1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Direnenlerin de Uygulaması Var!
Direnenlerin de Uygulaması Var!

Direnenlerin de Uygulaması Var!

“Eğer başörtüsü yasağında mesele ‘uygulama’ ise direnenlerin de ‘uygulamaları’ var ve onlar kazanacaklar…”

11 Ekim 2010 Pazartesi 15:26A+A-

Kürt meselesinde, Ermeni meselesinde olduğu gibi, başörtüsü konusunda da Türkiye'de bir tarih yazıldığına dikkat çeken Ferhat Kentel, bu tarihin asıl aktörlerinin de direnen ve bedel ödeyen başörtülü kadınlar olduğunu ifade etti. İşte Kentel'in 9 Ekim 2010 tarihli Taraf gazetesindeki yazısı:

Başörtüsünde 'uygulama böyle'...

Ferhat Kentel / Taraf

"Hiçbir sorun yokken, nerden çıktı gene bu türban?" yakınmalarına rağmen, mağdurlarının gündeminden zaten hiç çıkmayan "başörtüsü" meselesi kamuoyunun gündemine gene girdi.

Mağdur olanların sesleri bastırıldıkları sürece, "yok" sayılan, "yok" zannedilen ve böylelikle "halledilmiş" varsayılan başörtüsü meselesi tabii ki bu memleketin derdi olacaktı; çünkü ne "türban" korkusu ve takıntısı, ne de "başörtüsü" hakkı ve talebi zihinlerimizi bir türlü terkediyor.

Terketmiyor, çünkü asla modern olamayan, fakat modern görünüm altında bu toplumun din algısına düşman olan bir zihniyet hâlâ mevcut. 1928'de "Dini Islah Beyannamesi"ni ("Mabetlerde ilahi mahiyetinde asri ve estrümantal musikiye kati ihtiyaç" duyularak, Türkçe ilahiler okunan, ayakkabıyla girilen, sıraların olduğu, duvarlarında Türk ressamlarının tabloları asılı olan –kilise gibi- "cami" projesi vs.) hazırlayanların, üstelik geçmiş tarihi unutturmak için kiliseleri de gözden çıkaranların türevleri bugün de mevcut.

Terketmiyor, çünkü camileri değiştiremeyip, üniversiteleri "tapınak" gibi görenlerin; bilimle, irfanla uğraşır gibi görünürken, kendilerini efendilerine teslim etmiş "tapınak bekçileri" gibi davrananların oturdukları üniversitelerde hâlâ başörtülü öğrenciler "modernleşmek(!) için çağrıldıkları" okullarına devam edebilmek için, mesela "başı açık fotoğraflı paso" isteyen ve kendini "kanun koyucu" gibi telakki eden İzmir Belediyesi'nin de dâhil olduğu binbir badireden geçmek ya da o badirelerin altında kalıp, okullarını terk etmek zorunda kalıyorlar.

Onların çoğunun "kamusal alanda" mücadele etmek için sahip oldukları araçlar da çok fazla yok. Okul kapısına her geldiklerinde en fazla "Allah'ım sana yalvarıyorum, bir sorun çıkmasın" diye dua edebiliyorlar.

Herkes elini kolunu sallayarak okulun kapısından girerken, onlar şapka ya da peruk vasıtasıyla "kimlik metamorfozuna" uğramak zorunda kalıyorlar. Ama "gestapo" ve "parti / ideoloji komiseri" tecrübelerinden destekli tapınak bekçileri şapkaya bile tahammül edemiyorlar. Çünkü kendi tahayyüllerindeki başörtüsü gerçekten bir "simge" ve o simgenin altındaki insana tahammül edemiyorlar.

Başörtülü öğrenciler derse ya da sınav salonuna girmeyi becerebildikleri zaman bile aşağılamalarla, sınıfı terketmeye zorlanmalarla, tutanaklarla muhatap oluyorlar. İnsanları olmadıkları gibi görünmeye ve davranmaya -"takıyye" yapmaya- zorlayan bekçilerin bizzat kendileri, –mesela Dokuz Eylül Üniversitesi "Hukuk" Fakültesi'nde- her türlü sahteciliğe başvuruyorlar: şapkalı öğrenciyi tutanaklara "türbanlı" diye kaydediyorlar; başörtüsünü sebep olarak gösteremeyecekleri için verdikleri disiplin cezalarını "arkadaşlarının eğitim öğretim hakkını engellemek", "okulda düzeni bozmak" suçuna dayandırıyorlar.

Aslında "şapka avcısı öğretim üyeleri", bir düzenin bozulduğu konusunda haklılar ama okulunki değil; kendi zihinsel düzenleri, konforları, ezberleri bozuluyor...

Başörtüsünün "siyasi simge" olduğunu, "çağdaşlığa uymadığını" düşünenlere toplumun hareketini, karmaşıklığını, farklı varoluş halleri olabileceğini anlatabilmek; "eğer serbest bırakılırsa bir gün herkesin başörtüsü takmak zorunda kalacağından" vs. korkanlara korkularını yatıştırabilmek için ne hukuka ne de sosyolojiye, ne akla ne de kalbe hitap edebilecek açıklamalar yapmak artık pek mümkün görünüyor.

Çünkü meselenin bir tür "sınıf" meselesi ve çatışması olduğunu, başörtüsünden nefret eden kurum ve insanlara bu nefret ve korkularının aslında yeniden üreticisi oldukları seçkinliğin bir tezahüründen başka bir şey olmadığını, nefes alıp verdikleri ideolojinin ürünü olduğunu anlatmak mümkün değil. Çünkü eğer sınıflar arası ilişkilerde sadece anlatarak ikna etmek mümkün olsaydı, ne toplumsal mücadeleler ne de tarih olurdu.

Kürt meselesinde, Ermeni meselesinde olduğu gibi, başörtüsü konusunda da Türkiye'de bir tarih yazılıyor. Modernizm, çağdaşlık, ilerleme, kamusal alan - özel alan ayrımları gibi konularda makro ezberlerimizin yıkılmakta olduğunun yazıldığı bir tarih... Bu tarihin asıl aktörleri de direnen ve bedel ödeyen başörtülü kadınlar...

DEÜ-Hukuk Fakültesi'nde başörtülü bir öğrenciyi sınava almayan bir gözetmeninin "neden" sorusuna verdiği "uygulama böyle" cevabında olduğu gibi, mesele artık sadece "uygulamaya" kalmış durumda... Eğer mesele "uygulama" ise, direnenlerin de "uygulamaları" var, ve onlar kazanacaklar

Tabii bu mesele çözülecek, ama bu mesele yüzünden yaralanmış, yıpranmış gencecik insanların kaybettikleri yıllar da umutlar da geri gelmeyecek...

HABERE YORUM KAT

1 Yorum