1. YAZARLAR

  2. Hüseyin Ceyhan

  3. Bayramın Mübarek Ola!

Bayramın Mübarek Ola!

Mayıs 1996A+A-

Bir bayram günü. İçinde yaşadığımız zamanın ezikliğini bir kenara bırakmış pervasızca oyalanıyoruz. Adına eğlenmek dediğimiz şey ekseriyetle boş işlerle vakti amaçsızca harcamayı içeriyor. Eğlenmeyi, oyalanmak, bir yerde vakit geçirmek, beklemek manasında kullanır Anadolu insanı.

Bir kurban bayramı günü. Ufkun karardığı, uzaklardan top tüfek seslerinin tüm şiddetiyle yankılarını bize ulaştırdığı ve cephe gerisinde kendimizi güvende hissettiğimiz bir gün. İşte bir Kurban Bayramı daha. Tıpkı diğerleri gibi. Beş gün önce törenlere gidip bir bayramı eda eden çocuklar, bugün ise içerik itibariyle farklı olmayan bir diğerini eda etmekteler.

Kutsiyet ancak ailelerin periyodikleşen içki partilerinde aranır olmuş. İşte, yine öyle bir gün, körpecik yavrular daha üç yaşında, beş yaşında, şen şakrak koşuyor, oynuyor, eğlendiriliyorlar. Masadan gelen gürültüler, fıtrata aykırılığın yarattığı bir çarpıklıkla biraz daha büyük olanları müteessir kılıyor. Yüzler buruşurken, tiksintili bakışlar o çocuk kalbinin saflığıyla yadırgadıkları aykırılığı ailenin şahsında anlamlı kılmaya çalışıyor. Kültürü seyrelten, arı kovanı gibi, bir karınca yuvası gibi küçücük dünyalarda yaşayan milyonlarca insanın evine giren, bir ailenin oluşumunda yokluğu artık düşünülemez olan televizyon, içinden ışık sızan her evde insanları kuşatıyor, ipini insanların ellerine tutuşturarak, insanları bağımlı hale dönüştürüyor. İşte bir bayram gecesinin ilerleyen saatlerinde, insanların zihnindeki bayramla bütünleşen eğlence programları. Tüm çıplaklığı ile şirkin, iffetsizliğin, ahlaksızlığın, namussuzluğun propagandası yapılırken, eğlendirilen körpe, kirlenmemiş yavrucakların zihinleri allak bullak bir şekilde yıkıma tâbi tutuluyor.

Bir tanesi onüç yaşında, bir diğeri onbeş. Misafir olmanın utangaçlığı ile kenarlarına çekilmiş, bir yandan tiksintiyle masadan sızan ağır kokunun birinden uzak kalmaya çalışırlarken, diğer yandan genç kızlığa yeni adım atıyor olmanın verdiği iffet duygusuyla bütün gözlerin üzerine çevrili olduğu televizyonda kıvırtan dansözden hicab duyarak yüzlerini çeviriyorlar.

Zamanı donduran, tüyleri ürperten bir telefon zili. Gecenin bu saatinde! Sesin tonu ciddileşir, durgunlaşırken bir tereddüt kaplıyor yürekleri. Hayrola? Ne oldu? Kim arıyor? Nasıl olmuş? Gecenin bu saati, vakitsizce... Bir yakınları ölmüş. Ne yapmalı, ne yapılabilir bu saatten sonra? İçki kokan ağızlarda "Allah rahmet eylesin!" duaları.

Zavallı çocuklar, çiçekler.

Masanın üzerinde yığılmaya başlayan içki şişeleri bayramı kutlayan büyükler tarafından boşaltılırken, "Ölünün şerefine içiyorlar herhalde!" diyor çocuklardan, çiçeklerden bir tanesi. Buruk bir şekilde yüzünü önüne eğiyor, utanıyor olsa gerek ana babasından. Kızgın, hiddetli bakışlar lanetlenmesine masaya çevrilirken, on-onbeş dakika süren ölüm mevzusu en sonunda birinin "Aman, lütfen! Öldüyse öldü, ne yapalım yani. Ölenle de ölünmez ki canım!" sözleriyle nihayet buluyor.

Kahredici bir an. Bu kadar mı duyarsızlaştı, insanoğlu?

Diğer çiçekler, daha yeni açılan o körpe çiçekler, sağa sola sendeleyen, gözlerinin etrafını halkalar çevrelemiş dinazorların kolları arasında çocukluğun, sevecenliğin tadına varmaya çalışıyorlar. Daha çok ufaklar yanlışı anlamaya.

İnsanlar özgür değiller. Ancak kendilerini çevreleyen duvarların içinde özgürce düşünebilmeye başladıklarında kendilerini kuşatan bağımlılık zincirlerini zihnen yıkabiliyorlar. Çok az insan Allah'ın arzının genişliğini farkedip, kendini kurtarma yoluna başvuruyor.

Bir işaret çakıyorum büyük olana. Bak, diyorum, şu kitabı görüyor musun? Eğer gerçekten hakikati bulmak, öğrenmek, onu yaşamak istiyorsan, işte şu kitaba sarıl! O hidayet kaynağıdır. O bu dünyada yaşarken ve öldükten sonra sana gerçek mutluluğu tattıracaktır. O doğru ile yanlışı birbirinden ayıran bir ölçüdür, Sonunda pişman olacağın bir güne karşı senin için şimdiden bir uyandır. Akıllı ol. Dinazorlara tâbi olma. Hümanist olmak, göreceli bir iyilik anlayışına sahip olmak, kısır bir başkaldırının, çelişkiyle dolu bir yaşantı... Bunlar tatmin edici şeyler değildir. Bunlar insanı kurtarmaz. Hayat değerler bütünüdür, kenetlenmiş, sımsıkı birbirine bağlı, şüpheyi içermeyen, çelişkiler barındırmayan bir zihinsel yapı öngörür. Hayatta ilkelerin olmalıdır.

Gerçekten şu sonsuzluk aleminde gelip geçici hevesler, ufak tefek başkaldırmalar, duyguların ötesine geçemeyen, duyguların sürekli kendisine ket vurduğu idealler, bunlar, bu sonsuzluk arzusunu tatmin edemez. Biraz ciddi, biraz samimi olalım. Kendimizce bir takım şeylerin doğruluğuna kanaat getiriyorsak, bunda tutarlı olalım. Fıtratımızı bozmayalım ve kendilerine tiksintiyle bakılacak insanlar durumuna düşmeyelim.

Ne kadar garip ilk söylediği şey. "Eğer hakikaten O'na uyacak olursam, başımı örtmem gerekir mi?"

Kızım dedim. Dert, başını örtme derdi değil. Allah'a tâbi olma derdi. Ya Allah'ı kabul edecek, O'na tâbi olacaksın, ya da inkar edeceksin. Ya Allah'ın dinini yaşar, içinde ebedi kalacağın cennete girersin, ya da dinazorlara tâbi olur, içinde temelli kalacağın cehenneme gidersin. İnanıyorum demekle, ben de müslümanım demekle kendini kurtaramazsın. İnanmak yaşamaktır, itaat etmektir, bunun aksini yapmak müşrikliktir.

Ya da bir başka deyişle Allah'a inanıp dinazorlara tâbi olmaktır. Çok sert giriyorum konuşmaya.

Silkiniyor, titriyor, bir ürpertiyle başını sallıyor. Kitabı eline alıyor ve en azından gidene kadar okumak istiyor. Giderlerken, al diyorum. Ödünç veriyorum, ama okuyacaksan. İki sene sonra geri verirsin.

Sükunet, huzur... Nereye kadar?

Dinazorları aşmak kolay mı zannediyorsunuz?

Ama bugün Kurban Bayramı!

İsmail kurban-olur da, dinazorlar kurban olmaz mı?

Diyorum ki, kızım bu din kurban olarak İsmailini ister. Kes ki kurbanını, bayram yapasın!

Bayramın mübarek ola!

Kurban, bizi Allah'tan uzaklaştıran, O'nu anmada karşımıza engel olarak duran her şeyin kesilmesidir. Tüm bunlar kesilmezse, kurban, kurbanlıktan çıkar, kasaplığa dönüşür. Kurban edecek çok şeyimiz var. Bir iğretidir yaşantımız, pisliğin içinde temiz kalmaya çalışan. Pislik size de en zayıf noktanızdan nüfuz etmektedir. Nefislerimizde ilahi otoriteyi sağlamlaştırmadıkça, ilahi özgürlüğe ulaşmak Çok güç. Allah'a sığınmadıkça, Allah'tan korkmadıkça, Allah'a teslim olmuş sayılmayız.

Zor bir geçiş, yıkılması güç duvarlar!...

Yoksa Allah'a teslim olmanın şuuruna mı varamadık?

Yoksa dünya hayatının azgınlığı, hesap gününün dehşetinden daha mı etkili?

Yoksa cephe gerisinde kendimizi cennetle müjdelenenlerden mi görmeye başladık?

O halde seni Allah yolunda cihad etmekten alıkoyan şey nedir? Hangi şey seni, hayatı ve ölümü hep alemlerin rabbi Allah için olan kimseden farklı kılıyor?

-"Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahi-rette ise çetin bir azab, Allah'tan bir mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir" (Hadid 20).

O halde hangi şey seni Allah'ı anmaktan alıkoyuyor?

Aklı başında bir insan bile bile ateşe yürür mü?

Yo, andolsun şu terk edilmiş Kur'an'a ve O'nunla indirilene ki, insanoğlunun çoğu, dünyanın süsünü, eğlencesini hesap gününün mükafatına tercih ediyor. Çünkü insan gündelik yaşıyor. Dün yok onun için ve yarın da olmayacak. Tamahkârlığı bu gününü sağlama almak içindir. Çünkü:

"Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer Allah'ın yanındadır" (Al-i İmran 14)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR