1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Mehmet Akif’in mirası ve yarım bırakılan nesil
Mehmet Akif’in mirası ve yarım bırakılan nesil

Mehmet Akif’in mirası ve yarım bırakılan nesil

Yasin Aktay, Mehmet Akif’in hayatı ve düşüncesi üzerinden bu topraklarda İslam ve vatan bilincinin sönmediğini, ancak Akif’in hayal ettiği Asım’ın neslinin ilim ve hikmetle tamamlanması gerektiğini aktarıyor.

27 Aralık 2025 Cumartesi 21:43A+A-

Yeni Şafak / Yasin Aktay

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!

27 Aralık, Allah’ın günlerinden bir gün, ama bizim için İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in vefat ettiği gün. 11 yıllık bir hicret hayatından sonra yakalandığı amansız hastalığın son fetresinde adeta memleketinden defnedilmek üzere İstanbul’a geldikten kısa bir süre sonra İstanbul’da vefat etmiştir Mehmet Akif. 11 yıl sonra geldiğinde memleketi bıraktığından da daha ağır şartlarda bulmuş, ama bu haliyle bile bu vatana dair umudunu yitirmemiştir. Ne de olsa bir kez İslam vatanı olmuş bir yer bir daha asla küfre mal olamaz. Bunu İstiklal Marşı’nda, ülkenin en zor günlerinde, belki başka bir bağlamda da olsa ifade etmiştir zaten “Sönmez bu şafaklarda yüzen Alsancak, sönmeden yurdumun üstünde en son ocak!”.

Memlekette ne siyasetler hakim olmuş olursa olsun, kimler işbaşında olursa olsun, o son ocaklar hiçbir zaman bitmeyecek ve o ocaklardan her zaman bu vatanın İslam olma keyfiyetini iddia ve dava edecek insanlar yetişecektir. Nitekim öyle de olmuştur. İstiklal Marşının şairi geldiği ülkesinde geçirdiği birkaç ay boyunca bir “yabancı” gibi, rejime düşman biri olarak görülmüş, attığı her adımda takip edilmiş, görüştüğü, temas ettiği herkes izlenmiş, hakkında sürekli istihbarat raporları tutulmuş.

Bir tehdit olarak görülmüş, belli. Oysa kendisi bu ülkeyi vatan kılan son milli mücadelenin manifestosunu yazmış kişidir. Herkes hain olsa o bu ihanetten muaftır. Ona bir yabancılık, bir tehdit veya bir düşmanlık atfeden zihniyet olsa olsa bu millete yabancı, bu millete tehdit bir zihniyet ve taraf olmalıydı. Milli mücadele onun temsil ettiği bir dava şuurunun zemininde mümkün olabilmiştir.

Kendisi bir Arnavut olduğu halde, kendi kavminin Osmanlı’dan kopmayı beraberinde getiren milliyetçiliğine şiddetle karşı çıkmıştır. Onun için devlet, ülke, vatan Osmanlı idi. Kendi kavmi adına bile olsa bu vatandan ayrılmayı düşünenler kendi düşmanlarıydı. O yüzden “Ben ki Arnavudum!” diyerek temsil ettiği millete karşı çıkanlara karşı şu

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.

Müslümanlık’ta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır ruh-i Nebî tefrikanın;

Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!”

Sadece bu sözleri bile ülkede neler olup bitmiş olduğunu anlatmaya yeter. Tabi bugün “milli birlik ve kardeşlik” için dayanmamız gereken bütün referansı işaret etmeye de.

O kendi yurduna geldiğinde onu takip edenler hangi niyetle olursa olsun takip ededursun, yurdunun üzerindeki bütün ocaklar sönmemiş, söndürülememiştir. O ocakları bekleyenler veya o ocaklarda yetişmiş olanlar Akif’e yönelik bütün baskılara rağmen ona sahip çıkmıştır. Sahipsiz biri gibi camiye getirilmiş cenazenin kendisine ait olduğu ancak tesadüfen fark edilir edilmez çok kısa bir süre içinde haberi kulaktan kulağa yayılır ve cenazesi beklenmedik bir kalabalıkla, bilhassa öğrencilerin katılımıyla kaldırılır. Sonradan bu cenazeye bu kadar coşkuyla sergilenen katılım bile bir irticai tepki olarak kayda alınır. Buna önayak olanlar hakkında tahkikatlar bile yapılır.

Akif’e Asım’ın nesli sahip çıkmıştır. Çanakkale’de bu vatanı çiğnetmediği gibi Akif’in cenazesini de davasını da sahipsiz bırakmamıştır. Ama Asım’ın nesli o günden beri tam da Asım’ın Neslini yazdığı Safahat’ında resmettiği gibidir. Akif’in kendisine atfettiği büyük bir değer olmakla birlikte, Asım’ın nesli aslında tam da Akif’in istediği kıvamda değildir. Genellikle öne çıktığı duygusallığı, fevriliği, gayretkeşliği, gözünü sakınmayan yiğitliği, hesapsızlığı olumlu değerler olmakla birlikte Akif bu şahsiyetin bugün ihtiyaç duyduğumuz kurucu neslin gereklerini yeterince taşımadığını da düşünür.

Onun bu özelliği savaş meydanında, düşmanla birebir çarpışmada tartışmasız kahramanlığıyla temayüz etmesine yetiyordur. Ama Asım’ın neslinin ciddi bir eğitime, akılla, ilimle, stratejiyle de donanması gerekiyor. Bursa işgal edilmişken işret alemleri yapan soysuzlara karşı sergilediği fevri tepkiler, anlık vatanseverce parlamalar bir yerde insana güven verir. Ama bu duygusallık, bu tepkisellik yetmez. O yüzden Asım’ın nesli gereğinde yurtdışına gidip Garbın ilmini, tekniğini de alacak, İslami ilimleri de bütün branşlarıyla ve en esaslı şekilde iktisap edecektir. Bu arada kendine de hâkim olacak, fevri çıkışlarda bulunmayacak, yarım yamalak bilgilerle, zanla hareket etmeyecek, her şeyin aslını astarını öğrenmeden de hareket etmeyecektir.

O yüzden Asım’ın nesli, Akif’in gözünde henüz tamamlanmamış bir nesildir. Hele Türkiye’ye geldiğinde o nesil tamamlanmamış olmak bir yana kökten kurutulmak istendiği şartlar oluşturulmuştur. Buna rağmen Akif’in gelip İstanbul’da ebedi istirahatine çekilmeyi tercih etmesi mevcut durumun ilanihaye böyle sürmeyeceğine dair duyduğu derin inancın bir ifadesiydi.

Abduh ile Efgani arasındaki yöntem tartışmasında Abduh’u tutuşu bu umudun büyük bir sabır gerektiğinin şuuru da vardır. “İnkılap istiyorum ben de fakat Abduh gibi” derken kastettiği şey Abduh’un her konudaki fikirleri değildir tabii. İnkılap metoduyla ilgili, Abduh’un bireysel ve toplumsal eğitimi önemseyen tutumudur. Bu konuda Akif’in hiç kimseyi körü körüne taklit edecek biri olmadığı gibi Abduh veya Efgani’nin de mukallidi olamayacak bir kalitede olduğunu anlatmak zorunda olmak ayrıca hüzün verici. Kuşkusuz Akif’in de hataları olmuştur, ama bu hatalar üzerinde durmak bile kendimize ayna tutacak değerde özelliklere sahip.

Ruh şâd olsun. Mekanı cennet olsun.

HABERE YORUM KAT

1 Yorum