ya da kullanmamışlardır. Ekonomik değişimin toplumsal dokuyu zedelemesi ve yozlaştırmasısöz konusu olabilmektedir. İktidarlar, dönemlerinde bu yozlaşmayı hükümet programlarıyla önleyemiyorlarsa, toplumsal direnç için sivil yapıların önünü açmalıdırlar. Özal’ın başbakanlık döneminde bu yozlaşma toplumda ne denli yaşanıyorsa, yozlaşmaya karşı o denli İslami muhalefet bilinci ve direnci de gerçekleşmekteydi. O dönemde bu direnç tekbir kavramı ile simgeleştirilerek başarılmışken, bugün aynı kavram, o direncin yozlaşması için marka olarak kullanılmaktadır.

Yazarın içinde bulunmamı eleştirdiği çalışmaların temel dinamiği, bu muhalefet bilincinin, Özal’ın son dönemlerinde ortaya koyduğu ikinci değişim programına yansımasını sağlayarak kitleselleşmesine ve iktidara taşınmasının önündeki psikolojik engellerin kaldırılmasına yönelik olmasıdır. Özal’ın vefatından sonra önce belediyelerde, sonra merkezi iktidarda Refah Partisi’nin bu muhalif dil ile iktidara gelişi bu sürecin sonucudur. Bugün de, o günden sonra belediyelerde kesintisiz, merkezi idarede ise ara bir dönem yaşanmasından hemen sonra, aynı muhalif çizginin çekirdeğini oluşturduğu AK Parti’nin iktidarda olması, bu sürecin devamıdır. İkinci döneminde siyasal reform yapma ihtiyacı içinde olacağı düşüncesiyle, geçtiğimiz yıl yapılan seçimlerde AK Parti listesinden Bursa’da seçime katılmak istedim. Herkes için politika yapmayı tetikleyen değişik faktörler söz konusu olabilir. Ancak siyaseti sürekli takip eden biri olarak ilk defa bu seçimlerde aktif politikaya katılma isteğim, ülkenin o gün yaşamakta olduğu siyasi ortamıyla ilgilidr. Bugün tartışılanlara bakılırsa bu düşüncenin haklılığı görünmektedir. Kaldı ki, genellikle ülkenin ekonomik yapısını düzeltmeyle geçiren tek parti iktidarlarının birinci döneminde istikrar yaşanırken, ikinci dönemlerinde toplumun talepleri doğrultusunda siyasi reform yapmaya kalkınca kaos ve gerilim yaşanmaktadır. Bu devletin bürokratik refleksinden kaynaklandığı kadar, toplumsal talepleri dillendirerek iktidara gelen partilerin, bu taleplerin çözümüne karşı önceden deklare edilmiş bir tez geliştiremeyişlerinden de kaynaklanmaktadır. Klasik sağ zihniyet; devleti dönüştürme siyaseti yerine devleti ele geçirme siyasetini tercih etmektedirler. Dolayısıyla menzilleri ele geçirmede başarılı olsalarda da siyasi reformları kolayca gerçekleştirememektedirler.Farklı olan RP kullandığı muhalif dil ile iktidara gelebildi, ancak iktidarda kalmasını sağlayamadı ve meşruluğu sorgulanarak mahkum edildi. AK Parti ise RP’nin yaşadığı sonu yaşamamak için değiştiğini söyleyerek bu dili kullanmamayı politika olarak kabul etmiş oldu. Ekonomik restorasyonu devam ettirecek hükümet için böyle bir değişimi kabul etmek, sistem açısından sakınca getirmeyebilirdi.Ancak, AK Parti’nin kendine özgü bir dil oluşturamayışı uzun süre iktidarda kalmasını sağlamış olmakla birlikte, ona siyasal reform yapma imkanını vermemiştir. Çünkü siyasi reformlar yapmayı planlayan organizasyonun bu konuda önceden söylenmiş bir sözü olmalıdır. Özal, bunu cumhurbaşkanlığı sürecinde anlamış olacak ki, siyasi reform yapabilmek için teorik altyapısı olan yeni siyasi bir diloluşturmak istiyordu. Eğer bu yapılmış olsaydı, toplumun bugüne kadar sisteme muhalifolan unsurlarına verdiği meşru destek, bunların önceden tasarladıkları sözlerini Anayasa’ya taşımlarına fırsat verecek; böylece bu söylem, toplumsal işlev kazanmış olacaktı. Özal’ın yapmak istediği gereğince anlaşılsaydı, siyasi reformlar yapmayı planlayan bir parti olarak AK Parti bunu gerçekleştirebilirdi. Ancak hem teorinin olmayışı hem de menzilleri ele geçirme siyasetini AK Parti’nin de benimseyişi, devletin bürokratik direnme refleksinin açığa çıkmasına; böylece siyasi reformların yapılamamasına ve Anayasa’nın değiştirilememesine neden oldu. Çünkü eğer anayasayı değiştirecek bir tablo ortaya çıkar ve de toplumsal talepler siyasi restorasyonu ve reformu zorunlu kılarsa icraat halindeyken, önceden ortaya koyulmayan bu söz asla söylenemez. Bugün yaşanan çelişkili durum budur. Yoksa toplumsal taleplere oligarşik bir yapının devlet adına sürekli engel olması mümkün değildir. Su tersine akmaz. Önemli olan, bu taleblerin sürekliliğinin sağlanması; toplumsal direncin odaklandığı siyasi partilerin bu misyona uygun program oluşturmasıdır. Bu niyetle, merkezde yer alan bir partide siyaset yapmanın herhangi bir sakıncasının olmayacağını düşünenlerdenim. Ancak yazarla bu konuda aynı fikirde olmamız gerekmediği gibi, siyasete bakış açımız da farklıdır.

Bundan sonra yapılması gereken milletteki siyasal değişim arzusu ümidini kaybetmeden, sisteme ve kurulu düzene muhalif kalarak; meşruiyet zemini içinde yeni bir siyasi dil oluşturmak ve siyaset yapmaktır. İlkeli siyaset yapmanın öncelikli koşulu, politik zemini anlamak ve siyasi anlayışın doğrultusunda bir dil oluşturabilmektir. Yazarın yazısında söz konusu ettiği, Bursa’da yapılan basın toplantısındaki konuşma metni, bu çerçevede siyasete bakışa, siyaset yapma tarzına ve yemin edilen değişmez ilkeleri tanımlamaya yönelik bir deneme çabasıdır. Yazar değerlendirmesinde, Atatürk tarafından çarpılmamak ve ona dokunmadan belaları defetme niyetiyle muska amaçlı olarak metnin yazıldığını söylemektedir. Dini cemaatlerin ve muhafazakâr düşünceyle siyaset yapanların bu tarz ikircikli tavırları bir handikap olduğu gibi bu yaklaşım özellikle eleştirdiğim bir husustur. Böyle bir tarzı benimsemiş olacağımı yazarın iyi niyetine yormaktayım! Aksini düşünmesi iman-küfür meselesi olacağından, benim için daha zor durum olurdu! İslami duyarlılığıyla demokrasiye olan tavrı gereği parti ile siyaset yapmanın sakıncalarına yazar inanabilir. Ancak aynı duyarlılıkla siyaset yapmanın yazara göre sakıncası var mıdır? Günah ve sevap kavramlarıyla konuşmayışımı yazısında sürekli eleştiren yazarın bu kavramlar doğrultusunda siyasi bir hareket içinde olanları nasıl değerlendirdiğini merak etmiyor değilim.

Hemen şunu belirteyim ki, resmi tarih tezine karşı olduğum kadar, bir kısım İslamcı muhalefetin oluşturdukları ‘resmi’ tarih anlayışına da karşıyım. Her iki durumu düşünceyi körelten resmi ve ‘gayri resmiresmi tarih okumaları olarak değerlendirmekteyim. Bu tarz okuma biçimlerinin, günlük siyasete ve siyasi reflekslere yansıdığını görmekteyiz. Bugün yaşanmakta olan siyasi kaosun, bir nedeni de bu olsa gerek. Bu husus ayrı bir tartışma konusudur... Bu açıklama, yazarın bahsettiği Yüzyılın Seçimi başlıklı bildirinin sağlıklı anlaşılması için yapılmıştır. Aşağıda yayımlanan bu metinde, İttihat ve Terakki Zihniyeti galat-ı meşhur olarak kullanılmış; yoksa tarihsel analiz yapılarak, yazarın dediği gibi sadece belli bir kadronun mahkum edilmesi için kullanılmamıştır.

23 Temmuz 1908’de Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indiren İttihat ve Terakki Fırkası’nın büyük Osmanlı Devleti’ni sevk ve idare etmeye başlamasıyla devlet; oligarşik, bürokratik seçkinci elitlerin yönettiği bir yer hâline getirilmiştir. İttihat ve Terakki’nin devletle milletin arasını açan uygulamaları, milleti devlete yabancılaştırmış ve böylece devlet, işgale maruz kalmıştır.

Bu sıkıntılara rağmen Mustafa Kemal’in siyasi önderliği ve milletin inancıyla Cumhuriyet kurulmuş; millet, kendi temsilcileriyle yeniden ibda ve inşa hareketine başlamıştır. Cumhuriyeti, halka dayalı bir yönetim şekli olmaktan çıkarıp oligarşik, bürokratik, seçkinci elitlerin yönetimi hâline getirmeye çalışan bu zihniyetle Atatürk hayatı boyunca mücadele etmiştir. Ne yazık ki bu zihniyet Atatürk’ün ölümünden sonra yeniden “hortlamış” önce CHP’ye daha sonra da devletin bürokratik mekanizmalarına nüfuz etmiştir.

Bu iktidar mücadelesinde millet, her defasında bu köhne yapıyı bozarak kendine bir çıkış yolu aramış ve demokratik yollardan yönetime gelme mücadelesini sürekli vermiştir.

Önümüzdeki seçim, bir yüzyılı geride bırakan İttihat ve Terakki zihniyetinin milletin sağduyusuyla sandığa gömüleceği bir seçim olacaktır. 1908’de başlayan milletine yabancı, bozguncu ve yıkıcı zihniyetin 22 Temmuz 2007 seçiminde yeniden hortlamasına fırsat vermeden, geri gelmeyecek şekilde tarihin derinliklerine gömüleceğine inancım tamdır. Bu nedenle önümüzdeki seçimin, yüzyılın en önemli seçimi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında milletimize gösterilen çağdaş uygarlık hedefi, “Atatürk İlkeleri” veya “altı ok” şeklinde ifade edilmiştir. Günümüzde ise bu hedef, gelişmiş bütün ülkelerde demokrasi, laiklik, insan hakları ve hukuk devleti şeklinde kavramsallaşmıştır.

Küreselleşen dünyada, ülkemizin hak ettiği saygınlığı ve onuru elde edebilmesi için vereceği siyasi mücadelenin temelini bu kavramlar oluşturacaktır. Bu hedefleri gerçekleştirirken, milli ve manevi değerlerimizle bahsettiğim çağdaş değerlerin sentezini yapmak temel stratejimiz olacaktır.

Yukarıda bahsettiğim nedenlerle yapacağımız mücadele;

‘‘Cumhuriyetçilik”in, oligarşik, bürokratik, seçkinci elitlerin değil, halkın egemenliğine dayalı bir  yönetim biçimii olduğu anlaşılıncaya kadar;

 “Laiklik”in, dine karşı değil, ancak din ve mezheplere karşı devletin tarafsız bir hakem rolü oynayacağı, hiçbir dogmanın meclisin iradesine ipotek koyamayacağı bir siyaset anlayışı çerçevesinde tatbik edilinceye kadar;

 “Milliyetçilik”in, etnik, ırkçı, nasyonalist temele dayalı değil, toprağa ve vatana bağlı bir vatanperverlik ve ülke severlik olarak anlaşılıncaya kadar;

 “Devletçilik”in, ideolojik, dayatmacı ve buyurgan bir devlet anlayışından sıyrılıp, kayıtsız şartsız millet egemenliğine boyun eğen tam “demokratik” ve hâdim bir devlet yapısına dönüştürülünceye kadar;

 “Halkçılık”ın, devletin, halka tepeden bakarak ulufe dağıtması olarak değil, halkının ekonomik refahını sağlayıp “insan hakları”na dayalı olarak kendini ifade edebilmesine ve düşüncesini yaşayabilmesine kadar;

 “Devrimcilik”in toplumsal değişimi milletin geleneği, örfü ve değerleriyle çatışmak şeklinde algılayan bir politik tavırdan, toplumun doğal değişim sürecine katıldığı, anayasa ve hukuk ihlaline yer olmayan, tam ve eksiksiz bir “hukuk devleti” oluşturuluncaya kadar devam edecektir.

Sonuç

Bu metinde söylenilenler politika gereği takiye olsun diye ya da yazarın dediği gibi muska olarak kullanmak için söylenmiş sözler değildir. Bugün gelinen noktada AK Parti’nin Anayasa’nın değişmezleri karşısında yeni bir dil oluşturmadan Anayasa yapmaya kalkmasının nasıl sonuçlandığı görülmektedir. Bir siyasi mücadele verecek ve bu bağlamda bir düşünce ortaya koyacak olursam, bugün de bu sözlere yeniden imza atarım. Ancak yazarın bu düşünceleri ve tanımlamaları anlamasını ve benim gibi değerlendirmesini bekliyor değilim. Çünkü yazarın durduğu zeminle benim durduğum zemin farklıdır. Ben algıların, anlayışların, düşünme biçiminin; tarihsel okumalarla, edinilen bilgiyle, kişisel serüvenle ve yaşanan ortamla ilgisinin olduğunu düşünürüm. Bütün bunlar bir kazanım olarak herkesin kendi zihninde var olur ve onların etkisiyle düşünce şekil alarak ifade ve davranışla dışa yansır. Bu açıdan yazardan benim gibi düşünmesini ve olaylara karşı tavır almasını beklemem kendi düşünce yapımla çelişen bir durum olur.

Yazar yazısının sonunda kendi yaklaşımını mutlak hakikatmış gibi sunarak, kendisi gibi düşünmeyenleri itham etmektedir. Yazar kendisini hakikatın sözcüsü yerine koymayı, Kuran’ı ve İslam’ı anlama yönteminden mi, yoksa yazısını yayımladığı derginin Haksöz klişesinden mı almaktadır? Yazarın bu radikal yaklaşımı acaba geleneksel anlayışa karşı olan modern yaklaşımın farklı tezahürü mü, yoksa her ikisine de karşı çıkan tarihin ta derinliklerinde kalan harici bir tutumun çağdaş versiyonu mudur? Kur’an’ı başkasının düşüncelerini itham ve mahkum etmek için kullanmayı ne zaman terkedeceğiz? Yazarın ve çevresinin düşüncelerine; Kur’an’ı anlama biçimlerine de, ifsada karşı yaptıkları cihadlarına da saygı duyuyorum. Ama kendileri gibi düşünmemi; dini anlamamı, ona göre mücadele yapmamı beklemesinler. Herkes kendi idraki doğrultusunda mesuldur. Ve bu mesuliyet karşısında mükellefiyetini yerine getirdiği ölçüsünde Allah’ın rızasını kazanma umudu olabilir. Yoksa beşeri idrak ve tarih okumalarının sonunda oluşturulan bir çizgininİslam’ı temsil gibi bir iddiası olamaz. Böyle bir çizginin Allah’ın rızasımutlak kazandıracağını söylemenin hangi hastalıklı ruh halini yansıttığını görmek için şizofrenlerin tedavi edildiği merkezlerde gözlem yapmak daha uygun olur. Çünkü oradakilerin çoğu Allah adına, Peygamber adına (ya da yerine) mutlak hakikatleri vazetmektedirler!.. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR