1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Ayrıştırıcı Bir Kimlik: Milliyetçilik

Ayrıştırıcı Bir Kimlik: Milliyetçilik

Kasım 2019A+A-

Zannedersem 1960’larda işçiler arasında bir araştırma yapılmıştı. Araştırmayı yapanlar sol tandanslı akademisyenlerdi. Ucu açık bir soru soruyorlardı: “Bunlardan hangisi ile kendinizi tanımlarsınız: İşçi, memleketli, Türk, Müslüman.” Deneklerin yaklaşık %90’ı kendini “Müslüman” olarak tanımlıyordu. Sonra memleketli, Türk ve işçi olduğunu beyan ediyordu. Çalışmanın sonucunda şu çıkarıma varılmıştı: “Türkiye’deki işçilerde sınıf bilinci yok. Sosyal ve sendikal haklar istiyorlar ama kendilerini devrim yapacak proletarya görmüyorlar. İşçiler için en değerli kimlik Müslümanlık. O halde yapılması gereken şey onlara bilinç aktarmak.

Bu ve benzeri veriler bir doktrin olarak milliyetçiliğin toplumun bilincinin mihverinde olmadığı fikrini verebilir bize. Yine de milliyetçiliği hafife almamalı. Milliyetçilik önemli bir konu ve Türkiye’de özellikle İslamcı kesimin bu konuyla yeterince yüzleşmiş olmadığını düşünüyorum. Üzerinde yeterince muhasebe yapılmış da değil. Bu öyle bir doktrin ve duygu ki -duygu tarafı hayli önemli- liberal, Marksist veya Müslüman da olursunuz yine milliyetçisiniz. Doktrin düşüncenize siner. Elle tutulmaz, gözle görülmez. Teneffüs ettiğiniz havaya sinmiştir. Milliyetçiliğe karşı olduğunuz halde yine de milliyetçisiniz, milliyetçi reflekslere sahipsiniz.

Sıradan Müslüman kolayca milliyetçi olabilir, trajik olanı İslamcının da milliyetçi olması. Bu doktrin girdiği kabın rengini alır. Çizdiğim çerçevede aralarında bazı farklılıklar olsa da “ulusalcılık ile milliyetçilik” mevzuunu aynı anlamda ele alacağım.

Evvela konunun tarihi ve teorik kısmı üzerinde durmak istiyorum. Konuyu anlamak bakımından bu önemli. Doktrin modern zamanlarda formüle edildi ama insanoğlunun kadim bir aidiyet veya mensubiyet duygusuna karşılıktır. Farklı tarihsel dönemlerden ve değişim aşamalarından geçmişse de milliyetçilik hem duygu ve aidiyet hem de doktrin olarak varlığını sürdürüyor. Haliyle doktrini besleyen önemli faktörler söz konusu, belki öncelikle bunlara işaret etme zarureti var.

1648 yılında imzalanan Vestfalya Antlaşması Batı tarihinin dönüm noktalarından biridir. İlk defa “milli/ulus devletler” bu anlaşma ile meşruiyet kazanmış oldular. Bu anlaşmanın üç önemli maddesi var:

1) Sınırları belirlenmiş her toprak parçası üzerindeki milli devletler tanınacaktır. Bu madde ile milli/ulus devlet artık tarih sahnesine çıkmış bulunuyor.

2) Farklı mezhepler -karşılıklı olarak- tanınacak, fakat “kimin toprağı onun dini” prensibi esas alınacaktır. Kantonlarda geçerli din, kantonun prensinin tercih ettiği dine/mezhebe göre belirlenir. Halen İsviçre’de eskisi kadar geçerli değilse de bu anlaşmaya göre bir prens Katolik ise o bölgede Protestanlık geçerli olmayacaktır. Resmî din Katoliklik olacak, Protestanlar yaşamayacak, onlar Protestan prensin yaşadığı bölgeye gideceklerdir. Antlaşma birden fazla dinin ve birden fazla mezhebin aynı toprak üzerinde yaşamasına imkân tanımıyor. İlk defa tanıdığı önemli bir imkân var ki o da farklı bir mezhebi kabul etmiş olması. 1648 yılına kadar Vatikan Kilisesi, Martin Luther isminde bir adamın dünyaya geldiğini kabul etmiyordu. Bu antlaşma ile farklı mezhepler tanınmış oluyordu.

3) Milli devletler Avrupa’nın dışında birbirlerine karşı centilmence davranacaklardı. Bunun manası şuydu: Eğer Hollandalılar bir yerde hâkimlerse İngilizler oraya göz dikmeyeceklerdi. Ama İngilizler Güney Afrika’da hükümran iseler Fransızlar ve Hollandalılar oraya girmeyeceklerdi.

1648 yılı itibariyle milliyetçilik tarih sahnesine çıkmış oldu. Bunun önemli sebeplerinden biri imparatorlukların dağılması ile beraber feodalitenin ortaya çıkması ve feodal beylerin kendi hâkimiyetlerini pekiştirmek üzere birtakım girişimlerde bulunmaya çalışmalarıdır. Prensleri veya küçük beyleri rahatsız eden güç kilisedir. Çünkü o güne kadar Avrupalılar kendilerini Hristiyan olarak, yani dinleri üzerinden tanıtıyorlar. Germen bir insana “Sen kimsin?” diye sorulduğunda “Katolik’im” derdi. Prenslerin veya kralların hâkimiyetleri altına aldıkları topraklara sınır çizmelerinden sonra Avrupalılar kendilerini Germen veya Frank olarak ifade etmeye başladılar. Bunu sağlayan önemli konu, toprağın sekülerleştirilmesi dediğimiz gelişmedir. Tarihte vatan fikri “toprağın sekülerleştirilmesi” sonucunda ortaya çıkmış oldu. Vatan toprağı sekülerleştirilince, milli devlete sağlam zemin hazırlandı. Prens, bu sayede toprağı işaretleyip “Burası laik ve seküler bir yerdir.” diyerek toprağı kendi hâkimiyeti altına alıp millileştirebildi. Bunun manası şu ki artık toprak papanın ya da kilisenin hâkimiyeti altında değildir. “Vatan haline getirilen” veya “vatanlaştırılan” toprak üzerinde papa ve kilisenin değil, kralın hâkimiyeti söz konusudur.

Belirtmek gerekir ki öncesinde ne doğuda ne batıda böyle bir şey yoktu

Vatan fikri, toprağın hâkimiyetinin kilisenin kontrolünden çıkarılması sonucu ortaya çıktı. Sahneye çıkışını sağlayan ana faktör dolayısıyla “milli/ulusal” olan ile “dinî olan” çatışma halindedirler. Vatan Arapça bir kelimedir, kökeni itibariyle kuşun uçuş sahası içerisindeki alana işaret eder. Yani kuşun aşina olduğu yer vatandır (tavattun). Rahmetli annem İstanbul’a geldiğinde, “Burada ölecek olursam beni buraya gömmeyin, vatanıma gömün.” derdi. “Vatanın neresidir?” diye sorduğumda da “Savurkapı mahallesi” derdi. Mardin bile değil, doğup büyüdüğü ve yaşadığı mahalle onun vatanıydı, çünkü hayatta oraya tavattun etmişti. Suriye’de Hafız Esed katliam yaptığında, Lübnan’a İsrail saldırdığında annem “Nasıl oldu da bu zalimleri başa getirdik?” der, Suriye’yi, Lübnan’ı diğer birçok yer gibi bizim görürdü. Milli sınırların çizilmesinden sonra, erzak ve teçhizatlarıyla hacca gitmek üzere yola çıkan iki Adıyamanlının sınırda askerin “Pasaportunuz nerede?” sorusuna “Pasaport çiye?” diye hayretle ve soruyla karşılık vermeleri meşhurdur. Onların algılarına göre pasaportları kelime-i tevhid idi ve hac ibadetini yerine getirmek üzere Dâru’l İslam’da sefere çıkmışlardı.

Zamanla vatan fikri kültürel hayata da egemen olmaya başladı. Vatan fikrini motive eden iki şey vardır. Bunlardan biri bayrak, diğeri marştır. Bayrak ve milli marş vatan fikrinin duygusal boyut ve kök salmasını sağlar. Bütün milli devletlerin bir bayrağı ve marşı vardır. Ve bütün milli devletlerin kurucu şablonları aynıdır.

Milliyetçiliği ortaya çıkaran diğer bir unsurda ekonomi, eğitim ve hukukun merkezileşmesidir. Türkiye’de bakanlıklardan sadece iki tanesinin başında “milli” kelimesi var: Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı.

Hükümranlık/egemenlik peşinde koşan biri veya birileri (zümre, sınıf, hanedan) kendi sınırlarını tayin ederken bir ordu da ihdas eder. Feodalitenin sonuna doğru krallar, diğerleriyle rekabet ve yeni yükselmekte olan sınıfı korumak amacıyla ordulara ihtiyaç hissettiler. Çünkü ancak bir ordu yeni sınıfın çıkarlarını ve rekabet gücünü koruyabilirdi. Cemaatlerin dağılması ve birey fikrinin ortaya çıkması milliyetçiliği besleyen önemli bir faktördür. Bireyle beraber “vatandaş” ya da “yurttaş” kavramları da sahneye giriş yapmış oldu. Birey toplumun bir üyesi fakat siyasi olarak belli bir devletin bağlısıdır aynı zamanda. Birey tek başına bir şey ifade etmez onun aynı zamanda ara korunak veya bağ olan gruplardan önce devlete bağlı bir yurttaş olması icap eder. Yurttaş bireyin siyasi formasyonudur. Kimi Müslüman yazarların bireyi o kadar kolayca içselleştirmeleri beni her zaman hayrete düşürmüştür.

Milliyetçiliğin önemli vasıflarından biride teritoryal olmasıdır. İslam hukukçuları “vatan” kavramı yerine “dâr” ifadesini kullanmışlardır. Dâr, evdir fakat insanın eve/dâr’a aidiyetini İslam diniyle ilişkilendirmişlerdir. Bu konuda en isabetli içtihadı Ebu Hanife yapmıştır. Ona göre Müslümanların dâr’ı İslam’ın hukuki düzen olarak tatbik edildiği yerdir. Nüfusunun yüzde 99’u gayrimüslim olsa da eğer orada İslam hukuku uygulanıyorsa, orası Dâru’l İslam’dır. İmam Şafii ise mevzuyu askerî ve siyasi hâkimiyete bağlamış, bir kere bir toprak parçası Müslümanların hâkimiyeti altına girmişse, o yer -ellerinden çıkmış olsa da- kıyamete kadar İslam diyarıdır, demiştir.

İslam, diğer aidiyetleri, kimlikleri kendi kazanına atıp eritmez. Tarihî tecrübemiz bunun kanıtıdır. Modern ulus devlette aidiyet, kimlik toprağa bağlıdır. Bazıları da yurttaşlığı kana endekslemişlerdir. Genel olarak benimsenmiş kimlik, yerel ve yöresel kimlikleri ve dinî cemaat birlikteliklerini tasfiye etmeye çalışır. Kısaca milli bir devletin kurulduğu yerde yerel ve yöresel kimlikler önemini kaybeder. Çünkü ulus devlet eritici bir kazan gibidir. Eritici bir kazan gibi olması nedeniyle bu tarz kimlikler eriyerek kaybolurlar. Evrensel kimliklerde anlamını kaybeder. Örneğin Batı’da Hristiyan kardeşliği, İslam dünyasında ümmet fikri anlamını kaybeder. Milli/ulusal olan tabiatı gereği “sivil” olamaz, milli olanı devlet icat ve inşa eder. Dine ait olan hikmet ve irfandır, devlete ait olan “milli/ulusalkültür”dür. Bu açıdan “İslam kültürü” denemez, “İslam irfanı” denir. Çünkü devletin ürettiği ve empoze ettiği kültür, sekülerdir, yaygın ve örgün eğitimle empoze edilmiştir.

Diğer önemli bir özelliği yasamanın meclise devredilmesidir. Buna göre egemenlik artık papaya, kiliseye, İncil’e, Kur’an’a veya Allah’a ait değil meclise aittir. Çünkü egemenliğin en önemli unsuru yasa çıkaran organın teşekkül etmesidir. Diğer önemli bir özelliği, benimsenmiş tek bir kimliğin başat kimlik olup diğerlerini bastırmasıdır. Kurucu irade bir kimlik seçer, bu kimliği dominant hale getirir. Herkes bu kimliğin içerisinde yer almak durumundadır. Bunun da iki versiyonu var: Milli devlet gevşek markaj modeli benimsemişse, kendilerini kamusal alanda ifade etmemeleri kaydıyla özel alanda öteki kimliklerini sürdürmelerine izin verir. Buna izin verse de diğer kimlikler “öteki kimlikler”dir. Örneğin baskın olmayan farklı bir kimliği olanın sokakta şarkı söylemesine, kültürel faaliyet yürütmesine karşı çıkmaz ancak o kimliğin anadilde eğitim yapmasına da izin vermez. Kamusal alanda da o dilleri kullanmaz. Sıkı markaj yöntem seçilmişse, bu tür faaliyetlere özel alanda dahi izin verilmez.

Seçilmiş kimlikler homojen olmaz. Ülkeden ülkeye bölgeden bölgeye değişebilir. Mesela kan bağına dayalı kimlik seçiminin tipik örneği Almanya’dır. Alman anayasasına göre dünyanın neresinde doğarsa doğsun, Alman aileden doğan bir çocuk anayasal olarak Alman vatandaşıdır. Ya da toprağa bağlı bir kimlik olur, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi. Bizden bazı hanımlar hamileliklerinin son haftalarını Amerika’da geçirirler, doğan çocukları Amerikan toprağında doğduğu için ABD vatandaşı olur. Ya da dine dayalı resmî kimlik belirlenir, Pakistan gibi İslam kimliğini benimsemiştir. Pakistan, kurucu ideolojisi İslam olan ilk milli devlettir. Mezhebe dayalı kurulan milli kimliğe örnek İran gösterilebilir. İran anayasası Şiiliği kurucu kimlik kabul etmiştir; cumhurbaşkanının Şii olması şartını getirir. İran İslam devriminden sonra Hikmetyar, Afganistan İslam Cumhuriyetinin resmî mezhebinin “Hanefi” olacağını söylüyordu. Yine Suudi Arabistan’ın Vehhabiliği kurucu ideoloji olarak seçmesi mezhep temelli milli devlet olduğunu göstermektedir.

Milli/ulus devletin tarih ile de desteklenmesi ve temellendirilmesi gerekmektedir. Türkler, Araplar, Farslar, Avrupalılar hepsi kendilerine yepyeni bir tarih inşa ettiler. Şu anda Süryaniler ve Kürtlerde kendilerine bir tarih yapıyorlar. Hemen hemen bütün milli devletler tarihe başvurduklarında kendilerine köken bulmak için ya tarihi tahrif ederler ya da kendileri tarih oluştururlar. Ulusun yüceltilmesi de yine milli devletlerin sık olarak yaptıkları bir durumdur. Milletinin ne kadar iyi, müstesna ve biricik olduğunu, düşmanlarla çevrili bulunduğunu anlatıp dururlar. Çünkü milli devletlerin su ve hava kadar düşmana/ötekine ihtiyaçları vardır. Alper Görmüş’ün söylediği gibi “Milli-ulus devletin herhangi bir konuda haksız olma, yanlış yapma ihtimali yoktur.

Kişi eğer milliyetçi ise milleti, demokrasi taraftarı ise halkı yüceltir. Her ikisi de aynı kapıya çıkar. Peki, hak ve hakikat, hukuk ve adalet, yüksek ahlak ve manevi erdemlerin kaynağı/referansı millet veya halk olabilir mi? Benim doğru yönetim “Allah’ın muradına ve halkın iradesine dayalı olandır.” dediğimden farklı bir durumdur bu! Halkın iradesi, kendisinin de üstünde bir iradeye tâbi değilse, demokrasi devleti ve toplumu yozlaştırıp çürütür. Trump’ı, Putin’i veya Netanyahu’yu seçen halkın iradesinde hak ve hakikat, hikmet ve adalet mi tecelli etmiş oldu? Hayır! Sadece “Nasıl iseniz, öyle yönetilirsiniz.” kaidesi hükmünü icra ettirdi? Yani Trump’ı, Putin’i ve Netanyahu’yu seçen halk, onların yaptıklarından sorumludur. Hitler’in halk tarafından seçildiğini unutmak mümkün mü?

Tanzimat devrinde aydınlar “ulus”a karşılık “millet” kelimesini seçtiler. Tabi ki yanlış bir seçimdi bu. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “millet” kelimesi “din ve şeriat manası”nda kullanılır: Milleta İbrahima hanifyfe / İbrahim’in hanif dini.” Kelime, belli bir dine, peygamberin vazettiği şeriata tabi olmayı ifade eder. Bunun en tipik örneği Yusuf Suresinde, Hz. Yusuf’un, Mısırlılara: “Ben bir kavmin milletini terk edip geldim. (Teraktü millete kavmin.)” demesidir. Buradaki ‘millet’ şeriat, din manasında kullanılmıştır.

Önemli bir nokta da şu: Millet devlet tarafından inşa edilir. Milli olan her şey devlete aittir. Mussolini Roma’ya girdiğinde der ki: “Ordumuz Roma’ya girdi. Şimdi ordumuzun bir devlete, devletimizin de bir millete ihtiyacı var.” Bu cümle bütün milli devletlerin kurucu düşüncesidir.

Milliyetçiliğin fıtri bir tarafı vardır. İnsanı en zorlayan tarafı da bence budur. Kavimlerin en ağır imtihanı milliyetçiliğe karşı takındıkları tavırda belirlenir. İlkin, özü itibariyle milliyetçilik bir asabiyet, bir dayanışma duygusuna dayanır. İkincisi çatışmacı ve rekabetçi bir ideolojidir, tarihin milletlerin çatışmasına dayandığını iddia eder, bu yüzden tabiatı gereği ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve çatışmacıdır. Her durumda bir “öteki”ye ihtiyacı var. İnsanoğlu, yaratılışı ve imtihan oluşunun icabı olarak ihtilaf eden bir varlıktır. Milliyetçilik ihtilaf eden insan tabiatının bu yönünden azami derecede yararlanır; amaç mutlak üstünlük olduğundan başkalarının hak ve hukukunu ihlal etmeyi “milli/ulusal çıkar”ın gereği sayar. Böylece hak ve hukuk ihlali masumlaşır, hatta “ulusal/milli ahlak” olur. Kur’an-ı Kerim, “günah ve düşmanlık” üzerinde değil, “iyilik ve takva (hak ve hukuk)” üzerinde “dayanışma (teavun)” kurulmasını emreder. Milliyetçi veya milli/ulusal iseniz, siz her durumda, herkese karşı ve kategorik olarak haklısınız; aksini düşünen milli çıkara ihanet etmiş olur.

Diğer önemli tarafı duygulara hitap ediyor oluşudur. Milli/ulusal söylem tümüyle retoriktir; tefekküre, analitik düşünceye dayanmaz. Duygular olabildiğince ön planda yer alır, kitle psikolojisi tahrik edilir. Tamamen ırka dayalı milliyetçilik Nazilerde ortaya çıkmıştır. Hem ırk hem din temelli milliyetçiliğe İsrail’i örnek verebiliriz, coğrafya temelli milliyetçiliğe örnek olarak da Anadolu milliyetçiliği veya Suriye milliyetçiliğini örnek verebiliriz. Suriye milliyetçiliği Büyük Suriye hedefine yöneliktir ki bu da Ürdün, Lübnan ve Filistin’i içine alan Bilad-ı Şam’dır. Her milli devletin “büyük olma” ve başkaları üzerinde hükmetme hedefi vardır.

Kimlik Nedir?

Kimliklerin iki şekilde oluştuğunu söyleyebiliriz: Kişi ya doğuştan kimlik sahibidir ya da sonradan bir kimlik edinmiştir. Doğuştan olan kimliklerde ırk, etnisite, ten rengi ve cinsiyet belirleyicidir. Bu türden kimliklerin temeli ontolojiktir. Ontolojik kimliklere göre bir temellendirme veya ayrıştırma yapmak İslam bakış açısından caiz değildir. Bunlar batıl ideoloji ve doktrinlere mesnet teşkil ederler. Bunun tipik misali İblis’in, Âdem’in yaratılışında ona ruh üfürülmesinden, isimlerin öğretilmesinden ve yeryüzüne halife olarak atanmasından sonra Cenab-ı Hakk’a yaptığı itirazdır: “Beni ateşten, onu topraktan yarattın, ateş toprağa üstündür, dedi.” Burada İblis’in vurguladığı şey maddi cevherdir. Oysa Âdem’i farklı kılan şey mayası olan toprak değil, ona ruh üfürülmesi, isimlerin öğretilmesi ve yeryüzüne halife seçilmesidir. Irkınızı, toprağınızı, renginizi, cinsiyetinizi mutlak üstünlük olarak öne sürdüğünüzde İblis’in tuzağına düşmüş olursunuz.

Edinilen kimlikler ise iradidir. Mesela kişi Müslümanken Hristiyan, ateist iken Müslüman olur vs. Meslek sahibi olması gibi, doktor, avukat, mimar olur. Siyasi bir görüş edinir; liberal, solcu, milliyetçi, İslamcı olur. Şehir kimliği olabilir, kendini şehir üzerinden tanımlar. Geleneksel olarak toplumlar kendilerini şehir üzerinden tanımlar ve tanıtırlar. Birde doğal olan, İslam tarafından reddedilmeyen kimlikler var: Aile, aşiret, kabile, kavim, halk gibi. Bunların üzerinde bunları da kapsayan bir şemsiye var. Bu, İslam’ın bize üyesi olmaya davet ettiği “ümmet”tir. Mevcut durumda Müslümanların ümmet olmaması, ümmetin hakikatine ve değerine gölge düşürmez, Müslümanların gafletine ve bilinç bulanıklığına işaret eder.

Peki, bir Müslüman, kimlik olarak kendine neyi seçer? Hiç tereddütsüz, şeksiz şüphesiz Müslümanlığı seçer. Çünkü Kur’an’da buyurulur ki: “O, sizi Müslüman olarak isimlendirdi.” Cenab-ı Hakk’ın bize verdiği isimden daha şereflisi yoktur. Dolayısıyla bu ismin üstünde ve önünde daha şerefli bir kimliğe, isme ihtiyacımız yoktur. Nihayetinde olacak olan bidayette olmalıdır. Eğer mahşerde Müslüman kavim ve ırkların tamamı Muhammed (s) ümmetinin bayrağı altında toplanacaksa, şimdi de o topluluğu oluşturmalıdırlar, tıpkı hacıların Arafat’ta bilumum yerel/yöresel ve ulusal/milli kimliklerini otelde bırakıp ihram giyerek mahşerin provasını yapmaları gibi.

Peki, bu kimliklerde bir aşınma var mı?

On yıl öncesine kadar bugünkü gibi bir milliyetçilik yaygın değildi. Son zamanlarda gittikçe “yükselen bir milliyetçilik” algısı var. Bunun önemli bir sebebi, 90’lardan bu yana küresel düzeyde uygulanmakta olan liberal kapitalizmin bölgeler, sınıflar ve ülkeler arasında yarattığı büyük eşitsizlik; belli zümreler dışında kalan ana kitlelerin dışlanması, horlanması; diğeri modern bilimin biyoloji, fizik ve epistemolojide ortaya çıkan ve giderek ürkütücü boyutlara ulaşan belirsizliğe tatminkâr cevaplar verememesi. İşte tam bu atmosferde halk kahramanlığına soyunan, elitlere ve iktidar seçkinlerine meydan okuyan popülist kişiler liderlik koltuğuna geçme imkanı ve fırsatı buldular. Adaletsiz, eşitsiz ve duyarsız sisteme düşmanmış gibi meydanlarda bağırıp çağıran bu liderlerin öne çıkaracağı söylem doğal olarak milli/ulusal olacak; kitleleri kültürel olarak lümpenleştirecek; kutuplaştıracak, ötekileştirecek, kitlelerin hıncını, kızgınlığını köpürtecektir. Bugün yükseldiği öne sürülen milliyetçilik bundan ibarettir.

Bu, geçici bir süreçtir. Milliyetçiliğin temelinde ulus devlet yatar. Modern ulus devletlerin kendileri öteden beri yapısal olarak ciddi zaaf içinde yaşıyorlar. Milli devletleri zaafa uğratan üç önemli faktörden söz edilebilir:

Birincisi, yerel ve yöresel kimliklerin aşırı vurgu ile ortaya çıkmaları; kendi kimliklerini savunurken çok ısrarcı olmaları. Örneğin Türkiye’de Kürt ve Alevi meselesi bir kimlik meselesidir. Küreselleşmenin eritici kazanına karşı yerel-yöresel kimlik bir varoluş sığınağı işlevi görür.

İkincisi, bölgesel entegrasyonların Avrupa Birliği, NAFTA gibi oluşumların ortaya çıkması milli devletleri zorluyor.

Diğer zaaf da küreselleşmenin kendisi. Ekonomi, bilgi, iletişim, ulaşım teknolojileri, sosyal medya alanında gerçekleşen gelişmeler, dış sermayeye duyulan ihtiyaç; zevklerin, giyim kuşam ve eğlence kültürünün küreselleşmesi milli devletleri zorlamaktadır. Milli devletlerin küreselleşme karşısında direnmeleri oldukça düşük bir ihtimaldir. Örneğin Japonya’daki bir ekonomik dalgalanma Türkiye’yi ya da Türkiye’deki bir siyasi olay, Asya borsasını etkileyebilmektedir.

Küreselleşme öyle bir etki yarattı ki bilimde, fizikte ve epistemolojide belirsizlik oluşturdu. İşin trajik yanı küreselleşmenin aktörü de bilinmiyor. Biz kendimiz aktörler oluşturuyoruz. Kim bu Amerika? Amerika’yı etkileyen kim? Petrol şirketleri misilah tüccarları mı medya mı borsa mı? Kim? Kimse kim olduğunu bilmiyor. Bir belirsizlik hali içerisinde süreç devam ediyor. Milli devletlerin bu süreçte zaaf geçirmeleri mukadderdir. Milliyetçilik bu üç tehdide fikir ve bilgiyle değil, duygu ve nefretle karşı koyabilir ancak. Bu ise milli devlet içinde hapsolmuş kitleleri patalojikleştirir.

Milli devletin en önemli motivasyonu egemenliktir. Devlet, yerel/yöresel kimlik talepleri, bölgesel entegrasyonlar ve küreselleşmenin dayatmaları karşısında egemenliğin bir kısmını devretmek zorunda kalıyor. İşte milli devleti zaafa sürükleyen şey de bu. Devlet, ya egemenliğinin en azından bir bölümünü bir küresel şirkete ya da bölgesel entegrasyona devretmek durumundadır. Örneğin AİHM, siz bir yasa yaptığınız zaman yasanın geçerliliğini size sorgulatabilir. Mesela Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı yasa veya anayasa yapamazsınız.

Peki, nereye gidiyoruz?

Bir durum tespiti yapalım: Pozitivizm çökerken yerini nihilizm alıyor. Maalesef hâlâ dünyanın düşüncesini ve tarihini Batı belirlediği ve dünyaya hâkim olduğu için pozitivizm çökerken yerine başka bir şey ikame edilemiyor, nihilizm yaygınlaşıyor; tüketim kültürü, bedenin istekleri her şeyin önüne geçiyor; amaçtan ve anlamdan yoksun bir dünyada felsefi / doktriner olmayan bir materyalizm gelişiyor. Neredeyse bütün din mensuplarının fiilen içine dâhil oldukları materyalist bir evrende yaşıyoruz. Müslüman ülkelerde nihilizm ve materyalizm öncesinin dalgası deizm olarak ortalığı kaplıyor.

İnsanların hayrı” için “ortak iyiyi, ortak güzeli, ortak çıkarı (ma’ruf)” koyup “ortak kötü, ortak çirkin ve ortak zararı (münker)” önleme mücadelesi vermesi gereken bizler, yani Müslümanlar süreç içerisinde iştahla ve zihnî teşevvüşe uğramış olarak yer alıyoruz. Kızlarımız başlarını açıyor, erkekler namazı bırakıyor, din ve dindar itibar kaybediyor. Gündelik hayatımızın içerisinde karşılaştığımız birçok problemi buna örnek verebiliriz.

Yeni bir toplumsal örgütlenmeye, yeni bir insan anlayışına, yeni bir felsefeye ihtiyacımız var.

Bir öngörü olarak, orta vadede milli/ulus formasyonu içerisinde farklı kimliklerin zor da olsa varlıklarını kabul ettireceklerini düşünüyorum. Dolayısıyla doğuştan ve iradi kimlikleri meşru kabul etmek ve hem sivil-medeni hem kamusal alanda onlara yer açmak lazım. “Medine Sözleşmesi” bunu vurgular. Resulullah’ın (s) kabileleri tek tek sayması meşru kabul ettiği anlamına gelir. Bunlar doğal kimliklerdir.

Toplum içinde cemaatler ortaya çıkacaktır ve gelişecektir. 19. yüzyılda meşhur Alman sosyoloğu Tönnies, cemaatlerin dağılıp yerlerini cemiyetin alacağını öngörüyordu. Bugün böyle olmuyor, cemiyet/toplum cemaatlere bölünüyor. Toplum cemaatler şeklinde yeniden oluşuyor. STK’lar giderek artacak, çünkü sivil sığınaklara bireyin ihtiyacı var. STK’lar varlıklarını devam ettireceklerse, cemaatler, tarikatlar veya küçük gruplar-birliktelikler varlıklarını artırarak devam ettireceklerdir. Yapılması gereken ister laik ister dindar olsun, sosyal grupların gevşek markaj bir toplumsal örgütlenme modeliyle ve biri diğerinin aleyhinde kamuyu ele geçirmeye kalkışmayacak şekilde sivil alanda varolmalarını sağlamaktır. Bunun öncesinde ise ulus-milli devletin toplumsal grup ve cemaatlere karşı kendini “asabiyeti kuvvetli bir cemaat” şeklinde konumlandırmaktan vazgeçmesi gerekir.

Diğer önemli bir gelişme şöyle olabilir: Evrensel homojen bir devlet öncesinde, bölgesel entegrasyonlar yeniden şekilleneceklerdir. Böyle bir süreç yaşanırken Türkiye nerede duracak?

Bize ne olacak? Türkiye için teorik olarak birkaç çıkış yolu gözüküyor:

Bir: Kemalistlerin dediği gibi, “Batı’ya rağmen Batıcı” olup hiçbir ülke ile organik (ittifak) bağı olmayan tam bağımsız Türkiye.

İki: Avrupa Birliği içerisine tam üyeliğini yapmış, Avrupa’nın bir parçası olmuş Türkiye.

Üç: Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin patronajı olduğu Şanghay kampında yer almak.

Dört: İslam birliği. Biz İslamcıyız. Türkiye için en uygun seçeneğin İttihad-ı anasır-ı İslam olduğunu düşünüyoruz. En rasyonel çözüm bu.

Orta vadede olmasa da pek de uzun olmayan bir vadede dünya küresel-homojen tek bir devlete doğru evriliyor. Bu küresel kazanda eriyip yok olmamak için Müslüman dünyanın kendi içinde tevhid, özgürlük, ahlaki üstünlük, adalet-hukuk ve bir arada yaşama iradesi temelinde bütünleşmesi zorunluluğu var. Patronajlığın bir ırkın, kabilenin, ailenin, bir soyun, bir devletin, bir coğrafyanın, bir hanedanlığın, bir memleketin, bir mezhebin, bir etnisitenin elinde olmadığı, ümmetin kendisinin lider olduğu İslam birliği. Her din ve mezhep grubunun da onuruyla yaşayabileceği, kendini görünür kılabileceği bir birlik. Bu, bizim idealimiz, davetimiz, iddiamız ve duamızdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR