1. YAZARLAR

  2. Sabiha Ünlü

  3. Açılımı Öncelikle Kendi Zihinlerimizde ve Kurumlarımızda Yapmalıyız

Açılımı Öncelikle Kendi Zihinlerimizde ve Kurumlarımızda Yapmalıyız

Ocak 2010A+A-

Sorular:

1- Kürt açılımı konusunun gündeme gelme yöntemini ve ardındaki saikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

2- Konunun gündemleşmesinden bu yana yaşanan gelişmeleri ve konuya muhatap olan çevrelerin tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

3- Sürecin bundan sonraki gelişimine yönelik beklentileriniz nelerdir? Yapılması gerekenlere ilişkin ne öneriyorsunuz?

4- Genelde Türkiye’de ve hassaten de bölgede faaliyet yürüten İslami çevrelerin “Kürt açılımı” tartışmalarına yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konu çerçevesinde nasıl bir tutum takınılması gerektiğini ve nelere öncelik verilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

 

1- ‘Kürt açılımı’ -sonraki adıyla- ‘demokratik açılım’; AKP hükümetinin yeni icraatı olarak; ‘Artık kan akmasın, analar ağlamasın!’ sloganıyla gündeme geldi.

‘Kararlıyız!’ dendi.

‘Bu açılım, neye mal olursa olsun, biz bedelini ödemeye hazırız, sonuna kadar gidilecek!’ dendi.

‘Ülkede, barış ve kardeşlik ortamı, -mutlaka- tesis edilecek!’ dendi.

Zira terörle -silahlı- mücadele yöntemi, yirmi beş senedir uygulanmış ama beklenen netice alınamamıştı. Artık sosyal, kültürel, ekonomik hamleler hızlandırılmalı, bu sorunu çözme konusunda daha etkin adımlar atılmalıydı

Bu zorlu bir süreçti, biliyorlardı. Kendi ifadeleriyle; ‘işte elini taşın altına koyuyordu AKP’. ‘Bu bir devlet meselesidir ve muhatabı da millettir.’ deniyordu.

‘Akan kan dursun’ diyen herkes; tüm siyasi partiler, tüm kurum ve kuruluşlar, tüm halkımız, bizim bu çağrımıza olumlu karşılık vermelidir, dediler.

Açılım nasıl gerçekleşecekti?

Yeni yasalar mı çıkarılacaktı, Anayasa değiştirilip sivil bir anayasa mı hazırlanacaktı. Hayır, bunlar söz konusu değildi.

Açılım, Bakanlar Kurulu kararnameleriyle ve yönetmeliklerde değişiklikler yapılarak; “güven arttırıcı önlemler” adı altında hayata geçirilecekti.

Bu arada hükümetin, ‘dokundurmam’ dediği, kırmızı çizgileri de vardı tabi.

“Genel af” ve “ana dilde eğitim” -asla- düşünülmüyordu.

‘Kürt açılımı’ konusunda atılacak adımların, “Anayasa’nın ilk üç maddesine” aykırı olmaması şarttı.

Ayrıca ‘üniter yapıya aykırı’ hiçbir adım atılmayacaktı.

Bu teminatlar verilip öyle yola çıkıldı.

AKP’nin, ‘Kürt açılımı’na yaptığı çağrı, ses getirdi. Barışa özlem duyan herkes, “İlk etapta bu kadar da açılsak iyidir!” diyerek, açılımı destekledi.

Ancak kısa bir süre sonra, -açılımın ilk adımları atılmaya başlanınca- anlaşıldı ki, muhalefet bir yana, AKP’nin kendi tabanı bile, bu açılıma hazır değildi.

Hatta hükümetin bizzat kendisi de bu açılıma hazır olmadığını, verdiği panikli-tedirgin-abartılı tepkilerle ortaya koydu.

Şöyle ki; hükümetin, Kürt açılımı çerçevesinde, güven artırıcı önlemlerinden biri de Kuzey Irak’taki Kürt Yönetimi ile işbirliği yapılmasıydı. Bu sayede Mahmur Kampı’nın ve Kandil’in boşaltılması amaçlanıyordu.

Silahlı eyleme karışmamış Kürt kökenli şahıslar; geldikleri takdirde, Türk vatandaşlığına -yeniden- kabul edileceklerdi.

Silahlı eyleme katılmış olanlar için de ‘etkin pişmanlık yasası’nda değişiklikler yapılarak; onların da geri dönüşleri kolaylaştırılacaktı.

Bu çerçevede Ekim ayında, Mahmur Kampı’ndan 26 kişi, Kandil’den de 8 kişi olmak üzere -silahlı eyleme katılmamış- toplam 34 PKK’li, Habur’dan giriş yaptı.

Açılımın gereği yapılmıştı. Gelenler sorgulandıktan sonra -tutuklanmayıp- serbest bırakılmışlardı. Bu bir ilkti. İnanılması zordu.

Türk halkı tedirgindi, ne olup bittiğini anl(ay)amıyordu. Oturup-kalkıp, PKK’yi -içinde görmek- istemediğini söylüyordu. Bu geliş, Kürt halkı içinde ise büyük bir heyecan oluşturdu. Gelenler; yıllardır ayrı düştükleri akrabaları, soydaşlarıydı.

Binlerce insan; kadın, çocuk, yaşlı, genç; -hiçbir taşkınlığa meydan vermeden- barış ve kardeşlik çağrıları yaparak gelenleri karşıladı.

Bu umut, bu coşku; gerek -hükümet tarafından- ve gerekse -tuzu kuru kitle tarafından- doğru okunmadı, anlaşıl(a)madı. “Siyasi şov” olarak tanımlanıp reddedildi. Yetkililer tarafından, bir daha böyle karşılamalara asla izin verilmeyeceği -defaaten- en sert sözcüklerle ifade edildi. Hatta Başbakan -tarihi bir hata yaparak- muhatabım dediği milletini, “Beni sinirlendirmeyin, açılımı burada kapatıp, tekrar başa dönerim ha!” diye tehdit etme yolunu seçti.

Bu durum -ister istemez- büyük umutlar vadeden bu girişimi, ‘sorgulanır’ hale getirdi. Öyle ya, madem hazır değillerdi, o zaman, hükümeti bu açılıma zorlayan etmen neydi?

‘İç zorunluluk’ olarak ortaya atılan gerekçeler; yitirilen genç yaşamlar, gözünün yaşı dinmeyen analar, terörle mücadele adına akıtılan milyar dolarlar… Bunlar, yıllardır -devlet politikası olarak- süregelen, AKP iktidarı döneminde de devam eden, pek de kararlılıkla üzerine gidilmeyen acı tablolardı.

Bu sorun, AKP iktidarı tarafından, ta başından beri dert edinilmiş, Kürt sorunu konusunda tutarlı bir politika izlenmiş, halkın ‘umut çıtası’ yavaş yavaş yükseltilerek bugünlere gelinmiş değildi.

Daha dün Başbakan, Kürt kardeşlerinin kapısının önüne dikilip, onların gözünün içine baka baka “Ya sev, ya terk et!” derken; bugün, birden, Kürt açılımının ‘ertelenemez’, ‘hayatî’ ve de ‘elzem’ olduğunu söylemesi, zihinleri karıştırdı elbette. “Bu bir dış zorlama mı?” sorusu -sıkça- gündeme geldi.

Avrupa Birliği ülkeleri ve Amerika, -son yıllarda- PKK’yi tasfiye konusunda Türkiye’ye -epeyce- yardımcı oldular. PKK’yi “terör örgütü” ilan ettiler, PKK’nin, malî desteklerini kısıtlama yoluna gittiler, ayrıca istihbarat konusunda orduya destek verdiler. Buna karşılık beklentilerinin olması sürpriz değil. Türkiye sınırlarındaki savaş ortamı, bu dönemde (çünkü artık Irak’talar ve Türkiye’ye komşular) onların -işgal- işini zorlaştırıyor olabilir. Pekâlâ, Kuzey Irak ile Türkiye arasında, rahat hareket edebilecekleri güvenli bir hat oluşturmak isteyebilirler.

Her ne ise; iç veya dış sebepler, şu veya bu hesaplar. Hepsi bir yana, gerçek olan bir şey var; bu açılım, hiç olmazsa derdimi dile getirmeme sebep oluyor.

2- Konunun baş aktörleri hükümet, muhalefet (CHP ve MHP), DTP ve Abdullah Öcalan’dı. Konunun gündemleşmesinden bu yana, -vatandaş olarak- hep onları izledik. Hükümet, açılımı, istikrarlı bir şekilde yürütme iradesi gösteremedi. Beklediği alkış gelmeyince küstü, daha ilk adımda tereddüt etti. Bunda muhalefetin ağır saldırıları yanında, kendi oy tabanını ikna edememiş olmanın da rolü vardı. Ülkenin batısında yaşayan Türk seçmen; Kürt sorununun ciddiyetinden habersizdi. Hatta birçoğu, ‘Böyle bir sorun yok!’ diye biliyordu. (Başbakan’ın geçmişteki demeçlerine dayanarak).

Onu, ne partisi ne de fikrine saygı duyduğu büyükleri, bu konuda bilinçlendirmemişlerdi. Daha ‘Kürt açılımı’ ortada yokken bile, partisinin Kürtlere çok şey yaptığından, gerekenden fazla hak verdiğinden dert yanıyordu. Şimdi üzerine bir de ‘açılım’ gelmişti. Kürtler çok şımartılıyordu, o, bu kanaatteydi.

Doğudaki Kürt seçmenin ise sevinci kursağında kalmıştı. ‘Ben, inançlılar, Allah’tan korkarlar diye onlara oy verdim. Yoksa bir kez daha; siyasi emellere âlet mi edildim?’ diye sormadan edemiyordu. İyi bir hamleden sonra, hemen geri adım atıp tekrar başa dönen yetkililere sitemkârdı. Bir ayrıcalık, bir imtiyaz değil, gasp edilmiş haklarıydı verilmesini istedikleri. Daha yaşadıkları coğrafyanın, binlerce yıl tekrarlanan tabii adını bile (Kürdistan) terennüm edemiyorlardı. Din kardeşlerine göre; “Canım bunda da, dert edecek ne vardı!” “Hayır, hayır, Türkler; biz Kürtleri anlamıyorlar.” derken, içten içe kahırlıydı.

Sözün kısası; bu açılım süreci, -bugün itibariyle- parti tabanını pek memnun edememiş görünüyor. Muhalefet (CHP ve MHP) bu hoşnutsuzluğu da değerlendirerek, AKP’ye ‘veryansın’ ettiler. Şehit ailelerini de harekete geçirerek, ilkel milliyetçiliğin emsalsiz örnekliğini sergilediler. DTP için bu süreç; AKP’yi zora sokma, Abdullah Öcalan’ı meşrulaştırma şeklinde seyretti. Kürt açılımında asıl muhatabın ‘İmralı’ olması gerektiğini -açık ve net- ifade etti. Bu durum hoşa gitmese de -aslında- bir gerçeğin ifadesiydi. Açılım olacaksa, artık bu gerçek göz ardı edilemezdi. Zira Abdullah Öcalan, Kürt halkı üzerinde de DTP üzerinde de -asla küçümsenmeyecek- bir etkiye sahipti.

3- Beklentilerim mi? Maalesef, siyasi vaatlere bakıp; “Şimdi şunun, sonra da şunun, şunun yapılmasını bekliyorum.” diyebilmek zor. Zira politik çıkarlar, menfaatler neyi gerektiriyorsa o yapılacak. Veya mazeretler ileri sürülüp, yapılmayacak. Onlar için her şey bu kadar kolay.

Yalnız, şahsi kanaatim şu ki; bu zulüm böyle geldi, böyle gitmeyecek. Ya dinsiz zalimin hakkından, imansız rakipleri gelecek ya da inançlılar, inançlarının gereğini yaparak, zalime karşı mazlumun yanında kenetlenecek. ‘Açılım süreci’ kendini -bir şekilde- hükümete de topluma da dayatacak, diye düşünüyorum. İsteyerek veya istemeyerek; oflaya puflaya da olsa yola devam edilecek. Geri dönüşü yok, er veya geç, bu açılım gerçekleşecek.

4- ‘İslami çevreler’ denince, ilk anda kendini İslam’a nispet eden sivil toplum kuruluşları; vakıflar, dernekler, tarikatlar akla gelir. Bunların, hayata-olaylara bakış açılarını belirleyen, kişiliklerine yön veren; başkanları, idarecileri, kanaat önderleri, hocaları, şeyhleri vardır. Bu şahsiyetlere, konu ile ilgili sorular yöneltiliyor: “Hükümetin Kürt açılımını destekliyor musunuz?” şeklinde. Bazı şahısların cevabına şahit oluyoruz: “Evet destekliyoruz. Başbakan’ın ve hükümetin arkasındayız.” diyorlar. İşin acıtıcı tarafı; İslami bir STK olarak, Kürt sorunu ve benzeri ‘hayati’ konularda, siyasileri, -gerçekten de- geriden izliyor olmak. Onların arkasında kalmak. Önce -yıllar süren büyük bir suskunlukla- siyasilerin yolu açmasını ve ‘Buyrun konuşun!’ demesini beklemek. Sonra siyasilerin açtığı yolda, onların izini sürmek. Durduklarında durmak, gittiklerinde gitmek. Yol ne kadar açılırsa, o kadar ilerlemekle yetinmek. Hatta ‘Konjonktür müsait değil!’ deyip, -siyasilerle birlikte- tekrar başa dönmek… ‘Zul’ addedilmeli değil mi?

Sivil inisiyatif daima -gücü elinde bulundurduğu için, halka zulmetmeye meyilli siyasileri- denetler, sorgular konumda olmalı. Bunu sağlıklı yapabilmesi için; gerek düşünce ve fikirde, gerekse bunu eyleme geçirmede onların önlerinde-ilerisinde olmalı. Siyasiler, hak ihlalleri yaptıklarında, karşılarında “Hılful Fudul” (faziletliler ittifakı) misali caydırıcı sivil bir güç olarak STK’ları bulmalı. Böyle bir fonksiyon amaçlanmıyorsa, STK’yız demenin ne anlamı var? Gidip -doğrudan- partinin, il-ilçe teşkilatlarında çalışmak çok daha mantıklı bir yol değil mi?

Gerçekten de İslami STK’ların birçoğu, Kürt sorununu, siyasiler kadar gündem konusu yapmıyor. Bil(ebil)diğim kadarıyla, vakıf ve derneklerin Ankara-İstanbul gibi büyük şehirlerde bulunan genel merkezleri, önemli gördükleri konuları gündemleyip, şubelere gönderiyorlar. Bölgedeki şubelere, talimatları uygulamak, öngörülen konuyu işlemek düşüyor. Bulundukları zeminin önceliklerine uysun veya uymasın. Zira bölgedeki şubenin, kendi gerçeğine uygun gündem belirleme, hele de bu gündemi batıya taşıyıp, olan biten hakkında onları da bilgilendirme şansı, hemen hiç yok. Onun için STK’larda, Kürt sorunu konusunda -yıllardır- bariz bir gelişme yaşanmıyor. Kürt bilgeleri, Kürt âlimleri, bölgede yaşanan zulümlerin tanıkları bizzat davet edilip, meselenin özü, kaynağından öğrenilmeye çalışılmıyor. Ankara’da, İstanbul’da, masa başında belirlenen dünya gündemi; Van’a dayatılıyor, Hakkâri’ye dayatılıyor, Diyarbakır’a dayatılıyor. İslami STK’yız ya. İslam’ı iyi biliyoruz ya. Şubedeki şahıs, yaşadığı acı içini kavursa da susmak zorunda. İtiraz etse, konuşsa, derdini paylaşsa, sanki günah işlemiş olacak. Dini, imanı çiğnemiş olacak. Kürtçülük yapmış; kavmiyetçilik, ırkçılık, ulusalcılık yapmış olacak. O ise Müslüman. Bunların hiçbirini olmak istemiyor.

İnanır mısınız; inançlı bir Kürt genci, kendisinin ve ailesinin uğradığı zulmü yazarken, bunu bir Müslümana sunacaksa; metnin altına şu notu ekleme ihtiyacı duyuyor: “Bunları yazdığım için, benim Kürtçü olduğumu sanmayın. Ben inançlıyım, Müslümanım.”

Hangi kavmin genci, başından geçenleri dile getirdiği metnin altına, böyle bir not düşme gereği duyar? Çeçen genç mi? Türkmen genç mi? Filistinli genç mi? Boşnak genç mi? Hangi genç; bir Kürt genci kadar, Müslüman kardeşinin yanında, yanlış anlaşılma korkusu yaşar? Hayır, bunu hiç hak etmiyorlar. Siz hiç Türk ırkçısına benzer bir, Kürt ırkçısı gördünüz mü? Bir Kürdü dünyaya bedel sayan. Ben görmedim. “Kürt olmak -doğuştan- bir üstünlüktür, bir ayrıcalıktır.” diyene de rastlamadım. “Ne mutlu Kürdüm diyene!” ise hiç. Buna rağmen; Kemalist sistemin zulüm ayağı Türk ulusalcılığı reddedilirken, hemen yanına, -aynı konumdaymış gibi- Kürt ulusalcılığını da eklemek, onun da reddedildiğini söylemek -bizlerde- bir gelenek haline gelmiştir. Bunlar; gerçeklerle örtüşmeyen kuruntularımız, çekincelerimizdir. Kürtler; varlık mücadelesi vermektedir. Gasp edilen insanlığının, iadesini istemektedir.

Lütfen, Kürtlerden başka bir kavim daha biliyor musunuz; kendi din kardeşleri tarafından yok sayılan. Soyu-sopu, dili, kültürü inkâr edilen, aşağılanan. Bir ülke daha biliyor musunuz; kendi askerleri tarafından, kendi köylüsüne, kendi mahkûmuna -hem de defalarca- dışkı yedirilen, pislik yutturulan. Bir ülke daha biliyor musunuz; 33 masum insanını -keyfi- katleden bir General’i, bir taraftan mahkûm ederken, diğer taraftan, Van-Özalp’teki askeri kışlaya adını verip (General Mustafa Muğlalı Kışlası) canileri abideleştiren.

Çoğu zaman gözümüzün önündeki merteği görmeyiz de başkasının gözündeki çer-çöpe dikkat kesiliriz. Öncelikle kendimize bir bakalım. Birbirimizin âyinesi olalım. Açılımı öncelikle kendi zihinlerimizde, kendi kurumlarımızda yapalım.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR