1. YAZARLAR

  2. Selahaddin Eş Çakırgil

  3. Demokrasi ya da 'Bin kocadan arta kalan bîve-i bãkire'nin fettanlıkları..

Selahaddin Eş Çakırgil

Yazarın Tüm Yazıları >

Demokrasi ya da 'Bin kocadan arta kalan bîve-i bãkire'nin fettanlıkları..

Haziran 2003A+A-

'Bive-i bâkire', yani 'bâkire dul..' Bekaretini korumakta  olan dul.. Bu deyimi, Tevfîk fikret, 'Bin kocadan arta kalan bîve-i bâkire..'  diye, İstanbul için kullanır; ama, biz bunu başka bir konuya, demokrasi konusuna da uygulayabiliriz..

Çünkü, hele de günümüzde, neredeyse her kötülüğün ve iyiliğin demokrasi adına uygulanması gibi bir durumla karşı karşıyayız.

Konunun iyi anlaşılması, bakış açımızın ve merâmımızın daha iyi ortaya çıkması için, önce demokrasi kelimesinin lafzî köklerinin tahlilini yapmak gerekiyor.

Antik Yunan kültür ve medeniyle de yaşıt olan ve Yunanca/Grekçe bir kelime olan demokrasi, iki ayrı kelimenin terkibinden meydana gelmektedir..

'Demos+Kratos..'

'Demos',  genelde 'halk' olarak açıklanıyorsa da; asiller sınıfından olmayan, sıradan insanlar manâsında.. 

'Kratos' ise,  yönetim, idare..

Böyle olunca, demokrasi, toplumun, halkın irade ve isteğine göre idare edilmesi mânâsına geliyor.

Ancak, burada genellikle, halkın rey ve iradesinin neye göre ve nasıl şekilleneceği üzerinde durulmamakta.. İnanç mı, menfaat mi, arzular ve beğeniler mi; yoksa bütün çağlarda geçerli olan ve belirli merkezlerden pompalanan propagandalar mı?

Dahası, oy kullanan insanların hür/özgür  insanlar olması gerekiyor, köleler oy kullanamıyordu..

'Bu, o kadar önemli mi?'  denilebilir; ama Atina'da, 16 bin hürr insana mukabil, 250 bin kadar köle olduğu ve o kölelerin, bu hürr insanlar (!?) tarafından ve insan yerine konulmayarak yönetildiği, yönlendirildiği ve o köle kitlelerin, alınan kararlara itaat etmek istememeleri halinde, zorla bastırılıp itaat altına alınmaları yolu da daima açık olduğundan; demokrasinin temelinde bu kölelik ve o, kendini büyük görme hastalığı/megalomania ve diktatörlük anlayışının olduğu da unutulmamalıdır.

Denilebilir ki, eski çağların demokrasisi ile bugünün demokrasi anlayışları çok farklı..

Tabiatiyle, zaman içinde, uygulama tarzı bakımından bir takım şeklî farklılıklar meydana gelmiştir.. Ama, özü itibariyle?.

İlk çağlarda, küçük toplumlarda, site devletlerinde direkt/doğrudan demokrasi vardı; bugün ise, temsilî demokrasi..

Direkt (ya da, doğrudan)  demokrasinin en net örneği, terkibine ve mahiyetine yukarda değindiğimiz ve her hür insana, yaklaşık 15-16 kölenin düştüğü ve kölelerin oy hakkının bulunmadığı Atina site/şehir devletinde görülmüştür..

Halk, kendi menfaatiyle, vicdanı veya arzularıyla aldığı bir kararı, yine aynı konulardaki yeni oy ve iradeleriyle değiştirebilirdi ve demokrasinin değişmez tek ölçüsü vardı, o da, 'Her şey değişkendir ve halkın iradesiyle değiştirilemeyen hiç bir kaide, prensip veya kutsal'ın varlığı kabullenilemez..'  idi..

Bu ölçü, genel mahiyeti itibariyle bugün için de geçerlidir.. Bu açıdan bakıldığında, vahy-i ilâhî /ilahî irade kaynaklı bütün dinlerin de kesinlikle değişmez-değiştirilemez hükümleri, prensipleri olduğuna göre, temelde asla demokrat olamaz ve sayılamazlar.. 

Tabiatiyle, kendi içinde bir bütünlük arz eden İslam da, bünyesine dahil edilmeye kalkışılacak her yabancı nesnenin kendi bütünlüğünde bir gedik açmakla neticeleneceğinin mantığıyla, bir başka nesneyi almak ihtiyacında da değildir, böyle bir zarûret de göstermez..

Keza, mutlak doğru ölçüler sunan vahy-i ilâhî kaynaklı dinlere, demokrasinin de, asla tahammül etmediği, edemeyeceği gibi.. Yani bir bakıma, demokrasi de, âdeta bir din gibi, insanın ferdî ve sosyal hayatının bütün yönlerini kuşatmak dikkat ve iddiasındadır.

Bu bakış açısıyladır ki, merhum İmam Rûhullah Khomeynî'nin, kendi rehberliğinde zafere ulaşan İslam İnkılabı Hareketi'nin İran'da kuracağı yeni rejimin adı üzerindeki tartışmalar sırasında, 'Yeni rejimin adı Demokratik İslam Cumhuriyeti olsun..' şeklinde üst perdeden, hatta merhum Mehdî Bazergân tarafından bile ortaya atılan taleblere karşı dile getirdiği; 'Bize ne demokrasiden.. Biz ancak İslam'ın tanıdığı özgürlükler ve hakklar çerçevesinde bir dünya kurmak istiyoruz ve bunun için de İslam kâfidir ve biz, İslam Cumhiriyeti kurup, Cumhuriyet'i İslam'la sınırlarken; siz, İslam'ı demokrasi ile sınırlandırmaya kalkışıyorsunuz.. Bütüncü olan bir bünyeye alınacak her yabancı sistem, kendi nizamın bütünlüğünden bir firedir..' şeklinde özetlenebilecek görüşün, nazarî planda çok büyük bir manâsı vardır. 

*

Sisteminin özünde, dualizm'i, ikili veya daha çok iradeli bir dünya kurmayı öngören ve 'Tanrı'nın hakkını tanrıya, Sezar'ın hakkını da Sezar'a..' diyerek, güç ve güç sahibleri karşısında eğilmeyi de benimseyen, bu anlayıştan bir hakk mefhumu, kavramı imbiklemeye çalışan bugünkü Batı düşünce sistematiği içinde, demokrasinin yeri, belki diğer sistemlerle mukayese edildiğinde daha bir mümtaz görülebilir.. Çünkü en azından, geniş kitlelerin isteği de o yönde ortaya çıkmaktadır/çıkarılmaktadır.

Demokrasinin bu çarpıklıklarına değinirken; oligarşi, monarşi, aristokrasi (ruhban sınıfının tahakkümü manasındaki) teokrasi gibi sistemlerin savunuculuğunu da yapamayız herhalde.. Ama, böyledir diye, demokrasiyi taleb etmek noktasına da gelemeyiz..

Bunun içindir ki, Churchill'in, beşerî sistemleri mukayese ederken dile getirdiği, 'Demokrasi en kötü rejimdir; ama diğerlerini göz önüne almazsak..' şeklindeki görüşünün Batı düşünce sistematiği açısından epeyce doğru tarafları olsa gerek..

Ama, antik Yunan'dan bu yana, demokrasi diye nitelenen idare tarzlarının büründüğü rengarenk görüntüler bir tarafa; sadece şu son yüzyıldaki bütün komünist diktatörlüklerin de kendilerini demokrat, demokratik cumhuriyet olarak nitelemelerini nasıl unutabiliriz?

Ve Cezayir'de, miladî-1992 başında, halkın yüzde 85'inin oyunu alan İslâmî Selâmet Cebhesi'nin üzerine demokrasi dünyasınca saldırtılan generallerin sergiledikleri bütün o diktatörlükler de, demokrasinin kurtarılması adına değil miydi ve Batı/demokrasi dünyası tarafından alkışlanmamış mıydı;   'demokrasilerin kendilerini savunmak için, gerektiğinde diktatörlük silahından da faydalanabilecekleri' belirtilerek ve küçücük bir laik azlığın ezilebileceği korkusu öne çıkarılarak, bütün bir halk, bir kez daha esir alınmamış mıydı?

-I-

Bugün, dünya liderliği iddiasıyla ve demokrasi adına bütün dünyaya yön vermeye çalışan Amerikan sisteminin de, -açmazlarına yukarıda işaret edilmesine rağmen,- demokrasi açısından, yine de parlak bir örnek olmadığını, konunun uzmanları da kabul ederler.. Kaldı ki, Birleşik Amerika'daki sistemin demokrasiden çok, bir 'plutokrasi' (yani, servet+kuvvet hâkimiyetine dayanan bir sistem) olduğu bizzat bazı Amerikan sosyologlarınca bile dile getirilmektedir..

Nitekim, miladî-2000 Kasımı'ndaki Amerikan Başkanlık seçimlerinde oylamaya katılmayanların yüzde 50'yi aştığı ve bugünkü Amerikan Başkanı George W. Bush'un partisi olan Cumhuriyetçi Parti'nin, rakibi olan Demokrat Parti'den ülke çapında 300 bin daha az oy almasına rağmen, sadece Texas eyaletindeki 30 kadar delege-ikinci derece seçmenin, -o da, aylar süren tekrar tekrar sayımlar ve sonra da mahkeme kararıyla ve 300 kadar oy fazlalığının belirlendiği gerekçesiyle Cumhuriyetçi Parti'ye verilmesiyle- Bush'un seçimi kazanabildiğini hatırlarsak; onun seçiminin, halkın yarıdan fazlasının oy kullanmadığı seçimlerde, oy kullananların yarıdan daha azının oyuyla, yani dörtte birin, yüzde 25'in bile altında bir oy nisbetiyle gerçekleştiği ve  iktidara geldiği ve bunun bizzat kendi tanımlamalarındaki demokrasiye bile uyup uymadığı anlaşılabilir..

Böyleyken, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'ya demokrasi ve özgürlük  getirme çabalarının samimî olup olmadığı konusunun tartışılması bile abestir.. Çünkü, samimî olsa da, olmasa da; temelinden yanlış üzerine kurulu olan bu düzen, Amerikalılar için bir mânâ ifade etse bile; hayata, hayatın anlaşılmasına, idrak olunmasına veya yaşanmasına dâir temel ölçüleri tamamen farklı ve mutlak temeller üzerinde, tevhîd inancı üzerine kurulu olan Ortadoğu'nun müslüman halklarının hayatını tanzim etmek için getirecekleri sistemin adı ne olursa olsun; özünde işgal ve tahakküm olacağından ve emperyalistlerin emellerine hizmet edeceğinden; yabancılarca önerilen, sunulan, dayatılan bütün sistemler gibi, bu sistem de müslüman halkların ve inançlarının düşmanıdır..

Çünkü, burada hâkim ve mahkûm arası ilişki söz konusudur ve sahib olunan ölçülerde tam zıdd noktalarda bulunulmaktadır ve bir tarafın siyahı, diğer taraf için beyazdır, ve beyazı da siyah.. Amerikan tipi özgürlük de, muhakkak ki, Amerikan ölçülerine ve hayat anlayışına ve hâkimiyetine yabancı, aykırı veya karşı olanlar açısından, ancak bir esarettir.. Ve bugün, Amerikan emperyalizmi, bir yeni Roma İmparatorluğu halinde, rakibsiz bir dünya tahakkümünü gerçekleştirmek için dünya sahnesine muzafferâne bir şekilde  çıkarken; bütün halkları teslimiyete çağıran, 'teslim olun, barış olsun..'  diyen bir 'Pax Americana' (Amerikanvâri barış)  anlayışıyla, toplumları özgürleştirmek adına, herkesi kendisine baş eğmeye zorlamakta ve buna demokrasi, özgürlük ve kurtarıcılık adını vermektedir..

-II-

Ancak, bu bakış açısı veya yaklaşım, İslâm dünyasındaki diktatörlük sistemlerinin/ rejimlerin teyidi, benimsenmesi veya kabullenilmesi, onlarla yetinilmesi manâsına alınmamalıdır..

Yazık ki, hele de  Ortadoğulu müslüman halkların, ülkelerinin idaresinde, göstermelik olmaktan öteye, temelde etkili oldukları bir düzenleme, neredeyse yok gibidir ve bu diktatör rejimlerin hemen her birisi, emperyalist dünyanın himayesinde ve onlar adına uygulanmıştır, on yıllardır.. Ve dahası, bunların bir çoğu da, müslüman halkların inanç sistemine göre sanki meşru' imiş gibi, bir meşruiyyet kılıfına sarılarak sunulmuştur ve bu iktidarlara ve düzenlerine itaat ve riayetin şer'an vâcib olduğuna dair görüşler, kapıkulu uleması mahiyetli zamâne belâmlarınca, zulüm altında inleyen kitlelere, İslam adına, 'vâcib-ur'riayeh..' (riayeti, itaati şart..) olarak telkın edilmektedir.. Ve bu rejimlerin, düzenlerin pek çoğunun; müslüman halkların başına, hele de son 100 yılda, bilhassa anglo-sakson (İngiltere+Amerika) emperyalizminin kondurması kuklalar olduğu da bilinmektedir..

Şimdi ise, emperyalizm, kendi dayatması olan o eskimiş, köhnemiş, içten çürümüş sistemlerin, artık sadece kendi emellerine hizmet edemeyeceğini değil, kendilerini bile savunamayacak kadar haksız ve halksız durumda olduğunu gördüğünden; demokrasi havariliğine, özgürlük havariliğine soyunmak ihtiyacını duymakta, sigortaları yenilemek istemektedir..

Tıpkı, Saddam örneğinde olduğu gibi..

Saddam'ı da 30 yılı aşkın bir zamandır desteklemiş ve komşularına saldırmakta yüreklendirmiş, desteklemiş olan emperyalist güçler, artık onun varlığının kendi emel ve  hedeflerine hizmet edemeyeceğini, hatta bir de zarar vereceğini anladıkları zaman, binek değiştirmek kararını vermişler ve Irak gibi binlerce yıllık bir geçmişin mirası olan bir ülkeyi, Moğol İstilası'nın 800 sene sonralardaki ikinci bir tekrarı olacak şekilde işgal ve tahrib etmişlerdir.

Böyle bir hengamede, bölge ülkelerinin rejimleri veya halkları kendi varlıklarını sürdürebilmek ve emperyalizmin global istilacı saldırılarına maruz kalmışlığın etkilerini azaltmak, gizlemek hesabı içinde bir takım düzenlemelere elbette gidebilirler ve bu esnada, gerek belâ savma kabilinden; gerekse, insan aklının gerektirdiği aklî düzenlemelere gidilmesi tabiîdir.. Ancak, sosyal bünyelerdeki düşünce veya kurumların değişim süreçlerinin her birisinin de, başka toplumlardaki bazı anlayış, kurum veya süreçlerle benzerlik göstermesi, her birisinin de mutlaka onların yörüngesine girdiği manâsına gelmez..

Nasıl ki, İslam'ın  işlerin şûrâ yoluyla, istişare yoluyla, halkın görüşlerinin alınması yoluyla görülmesi ve toplumun bu şekilde idare edilmesi şeklindeki emirlerine/temel prensiplerine bakarak, 'bu, İslam'la paralelliktir ve İslam'ın etkisine girmektir..' diye nitelendirilemezse; tersi de aynı şekilde düşünülmelidir..

İnancımızın temel ölçülerinden asla fedakarlık veya feragatte bulunmaksızın, insan aklının gerektirdiği bir takım değişiklikleri, köklü değişimleri yapmakta, 'Acaba, birilerine benzer miyiz?'  gibi korkulara kapılmaksızın yerine getirmek gerekir.. Aksi halde, hareket inisiyatifini başkalarının niteleme veya ithamlarından kurtarmak imkansız ve devamlı bir bocalama içine hapsolmak kaçınılmaz olur.. Nasıl ki, karşıtlarımız da yemek yiyor diye, onlara benzemeyelim  gibi bir mantık çarpıklığına teslim olamazsak; hayatımızı sürdürmemiz için gerekli olan tabiî gerekleri yerine getirmekte de, mutlak doğru ölçülerimizin genel çerçevesi içinde, aklî tedbirler almaktan ve düzenlemelere girişmekten de çekinmemek gerekir..  

-III-

Yabancıların, emperyalistlerin telkıni ile kurulacak her yönetim biçiminin, sadece Ortadoğu'da değil, bütün dünyada daima, o taleb eden güçlerin maslahat ve menfaatine uygun olacağı açık..

Böyleyken, demokrasinin özü, ruhu itibariyle değil, emperyalist güçler eliyle dikte edilmesi dolayısıyla da Ortadoğu'nun müslüman halkları için, bir kurtarıcı çözüm olamayacağı açık..

Ancak, bu tesbiti yaparken, hemen, bugün, her yerdeki ve özellikle de Ortadoğu'daki halkı müslüman ülkelerin yönetim tarzlarının demokrasinin sunduğundan-sunmakta olduğundan daha seçkin bir durumda olmadığını da hemen belirtmek gerekiyor.. Aksi halde, âdeta, bugünkü sultanlıkların, şeyhliklerin, başkanlıkların, meliklik, şeflik vs.  sistemleri altındaki yığınla diktatörlüklerin kabulü gibi bir mânâ ortaya çıkabilir..

Demokrasinin asırlardır bütün zulüm düzenlerine uygun bir fettanlık elbisesi halinde sunulduğuna dair yaklaşımımız, Ortadoğu ülkelerinde, müslüman halkların ensesine çöreklenip hüküm sürmekte olan rejimlerin teyidi, benimsenmesi veya kabulü mânâsında değildir..

Ortadoğu'nun ve bütün dünyanın müslüman halkları kendilerine, inançlarınca çizilen  (Yol Haritası'nı) takib etmek zorundadırlar, emperyalizmin dikte ettiği 'Road Map'leri değil..

Amma, yazık ki, bugün yüz milyonlarca Müslüman,  'sultan, şah, padişah, emîr, melik, şeyh, başkan, reis, lider vs.. denilen ve halkın inanç ölçüsüne göre değil, servet ve kuvvetine veya uluslararası entrikalara, güç dengelerine göre ortaya çık(arıl)mış ve çoğunun ortak niteliği kutsallaşmış /kutsallaştırılmışların, dokunulamazların, ulaşılamaz ve sorgulanamazların; söz ve eylemlerinin her birisi bir hikmet ve cevher gibi değerlendirilmek olan kişi veya kadroların gösterdikleri yönde şekillenmektedir..

Bizim inanç sistemimiz olan ve doğruluk anlayışımızın temel kriterlerini veren İslam'ın ilk dönem örneklerinde de görülebileceği üzere, akıl sahiblerini muhatab kabul eden bir inancın emrine girmiş bir akılla nasıl kurulacağının işaretleri vardır; ama, asırlar süren saltanat/zorbalık sistemleriyle; zer ve zora, servet ve kuvvete dayalı sistemlerle sosyal hayatın nasıl tanzim olunacağına dair saf örneklerden, maalesef çok uzak düşmüşüzdür..

Biz bugün başkalarının bize tahmil ettiği, yüklediği hayat tarz ve ölçülerinin pençesinde olarak hayatımızı düşe-kalka tanzim etmek durumundayız, yazık ki..

Ve yazık ki, inancımıza göre, kendi doğrularımıza göre kurulacak bir sosyal hayat tarzının ve idare sisteminin nasıl olacağı üzerinde bile henüz geniş kitleler halinde bir 'consensus'a, ortak rıza'ya dayalı çözüm yoluna sahib değiliz ve içimize, ruhumuzun derinliklerine kadar işleyen ve karşımıza bir kültürel mîras halinde çıkan devlet anlayışının düzeltilmesi için, neler yapılması gerektiği konusunda da, genelde, yine kurulu düzenlerin hâkim güçlerinin izni ve kriterleri içinde düşünmekten kendimizi dışarı çıkaramıyoruz..

Hâkim güçlerin koyduğu kuralların dışına çıkacak bir inkılabçı tavrı teorik olarak belki olsa bile, pratik planda ne yazık ki, hâlâ da ortaya koyamıyoruz. 

En sefil hayat, başkalarının istediği şekilde yaşanan hayattır..

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR