1. YAZARLAR

  2. Ahmet Murat Kaya

  3. Devlet ve İslamcılık Üzerine Bir Deneme

Devlet ve İslamcılık Üzerine Bir Deneme

Ağustos 2008A+A-

Osmanlı dönemlerinden bugüne kadar süren zihinsel evrimin kodlarını kavramanın temel ölçütü “devlet” ve “aydınlanma” kavramlarına yüklenen anlamlardır. Bugünün Türkiye’si hakkında birtakım tezler öne sürmeye çalışan öbeklerin heybeleri bu kavramların yorumlarıyla doludur. Zira bu ana başlıkları kavramadan siyaset kurmak olanaksız ve hatta ciddiyetsiz bir tablo sergiler. Bu iki önemli dinamik, Türkiye’de kurulan sistemin ana kavramları olduğu kadar, muhalif yelpazeyi oluşturan tüm öbeklerin de karakterlerine renk veren kavramlardır.

Devlet durduğu ve doldurduğu anlam olarak gerek siyasete yön verenler gerekse muhalif kanattakilerin her zaman gündeminde olmuş, çoğu kere de siyaset kavramı, devleti ele geçirme idealleri üzerine kurulmuştur. Sosyal bir makine olarak da tanımlanabilecek olan devlet, siyasi ve felsefi damarları kurutacak ve kendine bağımlı hale getirecek bir özne olurken, toplumsal olanı nesneleştiren ve daha doğrusu araçsallaştıran bir forma bürünmüştür. Bu konumuyla reel siyasetin nesnesi olması gereken devlet, bir şekilde her formda kendini tekrar üretebilmiş, kendini merkeze almayan söylemleri toplumsal bazda marjinal bırakmayı da başarmıştır denebilir.

Türk, İran, Bizans örgütlenme modellerinden zamanla işlevsel bir model üretmeyi başaran Osmanlı yöneticileri, kurdukları sentezi İslami kavramlarla beslemiş ve böylelikle bugün hala birçok ilim adamının ilgisini çeken bir örgütlenme modelini başarabilmişlerdir. Osmanlı, modern devletle kıyaslandığında oldukça küçük denebilecek bir örgütlenme şemasını barındırırken, yönettiği halk ile arasına cemaatleri merkeze alan bir iletişim koridoru da yaratmıştı. Bünyesindeki gayri müslim cemaatlere karşı olan tutumu, bugünün Türkiye’si göz önüne alındığında oldukça “ileri” bir duruşun işaretidir.

Halktan İslami kavramlar yardımıyla destek alan devlet, cihadı organize eden, şeriatı tatbik eden bir kurum olarak algılanmış ve aynı zamanda İslam’ın farklı yorumlarını da tehdit olarak algılamıştır. Gayri müslimler ve Müslümanlara dönük bu ikircikli tutumun köklerini, daha öncelerde mezhep tartışmalarında da görmek mümkündür. Konu tartışılmaya muhtaçtır ama yazımızın konusu farklı olduğunda bu alanı geçiyoruz.

Kısa bir yükselme ve uzun bir duraklama ve yıkılma dönemi yaşayan Osmanlı’nın son dönemlerinde devlet, giderek toplumu ve bürokrasiyi birbirine bağlayan İslami terminolojiyi dışlamaya başladı. Zira Batı akılcılığı geldiği noktayı, dine karşı verdiği ve zaferle sonuçlandırdığı savaşla açıklıyor; Osmanlı bürokrasisi de başarının anahtarını bu sularda arıyordu. Batı’da toplum ve devletin ittifakıyla, kiliseye karşı kazanılan haklar ve kimlikler, çok yanlış bir vakıa okumasıyla Osmanlı hinterlandına giriyordu. Zira daha sonraları Cumhuriyet’le en üst noktasını yakalayan Batılılaşma tutkusunun göremediği şey, toplumun dinden bir şikâyetinin olmayışıydı. Dolayısıyla toplum desteğini bulamayan devlet, din ile yalnız başına mücadele etmek zorunda kalmış ve nihayet sonraları toplumu da düşman listesine eklemiştir. Diğer bir ifadeyle Batı’da dinden kurtulmaya çalışan toplum, devlet desteğini alarak haklarını kazanırken, bizim coğrafyamızda toplum, dini olana elinden geldiğince destek çıkmış, dolayısıyla din ile savaşında devleti yalnız bırakmıştır.

Osmanlı hinterlandında yaşayan Ermeni ve Rumların öncülüğünde yayılan modern akımlar, devlet elitlerince kabul gördü. Fakat ironik bir sonuç olarak, modernizmin ürettiği kavramlardan biri olan milliyetçiliğin ivmelenmesi, ülkede soykırım ve tehcirle sonuçlanan ve izleri ve etkileri bugüne kadar taşınan derin acıların yaşanmasına neden oldu. Sonuç, ülkede Türk dışındaki etnik unsur büyük oranda yok edildi. Kalanlar da (Kürtler gibi) Türk olmaya zorlandı. 1914 ve 1915’te 800.000 Ermeni katliama uğrarken, 50.000 Rum da Anadolu topraklarını terke zorlandı.

Öte yandan, Türkiye kurtulur kurtulmaz, “köylülerin Türk’e dönüştürülmesi gerekiyordu.” Gayri müslimlerin etnik temizliğe tabi olması, geriye kalan Türk kimliğinin de vazgeçilmez bir öğesi olarak İslam’ı işaret etti. Devlet içinden çıkılması zor bir handikaptaydı. Bir yandan laikleşme çabalarıyla İslam’a karşı cephe açmışken, öte yandan yarattığı ulus kimliğe İslam öğesini eklemek zorunda kalıyordu. Toplum üzerinde dozu iyi ayarlanmış bir din olgusu, devletin dini hayatı yönlendirme gayretine neden oldu. Nihayet İslam, devlet elinde araçsallaştı. Diyanet böyle bir zihinsel yapının mahsulüdür. Aynı araçsallaştırma, daha sonraları ortaya çıkan, milliyetçi-muhafazakâr muhalefet için de geçerlidir. Neticede onlar için de, İslam’ın nesneden özneye bir geçişi söz konusu değildi.

İslam’ı hem ulusal kimliğin alt kümesi hem de modernleşme karşısındaki en büyük engel görme handikabı, kendine yeni bir reçete bulmuştu: Laiklik. Daha önce devlet ve toplum arasındaki iletişim kanalları İslam üzerinden kodlanırken, artık bu görevi laiklik almıştı. Dinin her alanda ötelenmesi ve kamusal alan dışına itilmesiyle dinin rakibi olarak algılanmaya başlanan laiklik, Kemalizm’le özdeşleşti ve peygamberi, kutsal metinleri, ibadet formları olan modern bir dine dönüştü.

Devletin içinde bulunduğu zihinsel atmosfer, onu katı bir pozitivizm uygulayıcılığına ve dine karşı kendisini yalnız bırakan topluma da jakobenizm olarak yansıdı. Doğruya ve gerçek bilgiye sadece bilimsel yollarla ulaşılabiliyordu (pozitivizm) ve bilimden nasiplenememiş insanlar da, doğruyu ve gerçek bilgiyi yakalamada devletin ve bilim adamlarının yardımına muhtaçtılar (jakobenizm).

Toplumun daha çok bilimle temas edebilmesi için harf devrimi, daha Batılı görünmesi için (ki kıyafet zihniyetin dışavurumuydu) kıyafet devrimi gibi uygulamalar, toplumdan çok kabul görmese de, muasır medeniyetler seviyesine çıkmak için hayata geçirildi. Toplumdan istediği desteği bir türlü yakalamayan devlet, içine kapanarak kendi seçkinini üretme yönünde çabalar sarf etti. Böylelikle uzun zamandır meşruiyetini İslam’dan alan devlet, artık din karşısında özgürleşti ve daha da özneleşti. Devlet ve toplum arasındaki derin uçurum, gerek devletin seçkinciliği, gerekse toplumun devleti anlamlandıran algısının yıkılması ve her iki unsurun da içe kapanmasıyla yaratıldı. Bu açıdan bakıldığında, yığınların içe kapanmasında, devletsiz kalmak durumu etkilidir. Toplumun uzun zamandır “Din elden gidiyor!” diye sloganlaştırdığı tepkisi, aslında “Devlet elden gidiyor!” şeklinde de özetlenebilir.

Katı laiklik ve milliyetçilik politikaları, ideolojik elek vazifesi görürken, iki somut muhalif damar üretti: İslamcılar ve Kürtler. Bugün de Türkiye siyasi haritasının devlet, İslamcılar ve Kürtler tarafından yönlendirildiğini görmek mümkün. Önce uluslaşıp sonra devletini kurabilen Batı tecrübesinin aksine, Türkiye’de devlet bir süreklilik göstermiş ve güç kullanarak “laik Türk” ü yaratmaya çalışmıştır. Kısmen başarılı denebilecek çabaları, seçkin, buyurgan, milliyetçi ve laik kimliği sahiplenen insanlar üretebilmiştir. Fakat kendisine karşı gelişen hemen hemen tüm muhalif damarların İslamcılık ve Kürt kimliği üzerinden doktrin üretmesine engel olamamış, dolayısıyla bu söylemleri siyasal mücadele içinde yaşatmamaya gayret etmiştir.

Devletsiz bir İslami hayat kurgusuna alışkın olmayan Müslümanlar, muhalif açılımlarını devleti ele geçirme üzerine kurarken, Kürtler kendi kimliklerinin tanınması yönünde yoğunlaşmış ve nihayet devletçilik ve milliyetçiliği tersinden kurabilen siyasi kanallara yerleşmişlerdir denebilir.

Bu noktada İslamcılık daha karmaşık bir seyir izlemektedir. Modern kavramlarla milliyetçilik üreten Kürt muhalefetinin tarihi seyri, yine modernleşme kuramlarınca açıklanabilecekken, İslamcılık için dış dinamikler de belirleyici olabilmektedir. Zira başlarda, devletin İslami olana tepkisi üzerinden kurulan İslamcı siyaset, son otuz yılda dış etkiler konusunda daha esnek bir yapı göstermekte.

Toplumsal alanda sosyal, kültürel çerçevede bir gelenek halini alan İslami hayat, gerek Türkiye gerekse diğer Müslüman ülkelerde karşılaştığı laiklik ve milliyetçilik merkezli katı politikalara, siyasi ve ideolojik bir dil üreterek cevap verdi. Bu zihinsel değişim, daha önce devlet ve dinin iç içe geçişmişliğini yırttı ve bu anlamda devletin öngöremediği siyasal bir İslam tezi oluşmuş oldu. Müslümanların siyasi tavırları üç alanda toplanabilir:

Ali Bulaç’ın “sivil İslam” ve Etyen Mahçupyan’nın “cemaatçi” dediği, siyasi söylem oluşturmadan ama siyasi erklerle işbirliği yaparak varlığını anlamlı kılmaya çalışan muhafazakâr/milliyetçi/demokrat kimlikli İslamcılık tezi, zihinsel yapısı itibariyle de kökeni itibariyle de, devleti hayatın merkezine koyan bir tutum sergiliyor. Bir yönüyle de gerek devlet gerekse toplumsal zeminde evrimci bir değişimi öngörmesiyle, siyasal olanı araçsallaştıran bir yapısı mevcut. Bu pragmatik duruş, Osmanlı dönemi içi siyasi çekişme modelleriyle birebir örtüştüğü kadar, dini kimliğin örselenmesini de kolaylaştırıcı ve içerden anlamlandırıcı bir fonksiyon görmekte. Dini, kültürle eşitleyen bu damar, siyasi hedeflerde özgün bir duruş üretemedi. Dolayısıyla bu alanda da devletin kendini yeniden ürettiğinden söz edilebilir.

İkinci olarak, partisel bir kimliği sayabiliriz. Toplumda var olan kültürel İslam’ın, iktidar merkezine taşınma isteği olarak tanımlanabilecek bu damar, kimlik olarak diğerinden bir farklılık göstermemekle beraber Müslüman halkın siyasi olana dair ilgisini artırmıştır denebilir. Ekonomik kalkınma modellerinin enstrümanlaştığını gördüğümüz parlamenter siyasal İslam duruşu, özgün bir İslami kimlik iddiasında değildir. Bu iddiayı taşımadığı gibi, kendine seçenek olabilecek diğer İslam algılarını da tehdit olarak algılamış ve siyasal mücadelesini engelleyen unsurlar olarak değerlendirmiştir. Bu tavır itibariyle Osmanlı siyasal iklimiyle özdeşleşmekte ve saray içi iktidar mücadelesini aşan bir model ortaya koyamamış bulunmaktadır.

Öte yandan, özellikle son on yılda gözlendiği üzere, liberal fikir hatlarının İslamcı siyaset üzerinde, doktrinel ve kimlik ölçeklerinde derin etkilerinden söz edilebilir. Katı laiklik ve milliyetçilik uygulamalarını önermeyen liberalizmin, İslamcı tepkileri devşirmek ile devletin organik yapılanmasını etkileyebilmek gibi bir stratejisi görülüyor. İslamcı siyaset iddiasındaki çoğu öbeğin, modern olan bir kuramla devleti dönüştürmeye çalışması, hem onlara dokunulmaz bir alan açıyor hem de modernlik sürecine katılmalarını sağlıyor. Bu anlamıyla “gerçek laiklik ve gerçek demokratlık” iddiasında olan liberal etki altındaki İslamcı damarın, devleti yeniden üreteceği mi yoksa dışlanan Müslüman ve Kürt kimliklerine yeni yaşam alanları mı açabileceği merak konusu.

 Son olarak, özgün bir duruş iddiasında bulunan bir tutumu sayabiliriz. İslam dünyasında üretilen ve daha önce Osmanlı’nın devlet kurgusundan dolayı yeşerme fırsatı bulamamış “İslami uyanış” olarak kodlanabilecek çizgi, Türkiye Müslümanlarının kendi iç “aydınlanma”larına katkıda bulundu. İran’da meydana gelen devrimle beraber ivmelenen bu hat, entelektüel olarak açılımlar yapabilmekte ve fakat gerek siyasi gerekse toplumsal bazda bir model üretebilmiş görünmemektedir.

“Devleti ele geçirme” hedefini aşabilen, toplumsal dönüşümü önceleyen bu çizgi, özellikle Türkiye siyasi yelpazesi göz önüne alındığında, sıra dışı bir tutumu temsil ediyor. Gerek Osmanlı’ya gerekse tüm İslam tarihine eleştirel bir yerden bakmaya çalışan İslami uyanış, devletle olan ontolojik bağlarında da oldukça hassas. Varlığını ve duruşunu aydınlanma ve devlet kavramlarından uzaklaştıkça netleştirdiğini düşündüğünden ve siyasal tarzının ipuçlarını temel akidevi kaynaklarında aradığından, devlete olduğu kadar toplumun kültürel haritasına da eleştiriler getiriyor. Diğerlerinden önemli farklarından biri epistemolojik alanda ortaya çıkar. İslamcılığın bu damarında, modernitenin bilgi edinme yollarına yapılan bir eleştiriden bahsedilebilir. Bilgi edinmenin kolaylaşması ve yaygınlaşması, Müslüman muhalifler üzerinde derin etkiler yapmış, entelektüel donanımla beraber bir yaşam modelini de üretmeye çalışır görünmektedir. Burada gerçekliği aranan olgu artık İslam’dır. Gerçek İslam’ı yaşama dürtüsü, öğrenmeyi, öğrenme süreci de kimliği inşa etmekte, temel referanslar dini olandan ve milliyetçiliği de aşarak ümmetten alınmaktadır. Gerçek bilgi ve doğrunun kanallarının farklı olması, modern dışı bir kimliği inşa ederken modern hayat içinde yaşam imkânı da üretilmektedir.

İslamcılığın bu kanadının ulaştığı zihinsel nokta, Türkiye siyasetindeki özneler göz önüne alındığında, açıktır ki özgün bir duruştur. Tüm eksiklerine rağmen bu yeni okuma biçimi, küresel bir ivmeyi yakalayabilmiş olan modern söylem karşısında, devletçilikten koptuğu oranda özgürleşecek ve küresel bir umut olarak karşımıza çıkacaktır. Öte yandan, geldiği zihinsel nokta itibariyle, kimliğini moderniteden bağımsız inşa edebilmek başarısı, gelecek için umutlar barındırdığı kadar, sınanmayı da beklemektedir.  

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR