Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

Çık Git

Nisan 2001A+A-

-       Seni bugünler için mi büyüttük! diye çıkıştı baba. Üniversite kapılarında eylem yapıp, slogan atasın diye mi ha!

Delikanlı başını biraz daha öne eğdi. Ne kıpırdadı, ne yutkundu; öylece sustu. Baba öfkeden titreyen sesiyle sürdürdü konuşmasını:

-       Ekmeğin fiyatından haberin var mı senin? Eski köye yeni adet mi çıktı? Sana ne elin örtüsünden. Bırak herkes hakkını kendi arasın.

Sonra bitmek üzere olan sigarasına bir yenisini ekledi. Netameli bakışlarla oğlunu süzerken araya giren sessizliği annenin sitemkâr sesi bozdu:

-       Kolay mı getirdik seni bugünlere. Yemedik yedirdik, giymedik giydirdik; adam olasın diye elimizden ne geldiyse yaptık. Yine de...

Sözünü bitirmeden ayağa kalktı ve kime anlatıyorsun dercesine bir el sallayışla mutfağa yollandı.

Baba, bakışlarını ondan ayırıp, az önce yemek yedikleri masanın üzerinde proje çizimiyle uğraşan kızına dikti. Yüzündeki öfke bulutları dağılır gibi oldu.

-       Kardeşin kadar olamadın, diye içlendi. Bak o gecesini gündüzüne katıp okulunu bitirmek için çabalıyor. Seneye mühendis çıkacak... Eli ekmek tutacak! Ya sen!

Delikanlı, arkasına yaslanmaksızın iliştiği koltukta diken üstünde oturur gibiydi.

Göz ucuyla çizimle uğraşan kardeşine baktı. Genç kız, sanki evdeki tartışmadan, daha doğrusu, ağabeyinin yediği fırçadan bihaber yalnızca dersiyle meşguldü. Babasının sözlerinden çok, onun kayıtsızlığı yaralıyordu delikanlıyı.

Anne, elindeki çay tepsisiyle oda kapısında göründü. Önce kocasının çayını sundu itinayla; ardından kızının masasının kenarına bıraktı çay dolu bardağı; oğluna sıra geldiğinde beleşten bir şey veriyormuşcasına iğreti tuttu tepsiyi. Delikanlı çayı öylece sehpanın üzerine bıraktı. Gözlerini bardaktan yükselen buhara dikti. Buharlaşıp yok olmayı ister gibi.

Baba, çayından höpürtülü bir yudum alıp, nerede kalmıştık dercesine oğluna baktı. Arkasına yaslandı ve:

-       Biz gençliğimizde, diye başladı; vatan, millet, devlet aşkıyla doluyduk. Büyüklerimiz ne derse onu tutardık. Halen de saygıda kusur edeceğiz diye titreriz. Memleketin bunca derdi varken, bir de sizinle mi uğraşacağız yahu!

Memleket dertlen deyince, konuşma şevki birden azaldı babanın. Nasıl azalmasın, memleket dertleri bir değil bini bulmuştu. Son ekonomik kriz sebebiyle emekli maaşını alamadan bankadan eli boş dönmüştü bugün. Büyüklerine bugünler için mi itibar etmişti taparcasına. Nerede yanlış yapmıştı? Sesli bir la havle çekti. Oğluna mı yoksa, büyüklerine mi belirsiz...

O sırada, o ana dek işinden başını kaldırmayan genç kızdan küçük bir çığlık yükseldi:

-       Anne! Niye söylemedin çayı masanın kenarına bıraktığını! Projem mahvoldu.

Anne ve baba apar topar yerlerinden fırlayıp kızlarının yanında bittiler. Ama olan olmuştu bir kere. Genç kızın kaç gecedir üzerinde çalıştığı proje dökülen çayın gazabına uğramıştı. Anne sanki matah bir iş yapıyormuş gibi çizimin yapıldığı kâğıdı bir o yana bir bu yana sallamaya başladı,

-       Boşuna uğraşma anne! dedi genç kız. Hoca yüzüne bile bakmaz o projenin. Yenisini çizeceğim.

Kızın ağlamaklı sesi, ikisinin de içini parçaladı. Koltuklarına dönerlerken olaya zerre kadar ilgi göstermeyen oğullarına biraz daha içerlemişlerdi. Delikanlıyı ise bir gülme hissi sarmıştı. Kendini bıraksa esaslı kahkahalarla evi çınlatabilirdi. Fakat kendini tutmayı bildi. Canını yolda bulmamıştı.

Babanın canı sıkılmıştı iyice. Derin bir of çekip susmayı yeğledi. Kendince protesto ediyordu birşeyleri...

Anne, sessizliği fırsat bilip, güya yumuşak ama bir o kadar da şüpheci bir ses tonuyla:

-       Eğer, eylemlerine destek verdiğin o kızlardan birine gönlün düştüyse, dedi; onun için
oralardaysan; çekinme söyle. Gider isteriz. Böylece sen de rahatlarsın, biz de.

O ana kadar konuşmayan delikanlıda ilk kez bir kıpırdanma oldu. İyice koltuğun ucuna kayıp, ellerini kenetledi ve:

-       Niye anlamak istemiyorsun anne! dedi. Bu benim davam.

-       Nasıl bir davaymış bu? diye diklendi anne. Öyleyse sen de başını ört; bir de etek verelim sana kardeşininkilerden.

-       Başörtüsü Allah'ın emri. Tıpkı namaz, oruç, zekât gibi... Bunu savunmak da yalnız bayanların değil; bütün müslümanların görevi.

O ana kadar, ne halin varsa gör, misillemesiyle susan baba gür bir nidayla çıkıştı:

-       Para kazanıp, geçimini sağlamak da herkesin kendi görevi. Ama bak eşek kadar oldun; hâlâ benim ekmeğimi yiyorsun. Okulunu bitirmene ramak kala olacak şey mi bu yaptığın. Eğer yarın da sınavlara girmeyeceksen hemen çık git evimden. Hemen şimdi.

Odada buz gibi bir hava esti. Anne:

-       Yapma bey! Ne diyorsun, diyecek oldu; babaya söz geçmedi.

-       Çık git, diye yineledi. Çık git!

Genç kız, olanları ancak fark ediyormuş gibi başını projesinden kaldırdı ve ağabeyine baktı. O an göz göze geldiler. Delikanlının yüzündeki keder çizgileri, kardeşinin yüzündekilerle birleşti. Gözlerinde elveda dercesine bir bakış belirdi.

Baba, kuru bir öksürüğe tutuldu aniden. Öksürük anında bile, eliyle git işareti yapıyordu.

Delikanlı, ağır adımlarla odadan çıktı. Vestiyerden montunu aldı ve az sonra dış kapının sesi duyuldu.

Kendini şehrin karanlık bulvarlarına vurdu. Kuş gibi hafiflemişti sanki. Aklında ne babasının sözleri, ne de annesinin ağlamaklı yüzü vardı. İçini hüzünlü bir umut dalgası sarmıştı. Elerini ceplerine sokup, gecenin ayazına meydan okurcasına yürüdü uzun uzun. Varoluş serüveni hiç böylesine heyecanlandırmamıştı onu; bu tatlı düş, bu onurlu yürüyüş hiç son bulmasın istiyordu. Gökyüzüne pervasızca salınmış bir uçurtma gibi arşınlıyordu kaldırımları... Sıcacık yataklarında, yalancı düşlerin kollarında uyuyanları hiç kıskanmadı. Acı çekmek, böylesine diriltecekse imanı, asırlarca acı çekmeye, örselenmeye, Bilalî bir cesaretle kayaların altına uzanmaya razıydı. Karanlığın koynunda Rabble hemhal olmak, erdemin ta kendisiydi.

Böyle kaç saat geçti bilmiyordu. Şimdiden özlemişti yarını; yarın da onu özlemişti biliyordu.

Sabah ezanının okunduğu saatlerde ayakları onu bir öğrenci evine sürükledi. Çekingen bir edayla tıklattı kapıyı. Az sonra arkadaşı göründü kapıda. Uykulu gözleriyle, şaşkın şaşkın onu süzüyordu. Sıkılgan bir üslupla:

-       Evden kovuldum da, diyebildi.

Kapı ardına kadar açıldı. Arkadaşı buruk bir tebessümle onu içeri buyur etti:

-       Gir, dedi. Bu geceki ilk misafirimiz sen değilsin zaten...

* * *

Üniversitenin önü kalabalıktı her zamankinden. Delikanlı, bütün zindeliğiyle kalabalığın arasına karıştı. "Bugünkü konuşmayı sen yap" dediler arkadaşları. Oysa hitabeti kuvvetli değildi. Öyle ahım şahım cümlelerle konuşmayı bilmez, o çok bilmiş siyasilere benzeyeceğim diye aklı giderdi. Fakat, dili çözülmüştü bugün... İçinden geldiği gibi seslendi arkadaşlarına... Hava olabildiğince soğuktu... Umut ise sımsıcak...

Bir kardeşlik havası esiyordu fakültenin önünde "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir" ayetini teneffüs ediyordu genç yürekler. Özgürce yaşamanın bedeli, yiğitçe direnmekten geçiyordu. Ve tarih utanmayacağı bir zaptı daha tutuyordu.

Sınav saati yaklaştıkça daha bileyleniyordu herkes... "Ya hep ya hiç" sloganları arşa yükseliyordu. Delikanlı bir ara kalabalığın arasından kendine doğru yürüyen tanıdık bir çehre farketti. Önce öylesine, sonra dikkatlice baktı gelene... Kardeşi değil miydi bu?

Kalbi deli deli çırpındı. Onu ilk kez başörtülü görüyordu. Proje çizimlerinden başka bir şey düşünmeyen o kız?!..

Genç kız, mütebessim bir duruşla ağabeyinin karşısına dikildi.

-       Eve dönmeye cesaretim yok, abi dedi. Yanında bana da yer var mı?

Elini kardeşinin omuzuna attı delikanlı... Dudaklarından sıcacık bir:

-       Kardeşim, döküldü... KARDEŞİM!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR