1. HABERLER

  2. İSLAM DÜNYASI

  3. TUNUS

  4. "Burada çocuklar açlıktan oruç tutar..."
"Burada çocuklar açlıktan oruç tutar..."

"Burada çocuklar açlıktan oruç tutar..."

Genç Dergisi'nden Yağmur Ünalan, Suriye'deki tecrübe izlenimlerini aktarıyor.

03 Ocak 2022 Pazartesi 13:20A+A-

HAKSÖZ HABER

Suriye'de devam eden savaş zulüm ve direniş ekseninde günümüze kadar geldi. Bir zalime başkaldıran Suriye halkının çığlığına birkaç ülke hariç herkes kulaklarını tıkadı. 

Rejim, Rusya ve İran'ın katliamlarında kaçan Suriyeliler İdlib'e gelerek İdlib'i Özgür Suriye'nin başkenti yaptılar. Türkiye'nin sınırında ise binlerce insan çadır kentlerde çok zor koşullarda yaşıyorlar. 

Kış şartlarında iyice ağırlaşan yaşam koşullarını hafifletmek ise bizim elimizde. Maddi yardımların yanında bölgedeki kardeşlerimizin acısına ortak olmak da çok önemli. Yağmur Ünalan'ın yazısı bu bağlamda güzel hatırlatmalarda bulunuyor. 


Yağmur Ünalan / Genç Dergisi

Suriye izlenimleri

Suriye`ye gidileceğini ilk duyduğumda inanılmaz bir heyecan hissettim. Sınırımızda bir insanlık dramı yaşanıyordu ve benim kulaktan dolma bilgiler dışında hiçbir bilgim yoktu. Derken gitme vakti geldi çattı. Yol boyunca beni nelerin beklediğini düşünüp durdum. 

Sonunda Hatay`a varmıştık ve ilk durağımız olan Reyhanlı`ya doğru yolculuğumuz başlamıştı. Yetim köyüne vardığımızda özellikle Suriyeli savaş mağduru çocuklarımızın barınma, eğitim, teknoloji, rehabilitasyon gibi birçok alanda ihtiyaçlarını karşılayan muazzam bir yapı ile karşılaştık. İçim huzurla doldu ama benim aklım fikrim Suriye`deydi bir an önce gitmek istiyor, nelere şahit olacağımı görmek istiyordum. 

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde yola çıktık. Cilvegözü Sınır Kapısından giriş yaparak Suriye`ye doğru yol almaya başladık. Kimliklerimiz alınıp ziyaretçi kartlarımız verildi. Her kontrol noktasında askerler arama yapıyordu ve kontrol noktalarında fotoğraf çekmek yasaktı.

İlk durağımız olan Sarmada çadır kentine vardığımızda şaşkın bakışlarıyla çocuklar karşıladı bizi. İsimlerini sorduğumuzda gözlerinin içleri gülerek cevap veriyorlardı. Çamurun yüksekliği, yapışkanlığı rahatsız edecek derecedeydi. Buz gibi hava tüm şiddetiyle yüzümüze çarparken, çocukların incecik kıyafetlerle, çorapsız ayaklarla bu soğuğa nasıl dayandıklarını düşündüm. Hiç üşüyen biri değilken ayaklarımın buz kestiğini fark ettim. Derken yanıma Fatime geldi. Işıl ışıl gözleriyle yüzüme bakıyordu. O kadar tatlı gülümsüyordu ki... Bir anda istemsizce ayaklarına çevirdim bakışlarımı. Ayağında babet gibi bir şey vardı ve çorap yoktu. Çok utandım, yanaklarımın yandığını hissettim. Ben ayağımda botla üşüdüğümü söylemiştim o ise minicik ayaklarının üşüdüğünü dahi fark edemeyecek kadar soğuğa alışmıştı. Buna rağmen öyle coşkuyla karşılanmıştık ki..

Kimsesizdiler... Belki bundandı ziyarete gelen insanlara böylesi içten davranmaları... Hayata tutunmaya çalışan, savaş dolayısıyla yüreklerinde onarılması imkânsız yaralar açılan nice insanlar gördük...

Mevlana der ki: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilirler." Ne kadar da doğruymuş... Dillerimiz farklı olsa da gönülden gönüle uzanan bir bağ kurmuş, gözlerimizle anlaşmıştık.

Bir çadırın içine girdik. Yoğun bir rutubet kokusu karşıladı bizi. "Yağmur yağınca içeriye su doluyor, yastık o sebepten ıslak" dedi, çadırına konuk olduğumuz kardeşimiz yarı mahcup, yarı hüzünlü bir edayla...

"Hiç problem değil" diyerek onu rahatlatmaya çalıştık, oturduk yanına. Bir anda sırtımı yaslayamadığımı fark ettim. Sahi yıllardır çadırlarda yaşayan insanlar nasıl yaslanmadan durabiliyorlardı ki? Ne kadar rahatsız ediciydi... Aklımda sorular birbirini kovalarken hikayesini anlatmaya başladı. 

Oğlu ve eşi savaşta şehit olmuştu. Kalan 7 çocuğu ile yaşam mücadelesi veriyordu. Henüz orta yaşlarının başlarındaydı ama yüzündeki çizgiler, ellerindeki nasırlar, gözlerindeki acı ömrüne iki kat ağırlık katmıştı. 

Savaşın bitirdiği hayatlar tam karşımdaydı... İçimde bin bir hüzün birbiriyle yarışırken ben daha ilk durakta bir daha eskisi gibi bir insan olamayacağımı anlamıştım...

Çadırdan çıktık... Kapıda çocuklar bizi bekliyordu, heyecanla sıraya girdiler. Mutlulukla bir yandan konuşuyor bir yandan da zıplayarak ısınmaya çalışıyorlardı. Bir anda hüzün ve utanma duygusu hissettim. Rehberimize, "Bir çikolataya nasıl da mutlu oluyorlar ama acaba içten içe hevesleri kırılmış mıdır çikolata ve şeker görünce?" dedim.

"Abla, en az bir aydır boğazlarından bir tek bisküvi geçmemiştir. Burada çocuklar açlıktan oruç tutar, tek bir öğün yemek yerler ondan bu mutluluk" dedi.

Ahhh... Nasıl bir cevaptı bu! Biz aç kalma korkusuyla çantamızı doldurmuştuk, karşımızdaki minicik yavrucaklar ise açlıktan oruç tutuyorlardı. Gözümden yaşlar boşanıyordu, arkamı döndüm, kendimi toparlamaya çalıştım ve sustum ama nasıl bir susmak... İçimin acısından kalbim patlayacak sandım...

O sırada bomba sesleri duyduk... 15 km ötemizdeki kampları iki kere vurmuşlardı. Savaş hemen dibimizde devam ediyordu ama ben gördüklerim karşısında uyuşmuş, hiçbir şey hissedemez hâle gelmiştim. Ne bir korku ne bir endişe duyuyordum...

Yavaş yavaş ayrılık vakti yaklaşıyordu. Tam çıkışa yaklaşmışken iki hanım kardeşimiz seslendi arkamızdan:

"Sizden hiçbir şey istemiyoruz. Sadece bizi buradan kurtarın." Öyle derin bir "ah" çektim ki... Keşke mümkün olsaydı da bir çırpıda çorak toprakları yeşertebilseydim, her yeni güne çiçeklerle uyandırabilseydim sizleri...

Arabaya bindik. Dar`ül İman Yetimhanesine doğru ilerlerken savaşın tüm acımasızlığını görmeye başladık. Taş üstünde taş kalmamıştı, her yer enkazdı. Yol boyu sayısız zeytin ağacı vardı ama insan yoktu. Sebebini sorduk, her yerin rejim askerleri tarafından mayın tarlasına çevrildiğini öğrendik ve ürperdik... Bununla da bitmemişti öğrendiğimiz gerçekler. Rejim askerlerinin rehin tuttukları aileleri, ciddi bir meblağ karşılığında tıpkı bir köle gibi sattıklarını öğrendik. Hayretler içerisinde toparlanmaya çalışıyorduk. 

Efendimiz`in (s.a.v) hadisi yankılanmaya başladı kulaklarımda:

"Herhangi bir Müslüman kimse, Müslüman bir köleyi hürriyetini kavuşturursa o köle, o kimsenin ateşten kurtulmasına sebep olur. Kölenin her organı onun bir organını ateşten kurtarır." Bir köle azad etmek bu devirde dahi elimizdeydi ve insanlar çaresizce kurtarılmaya bekliyorlardı. Savaşın gerçekleri tüm acımasızlığıyla gözlerimizin önüne serilmeye başlamıştı... Rehberimiz devam etti: "SİHA`lar her yerde. Şu an üzerimizde, bizi takip ediyorlar, isterlerse üzerimize bomba atabilirler. Rejim askerleri şehri yarı hilal şeklinde muhasara altına aldılar ve şu gördüğünüz tepelerin hepsinde keskin nişancılar var."

Bir an düşündüm. Şu an bir keskin nişancı tarafından sebepsizce öldürülebilirdim. Birkaç dakikalığına dahi olsa bu gerçekle yüzleşmiştim. Peki ya her gün bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalsaydım?

Allah Teâlâ, Ankebût Suresi 2.ayette şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" Ne zor bir imtihanları vardı ve nasıl bir teslimiyetle tevekkül ediyorlardı. İmrenmemek mümkün değildi...

İlerliyorduk sessizce… Nayrab bölgesinde, rejim tarafından bombalanan bir okulun yıkıntıları arasına gelmiştik… Kocaman bir taş yığını gördük. Rehberimiz anlatmaya başladı: "Burada sayısız çocuk şehit oldu, onları kurtarmamız için bağırıyorlardı hâlâ enkaz altında çocuklar olabilir." Yutkunuyorum, dualarla yanından geçiyoruz yıkıntıların, başımın döndüğünü hissediyorum.

"Ne çok acı var ve ne kadar tepkisiziz" diyorum sessizce... Ardından Dar`ül İman Yetimhanesine gidiyoruz. Çocuklar neşeyle kapıda karşılıyorlar bizi, ellerini uzatıp tanışmak istiyorlar. Sohbet etmeye başlıyoruz, el ele tutuşarak yürüyoruz. Hemen sonra çiçek gibi anneler geliyor yanımıza. Hevesle konuşmaya çalışıyorlar. Çat pat Arapçamızla hâl hatır soruyor, aldığımız cevapla ise sarsılıyoruz: "Her halimize elhamdülillah." Eşleri yok, aileleri yok, aşları yok, kıyafetleri yok ama imanları var. Taşla, tüfekle sarsılmayacak kadar sağlam, her şeyin Allah`tan geldiğini bilecek ve ona göre davranacak kadar güçlü...

Rabbimiz, (Zümer, 61) şöyle sesleniyor biz aciz kullarına: "Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları, Allah yolundaki kazançları sebebiyle (cehennemden) kurtaracak ve onlara hiçbir fenalık dokunmadığı gibi, herhangi bir sebeple mahzun da olmayacaklardır." "Allahu Ekber! Ne güzel bir müjdedir bu sizler için" diyorum içten içe, gıpta ederek...

Ardından bir çikolatanın insanı yerle yeksan edebileceğine şahit oluyorum. Tam ziyaretimizi tamamlamış, vedalaşıyorken bir kuzucuk yakalıyor beni, verdiğim çikolatayı tekrar bana uzatıyor yemem için. "Hayır, o senin" diyorum o ise upuzun kirpikleriyle, utangaç gülümsemesiyle sen yemelisin dercesine yüzüme bakıyor, elime tutuşturmaya çalışıyor. Bu cömertlik karşısında adeta dizlerimin bağı çözülüyor, kahroluyorum...

Son durağımız briket evler oluyor her yer buz gibi... Soba bacaları görüyoruz ama hiçbirinden duman çıkmıyor. Öğreniyoruz ki kömür yok... Çocukları görüyoruz, gülücükler saçarak okuldan çıkıyorlar biz de gülümsüyor, el sallıyoruz... Dönüş yoluna giriyoruz ama ben artık eskisi gibi değilim. Birkaç saat hayatımda köklü değişimlere vesile oluyor.

İnsanların acımasızca "Suriyeliler niçin ülkelerinde kalmayıp, buralara geliyorlar?" serzenişlerinin cevabını bizzat yerinde alıyorum. Yolculuğumuz boyunca neredeyse erkek görmedik. Çoğu şehit olmuştu, gördüklerimizin bir kısmı gaziydi, kalanlar ise çaresizce yaşam mücadelesi veriyorlardı.

Sormak isterim: "Hayalet bir şehir de ne kadar direnebilirsiniz?" Her yer enkaz... İş yok, aş yok, barınma yok... Adeta şehirden nefes sesi bile duyulmuyor. Eşlerini, işlerini, evlerini, hayatlarını kaybetmişler, enkazın altında nice hayalleri kalmış buna rağmen tek bir isyan sözcüğü çıkmıyor ağızlarından ve direniyorlar...

Bu ayete sırtını yaslamış, Allah`a etiyle kemiğiyle güvenmiş inanmışlara kim zarar verebilir ki? "Yalnız Allah’a güvenip dayan. Çünkü, güvenip dayanılacak ve işlerin kendine havale edileceği makam olarak Allah yeter!" (Ahzâb, 3)

Kendi kendimi tembihliyorum yol boyunca... "Belki her insanın hayatını değiştiremeyebilirsin ama en azından Hz. İbrahim`e (a.s) su taşıyan karınca misali tarafını belli edebilir, kardeşlerinin derdine derman olmaya çalışabilir, bir yüreğin dahi olsa hayır duasını almaya gayret edebilir ve gerçekleri hiçbir kınayıcıdan korkmadan haykırabilirsin. Mahkeme-i Kübra`da, Allah`a karşı mahcup bir edayla: "Rabbim aciz bir kulun olarak en azından mazlumun yanında olmaya çalıştım, zalime fırsat vermedim." diyebilecek kadar onurlu bir hayat sürebilirsin...

Unutmayın ki hayat uzun, imtihanlar çetin ve henüz hikayeniz son bulmadı. Bunun bilincinde olup ahir ömrümüzü Allah`ın razı olacağı şekilde geçirmeye niyet etmeliyiz hem de bir saniye olsun beklemeden...

Selam olsun! Ümmetin derdiyle dertlenip, Hz. İbrahim`e (a.s) su taşıyan karınca misali safını belli edenlere, zalimden korkmayıp mazluma destek verenlere! 

HABERE YORUM KAT