1. YAZARLAR

  2. Ferhat Kentel

  3. Çerkesler ve ‘yer’ edinmek
Ferhat Kentel

Ferhat Kentel

Yazarın Tüm Yazıları >

Çerkesler ve ‘yer’ edinmek

14 Mayıs 2011 Cumartesi 15:47A+A-

Geçtiğimiz günlerde “Demokrasi İçin Çerkes Girişimi”nin (DİÇEG) düzenlediği bir toplantı, insanın “yer” ile ilişkisi hakkında benim için ders doluydu.

Birtakım “yerler” ile ilişkimiz çok şey anlatıyor. Kendimize dair sürekli bir yer edinmeye çalışıyoruz... Kafamızı sokacak bir ev, evde kendimize ait bir yerimiz olsun istiyoruz. Evimizi, odamızı süslüyoruz; kendimize dair işaretler, hatıralar serpiştiriyoruz sağa sola; “tanıdık” yapmak istiyoruz yaşadığımız yeri ve de kullandığımız mekânları... Biraz olsun “ben” diyebilmek için... Bu “ben”in dağılmaması, kaybolmaması, “yer”ini bilmesi için bir “düzen” kurmaya çalışıyoruz; kitapları, CD’leri alanlarına, konularına göre ayırıp ilgili raflara, bardakları bir tarafa, tabakları başka bir tarafa diziyoruz.

Hem bütün biricikliğimizle kendimiz olmak istiyoruz hem de benzerliklerimizi paylaştıklarımızla birlikte olmak, “biz” olmak istiyoruz.

Tekil insanlar olarak sürdürdüğümüz bitmez tükenmez yer inşa çabası, “bizim” için de sürüyor. Aynı dili, inancı, kültürü, dertleri, hafızayı paylaşan topluluklar da kendilerine dair, fiziksel ya da sembollerle dolu bir “yer” yapıyorlar. Yaşadığımız sokak, köy, şehir bizim anlam dünyamızı kurmada ilk referanslarımız oluyor. Ama o “yer” aynı zamanda âdetlerle, geleneklerle, bazen basit, bazen karmakarışık ve ayrıntılı ritüellerle birlikte bir bütün haline geliyor.

Yer değiştirdiğimiz her seferinde bocalamamız da bu yüzden. Bizim için anlamlı işaretleri kaybediyoruz. Geride bıraktığımız ve bir daha geri dönemeyeceğimiz evler, sokaklar, bir zamanlar “içinde yaşadığımız” çocukluğumuz ve gençliğimiz özlem ve nostalji konumuz haline geliyor. Yeniden bir yer ve onun işaretlerini kurup içselleştirinceye, yeni yerimizi “bize dair” bir hale getirinceye kadar...

Modern ulus-devletler de işte bu bitmez tükenmez yersizleşme ve yeniden yerleşme çabalarıyla dolu ve hiçbirimiz bundan muaf değiliz. Baskı ve zulümle, veya çaresizlik içinde isyan ederek ya da öğrenilmiş ve kamçılanan bir duygu eşliğinde yeniye duyduğumuz arzuyla yer değiştiriyoruz, yerimizden ediliyoruz.

Bu devletler, yerlerinden edilmiş ve yeni yerlerini hiçbir zaman tam olarak “yer” edinememiş insanlar cehennemi adeta... Sovyet totalitarizminin sürdüğü ve uçsuz bucaksız Sibirya topraklarında kaybolmuş Kırım ve Ahıska Türkleri; Fransa’nın sömürgelerinden söktüğü ve büyük şehirlerin banliyölerinde öfkeyi dil haline getiren Araplar; İttihat Terakki’nin “tehcire” tâbi tuttuğu, soyları Anadolu’da neredeyse tükenen ve yaslarına saygı duyulmasını bekleyen Türkiyeli Ermeniler, hayatlarının anlamı 1915’e sıkışmış olan diasporadaki Ermeniler; köklerini kurutmak için Nazi Almanyası’nın her türlü “bilimsel tekniğe” başvurduğu Yahudiler ve onların kurduğu İsrail devletinin yerlerinden ettiği Filistinliler; Ermenistan devletinin Hocali katliamından kurtulabilen Azeri “kaçkınlar”; “vatan-millet” kalkanının arkasına saklanan T.C. devletinin savaş lordları tarafından köyleri zorla boşaltılıp, dağları ya da büyük şehirleri ev yapan Kürtler ve daha niceleri acılar ve travmalar içinde yerlerini aramaya devam ediyorlar.

Zulümle yerlerini kaybeden toplulukların yeni yerlerini, içinde oturmaya çalıştıkları kimlikleri inşa etmeleri ve huzurla yaşamaları hiç kolay değil. Topluluk içindeki bireylerin, grupların yeni yerlerini ev yapma çabasında bazen, geçmiş, folklorik bir süsten öteye gitmeyebiliyor. Veya siyasal asimilasyonun altında topluluk kültürel bir cemaat özelliği üretebiliyor. Ya da onları yerlerinden edenlere duyulan öfke, yeni yerleşilen yere mutlak bir asimilasyonu getirebiliyor ve asimilasyonist dilin tahammül edemediği her türlü farklılık talebi bu kesimlerin öfkesine maruz kalabiliyor.

Mesela Türkiye’ye göç eden bir Bulgaristan ya da Makedonya Türk’ü ya da daha da bariz olarak, Çin devletinin zulmünden kurtulup Türkiye’ye gelen Uygur kökenli bir Türkiye vatandaşı, onlara kucak açan bu “kutsal” devlete karşı Kürtlerin isyan etmelerine tahammül edemeyebiliyor.

İnsanlar kaybettikleri topraklara bir daha geri dönememe duygusunu ağır bir şekilde yaşıyorlar. Ve kendilerine yer edinirken, bu yeni yeri de kaybetme korkusuyla, o yere sonuna kadar –o yerin yarattığı haksızlıklara rağmen- her şeyiyle sahip çıkmaya yönelmeleri anlaşılabilir bir şey. Ancak, terk edilen ülkelerdeki haksızlıklara dair tecrübenin başkaları için de geçerli olabileceğini görmemek daha zor anlaşılıyor. Adeta geçmişteki tecrübe sadece kendi “yer”ini kurmak için işlevselleşiyor; “biz”i kuran bu tür bir yerin başkaları için de geçerli olabileceği fikri reddediliyor.

Bu, bir tür çaresizlik hâli aslında. Ancak hem 21 Mayıs 1864’te uğradıkları “Çerkes sürgünü” ile ve bu topraklarda Osmanlı tarafından sağa sola serpiştirilmiş olmakla beslenen hafızalarıyla kendilerine dair bir yere sahip çıkan, hem de “Demokratik devlet Güneş gibidir, ışığını verirken çiçek ayırmaz” diyerek devletten herkesin hafızası ve dili için saygı talep eden DİÇEG vasıtasıyla bu çaresizliğin kader olmadığını görmek mümkün.

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT