1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Esed Hiçbir Şey Kazanmadı!
Esed Hiçbir Şey Kazanmadı!

Esed Hiçbir Şey Kazanmadı!

Yıllar süren kanlı savaştan sonra Suriye diktatörünün neyin tahakkümünü sürdüğünü tanımlama zamanı artık: Kronik şiddet ve kaoslar içinde batık bir devlet!

11 Eylül 2019 Çarşamba 18:11A+A-

HAKSÖZ-HABER

Ortadoğu Enstitüsünde kıdemli araştırmacı ve Sayh Group’s Track II Suriye Diyalog Girişimi Danışmanı olan Charles Lister, Suriye üzerine çalışmalarıyla biliniyor. Hem sahadaki gözlemlerini hem de sürecin uluslararası siyasete tekabül eden boyutunu irdelediği bu yazısını sitemiz için Eyüp Togan çevirdi.

***

Esed Hiçbir Şey Kazanmadı!

Charles Lister

Foreign Policy / 11 Temmuz 2019 / Çeviren: Eyüp Togan

Ne zaman Suriye konuşulsa, gitgide artan şekilde şu deyişi duymak olağan bugünlerde: “Esed kazandı!” veya “Savaşın sonuna geliniyor!” Öyle gibi de. Suriye’nin üçte ikisi rejim kontrolünde. Eylül 2015 yılında Rusya’nın savaşa girmesinden bu yana, muhalefet belli başlı tek bir zafer kazanamadığı gibi elinde tuttuğu bölgelerin büyük bölümünü kaybetti. Bu arada Doğu Suriye’de,  ‘İslam Devleti’nin halifesi Bağuz köyünde nihai yenilgiye uğratıldı. Bugün, Suriye denince ağırlıklı olarak, göçmenlerin dönüşü, ülkenin yeniden yapılandırılması, yaptırımların hafifletilmesi ve rejimle yeniden işbirliği yollarını açma gibi tartışmalar gündemi işgal ediyor. 

Suriye rejiminin kadim savunucuları için bu kutlanması gereken bir an ve derin bir oh çekmenin rahatlığı içinde dünyayı bu yeni gerçeği kabul etmeye davet ediyorlar. Yaptırımları sonlandırma, Suriye’yi yeniden inşa ve ülkenin her yerine egemenliği yeniden tesis etme yönünde çağrılarını yoğunlaştırıyorlar. Bu çağrılar yeni sayılmaz ama söz sahibi gözlemciler ve siyaset erbabı üzerinde sessiz sessiz etkili olmaya çalışıyorlar. Örneğin, Eski Amerika Başkanı Jimmy Carter tarafından kurulan Carter Merkezi’nin Londra ile geçen Nisan ayında ortak düzenlediği programda ‘bölgesel egemenliğin inşası; Suriye’de savaşan silahlı güçlerin, Suriye hükümetinin izni olmadan güvenli tahliyesi’ gibi konular ele alındı. Etkinliğin ortak düzenleyicisi, Beşşar Esed’in kayın pederi olan, 2012 yılında sivillere yapılan işkencelerin delillerini karartma taktiklerini Esed’e vermiş Fawaz Akhras tarafından kurulan İngiliz Suriye Topluluğu. Topluluğun şu anki yöneticisi ise Suriye ‘kimyasal silahlar sorumlusunun’ erkek kardeşi.      

Ama tek bir sorun var: Esed rejimi hiçbir şey ‘kazanmadı’. Salt Suriyelilerin kanı ve yaydığı korkuyla pahasına ayakta kalabildi; istikrar ise hâlâ çok uzaklarda. Muhalefetin toplandığı kuzey batıdaki bölge (İdlib) ele geçirilemez gibi duruyor. Ülkenin geri kalan yerlerinde geleceğe yönelik çok sayıda istikrarsızlık sinyalleri var. Suriye artık açık bir sivil savaşta olmasa da ülkenin siyasal krizi derinleşiyor. 2011 ayaklanmalarına yol açan temel nedenler hâlâ orta yerde duruyor, hatta çoğu daha da kötüleşerek. Öteden beri, rejimin elinde bulunan ve en yılmaz savunucularıyla doldurulan bölgeler, bugün çatışmaların en yoğun günlerinden bile daha çetin yaşam şartlarıyla karşı karşıya.      

Dürüst bir Suriye müzakeresi orada durumun ne kadar istikrarsız olduğunu tanımlamayı gerektiriyor. Rejim, hayatiyetini kaos, istikrarsızlık ve yıllar boyu sürecek çatışmalar üzerine kuruyor.

İdlib: İran’sız Mücadele

Suriye’de, ülkenin yüzde 4’üne denk gelen, yaklaşık olarak yarısının yerinden yurdundan edilmiş üç milyon sivilin yaşadığı kuzeybatı, muhalefetin elinde kalan son bölge. Büyük İdlib bölgesinde -benim tahminlerime göre- 60 bin silahlı savaşçı var ve onlar rejime ve destekçilerine karşı savaşa devam etmeye kararlılar. Bu sayının yarısı geniş muhalefet yelpazesinin ılımlı katmanlarına yaslanıyor, geri kalan diğer yarısı ise cihadi gruplara, daha az bir kısmı da el-Kaide’ye.   

3 milyon kişinin sıkıştığı bu küçük alan, son iki aydır, rejim yanlısı hava kuvvetlerinin kara ve hava saldırısına hedef oluyor. Şiddetli hava ve top bombardımanı, Suriye’nin en sadık ve üst düzey birliklerine karadan yol açarken, harekâta Kaplan Güçleri, Cumhuriyet Muhafızları ve 4. Bölük destek veriyor. Aradan geçen 10 haftada, rejim bölgenin sadece yüzde 1’lik kısmını ele geçirebildi. Yüzlerce askeri öldü, onlarca tankını, zırhlı araçlarını, birkaç da uçağını kaybetti. Bu arada 400 sivil katledildi ve 330 bin kişi bölgeden göç etmek zorunda kaldı. Kamplar göçmenlerle dolu. Ayrım gözetmeksizin yapılan hava ve top ateşlerinden kaçışan ailelerin yuvası zeytinlikler oldu. 

Rejimin ülkenin bu son kısmında kontrolü yeniden ele geçirecek insan gücünden yoksun olduğunun İdlib’de son yaşananlardan daha güzel bir kanıtı olamaz. Burada anahtar gelişme, İran’ın vekâlet savaşı yürüten milislerini, İdlib muharebesine sevk etmemesi oldu. Kazakistan’ın Astana kentinde yapılan, Şubat ayındaki görüşmelerden sonra, İran, Kuzeybatı Suriye’nin kayda değer stratejik öneme sahip olmadığını düşünüyor. Bu gelişme Esed ve Rusya için İran’ın konumunu netleştirmiş oldu. Aynı zamanda bu durum Trump yönetiminin ciddi müzakereler için ön şart olarak koyduğu İran veya İran bağlısı güçlerin Suriye’den tamamen çıkması talebinin ne kadar uygulanabilir olduğu sorusunu da daha ciddi biçimde gündeme getirmiş oldu.

Her ne kadar Esed, Suriye’nin her santimetre karesini alma amacında ısrar ediyorsa da bu yüzde 4’lük bölge, rejimin gücünü aşan çetin bir meydan okumaya sahip. Aslında, geçtiğimiz günlerde Lazkiye’ye muhaliflerin yaptığı şok saldırıdan sonra, belki de rejimin gerileyerek, ön cephe sevkiyatında azaltmaya gittiği sinyalleri alınmaya başladı. Türkiye ağır silahlarla vekâlet verdiği muhalif güçleri desteklemeye devam ederse, İdlib’in Gazze’leşmesine tanıklık edebiliriz. O zaman İdlib, fiilî (de facto) bir abluka ile ekstremist bir yönetime geçmiş olur. İşte tam bu noktada, eski el-Kaide ilintili, Heyet-i Tahriru’ş Şam buna soyunuyor: Bu meyanda, ‘Kurtuluş Hükümeti’ kurarak bölgenin fiilî iktidar erki oldular. Bu senaryo kimsenin çıkarına değil, hele 3 milyon sivilin hiç değil.  

Bölgedeki kaotik ve şiddet yoğunluklu durum devam ettiği takdirde, el-Kaide’nin diğer fraksiyonlarından Usame Bin Ladin’in cihad modeline dönen Hurras ed-Din örgütünün önü açılacak. Her ne kadar bu gruplar Kuzeybatı Suriye’de askerî bir savaşın içindelerse de haber kaynaklarımın bana söyledikleri ‘uzak düşman’ Batı’yı da hesap listesinde tutmakta oldukları yönünde. 2018 yılının ortalarından beri, İslami camiadan ayrı ayrı üç kişi bana, gayri resmî halk müzakerelerinde el-Kaide mensuplarının dışa yönelik operasyonlarda İdlib’i kullanmanın öneminin altını çizdiğini bildirdi. Bu tür müzakerelerin, 8 yıldır devam eden Suriye çatışmaları sırasında ulu orta yapılmadığı da benim malumum. Bu nedenle, el-Kaide’nin demir çekirdek bağlı mensuplarının bu şekilde güvenle konuşmaya başlamaları derin bir kaygı nedeni sayılmalı. Buna karşı çözüm Esed’in halı bombardımanları değil. Bu yola gidilirse eğer, tehdit artmakla kalmayacak, tehdit kaynağının saptanması da zorlaşacak. Kaldı ki Amerika, 30 Haziran’da, kuzeybatıda el-Kaide hedeflerine son iki yıldır ilk kez saldırdı. Rusya’nın devreye soktuğu uçuş yasağına rağmen Amerika’nın bu saldırıyı gerçekleştirmesi, tırmanan terör tehdidinin ne denli ciddiyet arz ettiğini gösteriyor.    

‘İslam Devleti’ Varlığını Sürdürüyor Ancak Şimdilik Genişlemiyor

Bir zamanlar İslam Devleti (IŞİD), Suriye ve Irak’ın içinde, İngiltere toprakları kadar geniş bir sahayı elinde tutuyordu. Artık bu kontrolü kaybettiyse de son aylarda büyük kaygı uyandıracak kadar, Doğu Suriye’ye operasyonlar yapmakta. Açık kaynaklardan gelen raporlara göre, Doğu Suriye’ye Mart ayından bu yana 370 saldırı düzenlendi. Saldırıların çoğunun, İslam Devleti ile onun uyuyan hücrelerinin eliyle gerçekleştirildiğine inanılıyor.  

Başkan Trump’un geçtiğimiz Aralık ayında Amerikan askerlerinin Suriye’den çekileceklerini söylemesine karşın, ABD yönetimi Suriye’de kalma konusunda ısrarlı görünüyor ama bu güç yapısı ile bunun ne kadar mümkün olacağı şüpheli. Raporlara göre şu anda 1.000 civarında olan Amerikan askeri sayısının 2020 Sonbaharına kadar 400’e düşürülmesi planlanmakta. İngiltere ve Fransa, askerî varlıklarını kademeli olarak, yüzde 10-15 arasında artırmayı kararlaştırırken, bazı Balkan devletleri ile Baltık devletleri kayda değer sayıda asker bulundurma sözü verdi. Buna göre, Amerika dışında diğer ülkelerin asker katkısı 600 civarında olacaktır.    

Bu süreçte Batı destekli Suriye Demokratik Güçlerinin (SDF), bir taraftan, Suriye, Rusya, İran ve Türkiye’den gelecek tehditlere karşı koymayı ve aynı zamanda da hoşnutsuz Arap aşiretlerini Kürtlerin öncülüğündeki SDF’ye katılmaya razı etmeyi başarması gerekiyor. Daha kötüsü de bu asker sayısı ile misyonun tamamlanacağına ilişkin Trump’ın kuşkularının sona ereceğini düşünmek zor. Bu nedenle, Amerika’nın, İslam Devleti’nin Doğu Fırat nehri üzerindeki eski kontrol bölgelerinde mevcut stratejisinin sürdürülebilir olduğu söylenemez. 

Bu arada, İslam Devleti sadece doğu Fırat’ta operasyon yapmıyor. Örgüt, nehrin batı yakasında daha da zinde güçler bulunduruyor. Söz konusu bölgeyi Suriye rejimi, iki ay önce İdlib’i hedef alan saldırılar nedeniyle öncelik listesinden çıkardı. İdlib operasyonu başlamadan kısa süre önce, Suriye ordusu Badiye çöl bölgesinde İslam Devleti’ne karşı günler süren kuşatmadan çekilerek, iki tabur askerini boşa çıkardı. İslam Devleti Suriye askerini terörize ederken, haftalar boyu süren çatışmalarda bazı milis unsurları tarafına çekerek ittifak kurdu. Kuşatmayı takiben, bölgede kriz birimi oluşturuldu ve İslam Devleti tehdidi ele alındı. Gelen haberlere göre, Suriye rejimi saldırmak yerine izleme ve grubu sindirme kararı aldı. -Rejimin terörle mücadele öncelikleri bakımından karnesinde kırık bir not bu-.   

İdlib operasyonlarını desteklemeyi reddeden İran ve Hizbullah’ın, orta çöl bölgesinde varlıklarını genişletme kararı aldığı görülüyor. İran, askerî olmayan hedeflerini da devreye sokarak, Şii İslami eğitimin propagandasını yapıyor, Şii milisler ile İran’ın dinsel ve kültürel kurumlarına ve vakıflarına insan kazandırmaya çalışıyor.  

Yıpranma Mutabakatı

İdlib’in dışında Suriye muhalefeti üç bölgeyi daha kontrolünde bulunduruyor: Suriye’nin güneyi ve güney batısı, Şam’ın Doğu Guta bölgesi ve Humus kırsalı. Bu dört bölge de Astana Zirvesinde Rusya, İran, Türkiye tarafından 2017 yılında ‘gerilimi azaltma bölgeleri’ olarak belirlendi. İşin aslı farklıydı: Gerilimi azaltmanın görünümü altında Rusya’nın meşum bir planı yatıyordu. Rusya, Esed rejiminin adam azlığı sorununu çözmek için her seferinde bir bölgeyle başa çıkabileceği zaman aralıkları sunuyordu. “Şubat-Nisan 2018’de Doğu Guta’yı hallet ardından Nisan-Mayıs’ta Humus’u halledersin, Haziran-Temmuz’da da Güney Suriye’yi muhaliflerden temizlersin!” diyordu, Esed’e. Mutabakat anlaşmalarının sağladığı himaye çerçevesinde, bu üç bölgede halka yerleşim yerlerinde kalma fırsatı tanınırken, bazı muhalif unsurlara uzlaşı imkanı verildi ve en sonunda rejime boyun eğmeleri sağlandı. Bu uzlaşıyı kabul eden silahlı gruplar, bu süreçte yer yer Suriye ordusuna kaynadılar ve Rusların himayesine girdiler.

Rejimin bu dönüşü, halka getire getire devlet baskısı, zorunlu askere alma, hizmet kısıntıları getirdi. Bazen de bölge halklarını Rus ve İran destekli yerel güvenlik güçlerinin insafına terk ettiler. Örneğin, güvenlik gerekçeli kontrol noktaları, Rusların gizli hapishaneleri ve İranlı milisler ile Doğu Guta bir kara deliğe dönüştü. Sayıları her geçen gün artan uzlaşı ile devşirilmiş muhalif savaşçılar kendilerini eski yoldaşlarıyla -İdlib dâhil- savaşır buldular. Çok sayıda güneyli savaşçı geçtiğimiz haftalarda öldü. Kimse merkezî hükümet ile uzlaşmadı aslında, sadece boyun eğmeye zorlandılar.  

Sonuç olarak özellikle Güney Suriye’de istikrarsızlık artarken, içerden bir muhbir bana rejim yetkililerinin, kısa bir süre önce kriz durumu ilan ettiğini bildirdi. Muhalefetten direnişçiler yeraltı direniş ağları marifetiyle Der’a’da onlarca saldırı gerçekleştirdi. İddialar onu gösteriyor ki uzlaşı yapan bir zamanların muhalif savaşçıları şimdi sanki rejim güçleri gibi sınıflandırılıyor. Örneğin, Der’a’daki eski muhalif lider Adham Alkarad, 23 Haziran’da, rejimin İdlib’de savaşmak için güneyde uzlaşılan savaşçılarını göndermeye devam etmesi durumunda “sivil itaatsizlik” kampanyasına destek vereceklerini söyleyerek tehdit savurdu. Şam’ın merkezi bir seri bombalı saldırıya maruz kalırken, Deyruz-Zor’da da silahlar konuştu. Tüm bu saldırılar daha önceden rejim karşıtı olan muhaliflerin 2011 ve 2012 gibi ilk dönem kökleriyle irtibatlı. Bu durum devrim ateşinin, azınlıkta kalmasına ve büyük imkansızlıklara rağmen halen ne kadar güçlü olduğunun da göstergesi. Şu ana kadar ne Rusya’nın ne de İran destekçilerinin rejimle uzlaştığı var sayılan ve palazlanmakta olan bu silahlı direnişe karşı hiçbir stratejileri yok. İltihap kendi haline terk edilirken, durumun daha da kötüleşeceğini tahayyül etmekten başka bir senaryo da ortada gözükmüyor.

Yabancı İşgalciler ve Jeopolitik Düşmanlıklar

Suriye’nin yaklaşık yüzde 62’si rejim kontrolünde ama yüzde 38’i değil. Bu yüzde 38’lik kısım, değişen ölçülerde Suriyeli aktörler tarafından kontrol ediliyor. Aynı zamanda dış hükümetlerin güçlü etkisine açıklar ve onlara bağımlılıkları var. Suriye’nin doğu ve kuzeydoğusunda, Amerika ve İslam Devleti karşıtı koalisyon müttefikleri Suriye’nin yüzde 28’ini elinde tutuyor. Türkiye’nin ağırlıklı olarak Halep ve kuzeybatı olmak üzere Suriye topraklarındaki payı yüzde 10. Türkiye’nin ve Amerika’nın dâhil olmasıyla, potansiyel devletlerarası ve devlet dışı unsurların ister Araplar ile Kürtler olsun, isterse de muhalifler ile Suriye Demokratik Güçleri (SDF); Amerika ile İran, Rusya, Suriye, bir ihtimal Türkiye arasında çoklu çatışma dinamiği ortaya çıkarken, Suriye rejiminin herkesle çatışması muhtemel hale geldi.  

‘İslam Devleti sonrası’ bu safhada bütün devlet aktörleri genişlemek, güçlenmek ve Suriye’deki kazanımlarını kalıcı hale getirmek istiyor. Bu meyanda, bir yandan yeni hatlar çizile dursun, artmakta olan gerilimin ne zaman azalacağı kelimenin tam anlamıyla belirsizliğini koruyor. Türkiye’nin eline geçirdiği bölgelerden çıkması, Kuzey Halep ve Afrin’de çeşitli veçhelerle devam eden Kürtlerin direnişi nedeniyle pek mümkün gözükmüyor. Amerika en azından yakın gelecekte bölgede mevcudiyetini sürdürecek. Mesela, SDF ile Şam arasındaki görüşmeler kesilirken, Amerika ile Türkiye arasındaki görüşmeler dondu. Kayda değer bir gelişme yaşanmadığı aşikâr. 

Bu arada İsrail, İran’ın, sınırlarının yakınındaki varlığını tehdit gördüğü için, Suriye topraklarına roket saldırısında bulundu. Rusya’nın Suriye’ye S-300 füze teslimatı olsun, Masyaf hava üssüne sevkiyatı ya da Şubat’ta aktif şekilde operasyonel evreye geçmesi olsun, hiçbiri İsrail’i askerî eylemlerden caydıramadı. Humus’ta İran ve Hizbullah mevzilerini hedef alan onlarca saldırıya karşın 30 Haziran’daki saldırı Mayıs 2018’den beri İsrail’in düzenlediği en kayda değer saldırıydı.

İran’ın Körfez’de tankerlere yönelik saldırılarının arttığına dair iddialar, ABD’ye ait bir insansız hava aracının düşürülmesi, Iraklı militanların Irak’ta ABD bağlantılı etkinlikleri hedef alma potansiyeli ve Suudi hedeflerine yönelen Husi saldırılarının artışı gibi gelişmelerin İran ve İsrail arasındaki potansiyel gerilimi daha da yükselttiğine kuşku yok. Eğer ABD ve İran arasında tansiyon daha da yükselecek olursa İran Suriye’deki ABD birliklerini kolay avlanabilecek bir hedef olarak görebilir ve bu da çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir.

Ekonomi Yaptırımları ve Yeniden Yapılanma

Askerî ve güvenlik konularının ötesinde, 8 yıl süren acımasız çatışmalar ve rejimin yarattığı şiddet sonucunda Suriye’nin alt yapıları yerle bir oldu. Rejim, her şeyi, her yeri yerle bir etmekle kalmadı, yaptırımların pençesinde Suriye’yi uluslararası izolasyona mahkûm etti. Suriye’nin enerji ve tarım kaynakları SDF ve Amerika destekli koalisyonun kontrolüne geçerken, öte yandan, ambargolar, uluslararası yasaklar ve Suriye’nin yeraltı sularına saldırılar Esed rejiminin muhtaç olduğu İran petrol sevkiyatını tehdit etmeye başladı. Şam, nisandaki petrol krizi nedeniyle felç olurken, İran, Suriye’ye tek tanker petrol gönderemedi.    

Rejimin yolsuzlukları ve idaredeki beceriksizlikleri ekonomik memnuniyetsizliklerin başlıca kaynağı denebilir. Halkın tepkisi gözle görülür şekilde rejime bağlı kesimlerde artarken, savaş sonrası tabir edilen bu dönemde hayat, sokaktaki insanın ekonomik durumunu iyileştirmek şöyle dursun, daha da kötüleştirdi. Çatışmaların yoğunluğu arasında insanlar bazı şeyleri unutsa da 2019’da hayatın acı gerçekleri rejim destekçileri ve ona rıza gösterenler açısından kabul edilebilir değil. Bu hoşnutsuzluklar ikinci bir devrim dalgası getirmeyebilir ama destekçi tabanından gelen kabarık talepler listesi karşısında kaynakları kurumaya yüz tutmuş rejim için ciddi varoluş meselesi demek bu durum.  

Dünya Bankası tahminlerine göre Suriye’nin yeniden yapılandırılmasının faturası, 2016 yılı itibariyle 450 Milyar Dolar iken, çatışmaların 2021’de durması durumunda 780 Milyar Dolar. Dünyanın en büyük yeniden yapılandırma bütçesini Afganistan ile aynı oranda alması halinde, Almanya’nın Qantara websitesinin tahminlerine göre, ülkenin yapılandırılması 50 yılı bulacak. Bu tahminler yolsuzluk olmaması ve etkili harcama şartları halinde geçerli. Mükemmel şartlar sağlansa dahi, şimdiden kestirilemeyen büyük sorunlar olacak gibi. 2 milyon insan için yapılacak konut projesini ele alalım. 10 yıl boyunca, 25 milyon ton çimento ve 5 milyon ton demir gerektirecek bu proje için uygun yollar, limanlar ve altyapı mevcut değil. Sırf harç yapmak için bile yüksek miktarda su ithal edilmesi gerekiyor.

2011’den beri, Suriye rejiminin sayısız savaş suçları ve zorbalıkları devam ederken, rejim, uluslararası arabuluculuk çabalarına da karşı çıkmakta. Bu nedenle, kısa bir süre içinde uluslararası toplumun Suriye’de bir çıkış yolu üretebileceğini düşünmek mantıklı değil. Suriye’de hayatın her alanında yaşanan durgunluk, derin yıkımlar, ekonomik kriz, iktidar yetmezliği, gittikçe artan istikrarsızlık ve habis ur gibi her tarafta pırtlak veren aktörler gerçeğini en başta bir yere kaydetmek gerekiyor. Suç unsurları, savaşla beslenen aşiretler, yerel direnişçiler veya daha etraflı terörist eylemler olsun, şiddet muhtemelen mevcut düzenin başlıca sonuçlarından biri. Ortaya çıkan bu tablo, Şam, Moskova ve Tahran arasında işbirliğinin bir sonucu; Washington’un değil.  

Siyasi Sonuçlar

Amerika ve müttefiklerinin tümünün, kabul etsinler ya da etmesinler Suriye’de çıkarları var. Ne İslam Devleti’nin sahada yenilgiye uğratılması ne de Suriye iç savaşındaki yavaşlama ve dönüşümündeki duraksamalar bu ülkeden dikkatimizi, birliklerimizi veya diplomatik enerjimizi çekmemize yol açmamalı. Bilakis, Suriye’den gelen çok sayıda tehdit ve yeni güvenlik riski Amerika ve müttefiklerinin bölgeye dair taahhütlerini ikiye katlamasını gerekli kılıyor. İlk etapta odaklanılması gereken, kayda değer müzakereleri başlatacak şartlar için her türlü zeminden istifade etmektir. Cenevre süreci bitmiş olabilir ama müzakerelere bağlı çözüm kavramı yaşıyor ve yaşatılması da elzem. Rusya ve Amerika arasında Soçi, New York ve Kudüs’teki toplantılar, potansiyel olarak pek hayati olan diplomatik sürecin fiilini ateşledi. Rusya’nın Amerika’nın destek vereceği bir çeşit kapsamlı politik çözümü istediği ve bunun ötesinde ihtiyaç duyduğu su götürmez bir gerçek.

Washington tasdik mührünü boş yere vermeyecektir. Trump yönetiminin Suriye taleplerinin -özellikle İran’dan- gerçekçilikten fena halde uzak olsa dahi Moskova ile müzakereleri başlatmak için tasarlandığı görülüyor. Bu strateji kör bir strateji olmasa bile, Amerika, Suriye’de neyi başarmak istediğine ilişkin amaçlarını ve hedeflere ulaştıracak yolları daha bir net ortaya koymadıkça sonuçsuz kalmaya mahkûm. Trump’ın Aralık 2018 tarihinde şoke eden Suriye’den çekilme kararının ardından, Amerikalı yetkililer arasında, Suriye stratejisine ilişkin detayları konuşmak, Başkan’ın bam teline basıp şimşekleri üzerine çekmek anlamına gelmeye başladı.    

Kesin olan bir şey var: Eğer Amerika, Suriye’yi bu halde kanunsuz, kaosa gark olmuş halde bırakırsa, bundan sonraki kaos dalgası herkesi yutar. İşte o zaman, kimsenin yapabileceği bir şey olmayacaktır.

HABERE YORUM KAT