1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. "Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakârlık’a Nasıl Bakmalı?" kitabı değerlendirildi
"Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakârlık’a Nasıl Bakmalı?" kitabı değerlendirildi

"Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakârlık’a Nasıl Bakmalı?" kitabı değerlendirildi

Vitalen Vakfı’nın aylık kitap değerlendirme çalışmalarının 2022 Şubat ayındaki kitabı Prof. Dr. Yasin Aktay ve Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın’ın “Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakârlık’a Nasıl Bakmalı?” isimli eseri idi.

14 Mart 2022 Pazartesi 17:01A+A-

HAKSÖZ-HABER

Beyan Yayınları’nın 20 kitaplık “Bir Müslüman Nasıl Bakmalı” kitap serisinden 2022 Şubat ayında Yasin Aktay ve Mahmut Hakkı Akın’ın birlikte yazdıkları“Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakârlık’a Nasıl Bakmalı?” kitabı Vitalen Vakfı bursiyer öğrencileri tarafından değerlendirildi. 2022 Şubat ayında kitap değerlendirme etkinliğine katılan 200’e yakın üniversiteli öğrencinin arasından derece alarak ilk üçe giren Shamsullah Zaland (Ankara),  Yusuf Ahmet Kaya (Ankara) ve Ahmet Kerim Artuk (İstanbul) oldu. Birincilik ödülüne uygun görülen Afganistanlı öğrenci Shamsullah Zaland Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesinde okumaktadır. İlk üç dereceye giren öğrencilerin yazılarını aşağıda yayımlıyoruz.

Dereceye giren bu üç öğrenci kardeşimizle beraber mansiyon kazanan 10 öğrenci kardeşimiz de şunlardır: Erkam Kuşçu (İstanbul) , Rıdvan Şahdemir (Ankara/Afganistan),  Zeynep Genç (İstanbul), Büşra Kızılkaya (Ankara), Özlem Kutbay (Bursa), Çağrı İslam (İstanbul), Rüveyda Mekeç (İstanbul), Nurhan Er Yılmaz (Ankara), Melike Bars (İstanbul), Muhammed Talha Karabulut (İstanbul). Vakıf dereceye giren ve mansiyon kazanan öğrencileri bazı ödüllerle mükafatlandıracak.

Vakfın yürüttüğü kampanya gereğince ( https://vitalenvakfi.org ) aynı şartlarda  Mart ayında değerlendirilecek kitap ise aynı seriden Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın’ın “Bir Müslüman Batı Mederiyeti’ne Nasıl Bakmalı?” başlıklı çalışması olacaktır.


DERECEYE GİREN YAZILAR:

1.

بسم‌الله الرحمن الرحیم

Bir Müslüman Geleneğe ve Muhafazakârlığa Nasıl Bakmalı?

Shamsullah Zaland

Bu soru, muhafazakârlık bağlamında bir Müslüman'ın ilişkisine odaklanmayı gerektirmektedir. Muhafazakâr düşünce ve pratik biçiminin kaynağı olarak kabul ettiğimiz gelenek, bir Müslüman için ne ifade eder? Öncelikle belirtmek gerekir ki İslam'ın devrimci tabiatını, Fransız Devrimi ya da Bolşevik Devrimi gibi bir devrimci anlayış çerçevesinde anlamak mümkün değildir. İslam'ın insanlık tarihinde yaptığını söylediğimiz devrim Fransız ya da Bolşevik Devrimi gibi bir şey değildir. Bu devrimler, kitleleri ve insanı değiştirmekten ziyade insanı çevreleyen şartları; özellikle de siyasi ve iktisadi şartları değiştirmek amacında olmuştur. Hz. Muhammed'in (S.A.V) tarihte devrimci bir rol üstlendiğini ve İslam'dan sonra tarihin en büyük tarihsel kırılmalardan birini yaşadığını söylemek, peygamberimizin geleneğe ait tarihsel ve kültürel mirasi bütünüyle reddettiği ve onunla mücadele ettiği anlamına gelmez. Burada temel bir kriteri tespit etmek gerekmektedir.

İslam, var olan ve süre giden gelenekte sorgulanmadan kabul edilen ve gelenek haline getirilen kula kulluk ilişkilerine, yani "şirke" karşı tevhid mücadelesi verilmesini sadece tavsiye etmez, bunu zorunlu da kılar. Ancak geleneğin kendisi, salt gelenek olma vasfı dolayısıyla reddedilmez. Zira insan hayatı ve varoluşu genel olarak çeşitli davranışların, toplumsal kurumların devamlılığı üzerine kurulu, dolayısıyla geleneği şart koşar. Bütün geleneklerin İslam'a aykırı olması elbette mümkün değil. Bu nedenle tevhid anlayışıyla çelişmediği müddetçe geleneğin bütün unsurları kabul edilir, yaşamaya ve kendi tarihselliğine bırakılır. Peygamberimizin devrimi, bir bütündür ve muhalefetini geleneğin tevhid ile çelişen ve insanları şirke, günaha, zulme ve diğer gayrı ahlaki yollara iten taraflarına yöneltmiştir. Dolayısıyla bir şey eskiye ya da geçmişe ait olduğu için mutlak surette ne iyi ne de kötü olabilir. İslam'ın ilkeleri, kendi ölçülerinden kaynağını alır.

Vurgulandığı gibi muhafazakâr düşüncenin ve siyasetin en önemli özelliklerinden biri de "reaksiyoner"; yani tepkisel olmasıdır. Hatta muhafazakârlığı ortaya çıkaran ve varlığını sürdüren en önemli şeylerden biri, reaksiyon gösterdiği "öteki"dir. Peygamberimiz peygamberlik görevini üstlendikten sonra "var olan düzeni bozduğu, huzursuzluk çıkardığı ve gençlerin aklını çeldiği" gibi suçlamalarla karşılaşmıştır. Bu suçlamaları yapan grup, çoğunlukla dönemin Arap toplumunda geleneksel aristokrasi sayesinde ekonomik ve siyasi üstünlük elde etmiş toplumun seçkin kesimine mensup insanlardan oluşmuştur.

Peygamberimize ve ilk Müslümanlara karşı gösterilen bu tepkinin gelenekçiliğe kayan muhafazakár yönleri olduğunu belirtmek gerekir. Bu tepkiyi gösterenler, var olan düzenin devam etmesini kendi lehlerine bir durum olarak kabul etmişler ve düzenin bozulmasının dünyevi menfaatlerine dokunacağını düşünmüşlerdir. Nitekim bu tepkinin daha önce de peygamberlere karşı dile getirildiği, peygamberlerin düzen bozucu olarak itham edildikleri bilinmektedir. Dikkat edilirse burada, süre giden geleneğe ve onun oluşturduğu düzene alternatif bir tepkinin ortaya çıkması arzu edilmemektedir. Onlar için bu düzeni meşrulaştıran kaynak bizatihi düzenin kendisi, onun bu şekilde var olmuş olmasıdır. Bu nedenle İslam'a karşı olanların peygamberimize ve ilk Müslümanlara karşı gösterdikleri tepki, geleneksel olanı sırf kendisi olduğu için kabul ettiğinden, muhafazakâr bir reaksiyon olarak tanımlanabilir. Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar, düzen bozucu olmakla ve geleneğe karşı çıkmakla suçlanmışlar ve pek çok eziyete muhatap olmuşlardır.

Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar, Mekke'de tarihsel ve kültürel olarak gelenekten ve var olan düzenden güçlerini alarak kendilerine karşı çıkanlarla kültürel yönden benzer bir hayat yaşıyorlardı. Yeme, içme, giyinme gibi kültürel pek çok adet ve pratikte birbirlerine benziyorlardı. Tarihin belli bir döneminde belli bir kültürel hayatı paylaşma adına onlar da gelenekle bir ilişki kuruyorlardı. Nitekim sosyoloji, psikoloji ve tarih gibi bilgi disiplinlerinde de vurgulandığı gibi bu, insani ve kültürel bir durumdur.

Ancak peygamberimiz ve ilk Müslümanların Mekke'de kendilerine karşı çıkanlara geleneksel tepkiler değil, ilkesel tepkiler göstermişlerdir. Onları kültürün içinde yerleşmiş ve zamanla sorgulanmayan kuralları sorgulamaya davet etmişler ve haliyle tepkiyle karşılaşmışlardır. Bu davetin bir değişim talebi olduğu açıktır. Ancak bu değişim, yeni bir grubun güç elde ederek daha önceki güç sahiplerine karşı çıktıkları bir iktidar değişiminden ibaret değildir. Başka bir deyişle peygamberimiz ve ilk Müslümanlar için mesele, yaşadıkları toplumda bir güç ve menfaat sağlama meselesi olmamıştır.

Muhafazakârlığın modern dönemin bir ideolojisi olduğu düşünüldüğünde İslam'ın ilk yayılma döneminde peygamberimize karşı tavırları "muhafazakâr" olarak tanımlamanın ne kadar doğru olduğu sorusu akla gelebilir. Elbette Fransız Devrimi ve etrafında şekillenen, modernleşme sürecinde farklı toplumlarda farklı vurgularla ortaya çıkan muhafazakârlık, kendine has bazı yönler göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Ancak eskiden süre gelen kurumları ve yapıları, var olan düzenin kaynakları olduğu için sorgulamadan kabul eden bir anlayış, tarih boyunca var olarak gelmiştir. Üstelik bu tutucu anlayış, temel kabulleri ve akıl yürütme biçimi açısından muhafazakârlığın reaksiyonerliğini hatırlatmaktadır. İlk dönem Íslam toplumunda ve peygamberimizden önceki peygamberlerin de muhatap oldukları "biz atalarmızı böyle yaparken bulduk" savunması, insanlık tarihi boyunca tutucu anlayışların en önemli sloganik ifadesi olmuştur. Bu tutucu anlayış, "gelenekçilik" olarak da tanımlanabilir. Üstelik bu ifade, tevhid dininin temsilcileri olan peygamberlere karşı yine dini ve kutsalı savunmak adına dile getirilmiştir. Burada ilginç bir durum söz konusudur. Çünkü dinin ilk nesildeki bağlıları tarafından özveri ile kabul edilen değişimci ve dinamik yapısı zamanla gelen nesillerde özellikle zenginlik ve rahatlık üzerinden eski heyecanını yitirmeye başlar. Aynı dinin içinde farklı görüşlerin ve düşüncelerin ortaya çıkmasıyla birlikte çatışmalar ve ayrışmalar da yaşanır. Dinin gerçekten ne arzu ettiğinden ve temel öğretilerinin ne olduğu yerine yorum sahibi üstadların öğretileri sorgulanmadan kabul edilmeye başlanır. Din, yaşana gelen kültür ve gelenekle iç içe geçer ve din adına otoritesi kabul edilen büyüklerin yorumları, yorum olmanın ötesinde hakikatmiş gibi kabul edilebilir. Dinin Allah'a has kılınması, yerini din ile kültürün iç içe geçtiği bir kutsallık anlayışının sorgulanmadan kabulüne ve Allah'a yakınlaşmak amacıyla aracıların üretilmesine de sebep olabilir. Bu, dinin insanlar tarafından tahrif edilmesi demektir. Dinin kültürle iç içe geçmesi, temel esaslarının ve amaçlarının ne olduğundan çok geleneğin bir toplumsal kurumu olarak kabul görmesi bizatihi kendisinin de muhafazakârlaşmasıyla sonuçlanır. Böylece din çok kolay bir biçimde tutuculuğun, yeni düşüncelere ve pratiklere tepkinin bir kaynağı haline gelebilir.

Gelenek kendi başına mutlak iyi ya da kötü değildir. Bu nedenle bir Müslüman'ın İslâmî hassasiyetlere bağlı olarak gelenekle kurduğu ilişki, ilkesel bir ilişki olmak durumundadır.

Farklı yorumlara sahip Müslümanlarla kurulan ilişkilerde de belli hassasiyetlerin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Gelenekten gelenin tamamen ve toptan olumsuz kabul edilmesi radikalleşmeyle sonuçlanacaktır. Köksüzlük ve belli bir gelenekle ilişki kurmamak da kendi içinde başka riskler barındırmaktadır. İslam da kendisini geçmişten gelen tevhid öğretisinin bir devamı olarak tanımlamıştır. Hükümlerle ilgili değişiklikler olsa bile Allah'a kulluğun temel ilkeleri konusunda Allah'ın belirlediği ilkeler söz konusudur. Bir Müslüman bu ilkelerin insan fıtratına uygun olduğunu bilir ve kabul eder; bu ilkeleri hayatında uyguladığı zaman sadece kendisine değil, çevresine ve hatta kendisi gibi olmayanlara da hayırlar üreteceğine inanır. Bu nedenle nerede nasıl muhafazakâr bir eğilime sahip olunacağı, ancak yeri geldiğinde geçmişten gelen ve sorgulanmayan şeylerin değişmesiyle ilgili nasıl bir duruş gösterileceği önemlidir.

Türkiye'nin kendine özgü modernleşme tecrübesi üzerinden değerlendirildiğinde İslamcılık ile muhafazakârlığın cumhuriyet sonrasında birbirlerine yakınlaştıkları görülebilir. Bu yakınlaşmanın önemli sebeplerinden biri, dinin kamusal alandaki etkisinin azaltılmasına bağlı olarak izlenen siyasettir. Mukaddesatçılığın muhatabı doğrudan tarih, şahsiyetler, dinî sembol özelliğini kazanmış mekânlar olduğunda İslamcıların ve muhafazakârların farkı da ortaya çıkabilmektedir. Ancak geleneksel dindarlık biçimlerinin toptan yok edilmesi, yok sayılması ya da onlarla alay edilmesi gibi konularda İslamcıların Batıcı ve Kemalist bir üslubu benimsememeleri gerekmektedir. İslamcılar, Türkiye'nin siyasi vasatında sağcı ya da solcu olmadıklarını iddia etseler de tarihsel tecrübe onları muhafazakârlarla bir araya getirmiştir. Buradaki muhafazakâr hassasiyetin tamamen göz ardı edilmemesi de gerekmektedir. Ancak tutuculaşma eğilimindeki bir muhafazakârlığın sadece reaksiyon göstereceği ve iletişime kapalı olacağı da ortadadır.

Dinî tarikatların ve cemaatlerin büyük çoğunluğu da muhafazakâr eğilimler göstermektedir. Bu durumun önemli sebeplerinden biri, bağlıların grup aidiyetlerinin güçlendirilmesidir. Ayrıca bu tür dinî gruplar, bir geleneğe bağlanma ve dağılmanın önüne geçmek için üstlerinin söylemlerine itaati çok önemserler. Zaman içinde yerleşen söylem ve pratikler de sorgulanmadan kabul edilir ve devam eder. Dinî grupların cumhuriyet modernleşmesi sürecinde geleneksel bağlarının sekteye uğraması ve uzun süre kendilerini gizleyerek faaliyetlerini sürdürmeleri de muhafazakâr bir eğilim içinde olmalarına sebep olmuştur. Grup aidiyeti arttıkça tutuculuk ve gelenekçilik de artmaktadır. Yine de dinî grupların hepsinin toptancı hükümlerle aynı kefeye konamayacağını belirtmek gerekir. Müslüman bir insanın dinî gruplara aidiyet duyması ve sohbetlere katılması elbette olumsuz bir şey değildir. Ancak içine dahil olunan gruba aktarılan bilginin sorgulanmadan kabul edilmesi ve mutlak doğruymuşçasına hareket edilmesi pek çok problem ortaya çıkarabilir. Sadece karşılıklı tepkilerin, tartışmaların ve kavgaların ötesinde altenatifler sunabilmek sorgulayıcı ve eleştirel bakabilmekle mümkündür. Elbette sorgulayıcılığın ve eleştirelliğin bilgi birikimine, ilkeselliğe ve nezakete dayanması gerekir. Bir insanın birikimi ve donanımı olmadığı halde sorgulayıcı ve eleştirel olabilmesi mümkün değildir.

Bu çalışmada bir Müslümanın gelenek ve muhafazakârlık meselesine nasıl bakması gerektiği sorusunun peşine düşülmüştür. Bu ve benzer konularda peşin hükümlerle net kategoriler oluşturarak yine peşin olumlu ya da olumsuz sonuçlara ulaşmak, işin kolayına kaçmak demektir. Geleneği oluşan bir yapı, kendi içinde olumlu ve olumsuz unsurlar barındırabilir. Zaman içinde gelenekle sürekliliğini sağlamış ve yerleşmiş bir kültür, tortulaşma yaşayabilir. Tortulaşma, belli inançların ve pratiklerin sorgulanmadan yapılır hale gelmesidir. Gündelik hayatta da bazı alışkanlıklar yerleşik hale gelir ve neredeyse bir refleks halini alır. Bireysel hayatlarda olduğu gibi toplumsal hayatta da düşünmeden ve sorgulamadan yapıla gelen tortulaşmış ve rutinleşmiş inanç ve pratikler bulunmaktadır. Bu tortulaşma üzerine düşünmek, kendinde olanı değiştirmeye çalışmak ve bu konuda çaba göstermek ilkesel tavırlar olarak kabul edilebilir. Aksi takdirde muhafazakârlaşma bir süreçtir ve her türlü insan birlikteliği gelenek üreterek muhafazakârlaşma eğilimindedir.

Toplumlarda daha muhafazakâr olanlar değişimin dinamizmine kendilerini kapatmış olan kesimlerdir. Muhafazakârlığın bir konformizm ideolojisi olduğu da iddia edilebilir. Gençler, kimlik ve kişilik arayışlarında sadece kültürel çevrelerinden kendilerine sunulanların ötesindeki yeni olan şeyleri de merak ederler. Bu nedenle peygamberlerin ve diğer değişim öncülerinin yanında genelde gençler ve değişimi talep eden kesimler öncelikle bulunmuşlardır. Hayatın hakikatle ilgili bir arayış olması ve insanın bu amaçla kendi muhasebesini sürekli yapması, muhafaza edilenler ile değiştirilmesi gerekenler arasındaki dengeyi sağlayabilir. Bu nedenle tortulaşmanın önüne geçmek yönünde şuur ve gayretin bireysel ve toplumsal arayışı içinde olmak esastır. Bu çalışma, ilgilendiği konuda sadece verdiği cevaplar dolayısıyla değil, yeni sorular üretebildiyse amacına ulaşmış olacaktır. Çünkü bulduğumuz her cevabın da ileride yenilenmeye, gözden geçirilmeye ya da yeniden ifade edilmeye ihtiyacı olabilir. Bu, bizim insan olmamızla ve mükemmel olmayışımızla doğrudan ilgilendirir.

Kaynak :Bir Müslüman Geleneğe ve Muhafazakârlığa Nasıl Bakmalı?

YASİN AKTAY - MAHMUT HAKKI AKIN.

 

اسلام علیکم ورحمته الله وبرکاته

 

2.

Gelenek ve Muhafazakârlık

Yusuf Ahmet Kaya

Evrende her varlık, bir ortamın içine doğar ve oradaki havayı teneffüs ederek büyür. Bu durum insan, hayvan ve bitkiler için geçerlidir. Her bitki içinde bulunduğu toprağın sahip olduğu minerallere ve oradaki iklime göre büyür. İşte insan da bir toplum içerisine doğar ve ilk eğitimini o toplumun değerlerinden ve yaşam pratiklerinden alır. Buradaki ilk eğitimin üzerine kurulu olduğu şey büyük ölçüde gelenektir. Dolayısıyla gelenek bütün evrende var olan ve çok tabii olan bir şeydir. Muhafazakarlık ise bir ideoloji olması hasebiyle yeni; ancak bazı pratikleri itibariyle köklü ve doğal bir haldir. Biz de bu iki kavramı Yasin Aktay ve Mahmut Hakkı Akın’ın kitabı “Bir Müslüman Gelenek ve Muhafazakarlık’a Nasıl Bakmalı?” çalışması üzerinden değerlendirmeye çalışacağız.

Devam Ederken Değişen, Değişirken Devam Eden Şey

Alt başlığa koyduğumuz bu tanım Besim Dellaloğlu’na aittir. Dellaloğlu bu tanımı ile netameli olan gelenek tanımını çok isabetli yapmıştır. Gelenek dendiği zaman, yazarlarımızın da isabet ettiği üzere birkaç konunun gündeme gelmesi gerekiyor:

Birincisi gelenek ile atalar dini ayrımı.

İkincisi, gelenek ile gelenekçilik ayrımı.

Üçüncüsü ise modernite ile gelenek arasında bizim durumumuz.

Girişte de ifade ettiğimiz üzere her insan, her toplum doğal olarak bir geleneğin/yaşam ve inanç pratiklerinin içine doğar. Bu noktada ‘atalar dini’ dediğimiz şey aslında tam olarak gelenektir. Peki biz geleneği olduğu gibi ret mi edeceğiz? Bizim yaklaşımımız ne olmalı? Yazarlarımızın bu noktada vurguladığı çok kıymetli bir nokta var: İslam ile Fransız veya Rus devrimlerinin daha doğrusu devrimciliğinin arasındaki fark, devrimin yıkıcı olması; İslami devrimin ise ıslah ve inşa edici olmasıdır. İslami devrim formu insani bir öneridir. Çünkü insan köksüz değildir.

İnsan içinde doğduğu topluma, şehre, kültüre karşı engellenemez bir sevgi ve bağlılık duyar. O değerler ve pratikler toplumu var eden şeylerdir. Dolayısıyla, yaşam pratiklerini ve inançları tamamen ve bir anda değiştirip yerine yenisini koymak mümkün değildir. Bu noktada yazarların tespiti isabetlidir. Atalar dinine yaklaşımımız Kur’an ve Sünnet süzgecinden geçirilip münasip olanın devamı; olmayanın ise terkidir.

İkinci olarak, gelenek ile gelenekçiliğin farkı ise gelenekçiliğin, geleneğin değişime kapatılmak istenmesidir. Bu durum gerçeklikten kopuk bir kurgudur. Bu kurgunun aslında psikolojik bir arka planı vardır, o da şudur: Toplumların geçmişi yüceltmesi, bugünü ise yermesi. Bu sayede de geçmiştekiler gibi daha mutlu yaşanacağı inancı. Oysaki bu sorunlu bir bakış açısıdır. Her dönemin, her zamanın ve toplumun içinde bulunduğu farklı koşullar vardır. Bir dönem ve toplum için üretilmiş olanın her toplum ve zamanda uygulanmaya çalışılması hem imkansızdır hem insani değildir. Ki İslam’ın da bizlere dört başı mamur sistemler kurmayıp daha ziyade ilkeler, düsturlar koymasının hikmeti budur. Dolayısıyla gelenekçi olmak hayattan kopuk bir haleti ruhiyedir.

Üçüncü mevzu ise modernite ile gelenek arasında bizim durumumuzun ne olacağı sorusudur. Aslında ilk iki mevzu da bununla bire bir ilişkilidir. Her şeyden önce şunu vurgulamalıyız: Modernlik ve gelenek diye birbirinden tamamen ayrı iki varlık varmış gibi olaya yaklaşmak abesle iştigaldir. Modern dediğimiz şeyler, bize gökten mi inerek gelir? Nereden neşet eder? Evrende kimyasal bir gerçeklik vardır: Hiçbir madde yoktan var olmaz, vardan da tamamen yok olmaz, sadece farklı bağlar kurarak hal değiştirir. (Burada itikadi bir yaklaşımından söz etmiyoruz haşa.) Dolayısıyla kimyasal olarak bir maddenin var olması demek, o ortamdaki farklı maddelerin bir araya gelmesi ile oluşur. İşte bu gerçeklik sadece kimyasal değil aynı zamanda sosyolojik olarak da böyledir. Dolayısıyla modern dediğiniz yeni üretilen şey, gelenekteki bazı şeylerin sorgulanmasının veya miadını doldurmasının ardından ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere doğal olarak üretilir. Yani kökleri üzerine yükselir. Hal böyleyken ne geleneği ne de modern olanı kategorik şekilde kabul ve ret tavrı doğru değildir. İslam, az önce ifade ettiğimiz gibi geleneği de modern olanı da İslami değerler süzgecinden geçirir ve ona göre tavır geliştirir. İslam bile köksüz değildir. Yazarların bu hatırlatması hayatidir. İslam bile Tevhidi geleneğe atıflarda bulunur. İslam ve modernlik konusuna gelirsek, bugünkü Müslümanların modern olan ile sorunlu ilişkisi ise bize göre Müslümanların içtihat edip inisiyatif alabilme noktasındaki eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Tabi burada önemli bir hatırlatma yapmalıyız. Müslümanlar ile Müslüman olmayanların akıl yürütme yöntemi aynı olamaz. Bugün özellikle batıdan gelen modern diye tabir edilen ideoloji ve yaklaşım tarzlarının bize göre en büyük yanlışı tabiri caizse Allah’ı denklemden çıkarmalarıdır. Varlık-Bilgi-Değer üçlüsünde en yüce olanı denklemden çıkardığınız zaman ortada insandan ve insan aklından daha üstün bir şey kalmaz. Bundan sonra da değerin ölçütünü siz kendi aklınıza ve tecrübelerinize göre koyar; bilginin kaynağını ise insanlığın ürettiği toplam yekûn olarak kabul edersiniz. Oysaki bir Müslümana göre değerin ölçütünü Allah koyar; bilginin kaynağı ise Kur’an’ı Azimüşşandır. Bu cihetle, Müslümanların akıl yürütme yöntemi çerçevesi belli olan bir zemin üzerinde olur. O çerçevenin sınırları Allah’ın koyduğu helal-haramlar ve değerler ile çizilmiştir.

Bir İsveç Çakısı Olarak Muhafazakarlık

Öncelikle bu konunun hayli netameli olduğunu söyleyerek devam edelim. Çünkü muhafazakarlık hem kavramsal hem pratik boyutlarıyla ele alındığında birbirinden farklı birçok çıktı elde edilir. Muhafazakarlığın ideoloji olarak ortaya çıkışı son iki yüzyıla aittir, yani modern bir ideolojidir. Ancak bazı pratikleri itibariyle insanlığın her döneminde vardır. Muhafazakarlığın kavramsal olarak bakarsak var olanı korumak/muhafaza etmek anlamına gelir. Burada gelenek, doğal olarak en büyük kabuldür. Yani gelenek ile muhafazakarlık arasında ciddi bir bağ vardır. Ancak aynı zamanda kendi doğallığı içindeki yenilenmeyi de kabul eder. Buna karşın, tarih ve topluma dışarıdan/yukarıdan bir müdahaleyi kabul etmez. Bu pencereden baktığımızda çok makul bir ideoloji gibi görünebilir. Ancak olayın pratik boyutlarına baktığımızda iş çetrefilleşmektedir.

Türkiye’de muhafazakarlığın pratik boyutlarına bakarsak bunu rahatlıkla görebiliriz. Türkiye’de muhafazakarlık dendiği zaman akla önce dindarlık ve dindarlar gelmektedir. Bu ‘dindarlar’ toplumunun kimliksel haline baktığımız zaman içerisinde milliyetçiliğin, demokratlığın, milliliğin, İslamcılığın olduğu görülecektir. Siyasi tarihimiz içinde cumhuriyetten sonra başlayan bu durumun sebebi elbette despotik tavırlar sonucunda yaşanan kimlik ve var oluş krizidir.

1923 sonrası kurulan ‘modern’ devlet ve inanç sistemi toplumun geniş kesimlerinde kabul görmemiş, buna mukabil siyasi arenada muhafazakarlık bir çıkış kapısı olmuştur. Siyasi tarih boyunca zaman zaman bu çıkış kapısı işe yaramış ve özellikle İslami kimlik sahibi insanlara nefes aldırmıştır. Ama tersinin olduğu durumlar da olmuştur. Yani zulüm karşısında tavır alınması gereken anlarda, var olan kötü durum belirsiz olana tercih edilmiştir. Burada kimi zaman Milliyetçi saikler ağır basmış kimi zaman devletçi saikler. Bu karmaşa yalnızca siyasette değil insanların hayat pratiklerinde de ortaya çıkmıştır. Bir şahıs düşünsel anlamda muhafazakâr; yaşamsal anlamda ise seküler olabilir. Ya da yaşamsal anlamda muhafazakâr/dindar; ideolojik anlamda ise milliyetçi, demokrat vs. olabilir. Peki bu durum İslami olarak ne kadar makbul ve doğrudur?

Görüldüğü üzere muhafazakarlık içerisinde birçok farklı şeyi aynı anda bulundurabilen, bazen işlevsel bazen hantal olan bir ideolojidir. Başlıktaki nitelendirmemizin sebebi budur. Biz Müslümanlar için ise şu söylenebilir: İdeolojik anlamda muhafazakarlık sahip olduğu karmaşık kimlikten dolayı kabullenilemez. Müslümanın kimliği arı, duru olmalıdır. Pratik anlamda ise siyasi arenada kullanılabilir ancak her daim İslami ilkeler merkezde olmak ve sorgulama cehdinde bulunmak koşuluyla.

Hasılı kelam sadece gelenek ve muhafazakarlık kavramlarını ele almamızla ilgili değil her konuda Müslümanlar için en temel yöntem; ele aldıkları konuyu İslami ilkelerinden vazgeçmeden, Kur’an ve Sünnet süzgecinden geçirip değerlendirmeleri gerekir. Gelenek ve muhafazakarlık için de aynı şey geçerlidir. Mükemmeliyetçi yaklaşımlar bunları pratik anlamda da kullanmanın ‘itikadi’ olarak sorunlu olduğunu söyleyecektir. Ancak hayat böyle değildir. Dünya da cennet değildir. Bizim çabamız her şart ve koşulda en iyi şekilde Müslümanca yaşama cehdidir. Ama aynı zamanda kaldıramayacağımız ya da kaldırıp hareket edemeyeceğimiz küfeyi de sırtlanmamaktır.

 

3.

Gelenek ve Modern Arasında İslami Kimlik

Ahmet Kerim Artuk

 

Türkiye’de muhafazakârlık, çoğunlukla Müslümanların ideolojik kimliklerini tanımlamak maksadıyla kullanılan bir kavramdır. Bu yakıştırmanın doğru ya da yanlış olması bir yana, evvela muhafazakârlığın ne olduğunu, hangi tarihsel süreçte meydana geldiğini ve unsurlarını bilmemiz, ona yaklaşımımızı ve İslami kimlikle olan farklılıklarını ortaya koymamıza yarayacaktır.

‘Bir Müslüman Nasıl Bakmalı’ serisinin editörleri Yasin Aktay ve Mahmut Hakkı Akın’ın birlikte kaleme aldıkları ‘Gelenek ve Muhafazakârlık’ ta tarihte her daim kurulu müfsit düzenleri yıkmak için gelmiş ve atalarının bozulmuş dinlerinde diretenlerle mücadele etmiş olan İslam’ın zamanla nasıl gelenek ve Muhafazakârlıkla özdeşleşebildiği sorusu üzerinde duruluyor. Çalışmanın motivasyonunu oluşturan tavra kitabın önsözünde şu ifadelerle yer veriliyor: “Bir şeyin kurumlaşması gelenek haline gelmesine bağlıdır. Ancak gelenek haline gelen şeyler tortulaşarak kendilerini yenilenmeye kapatabilir ve konformizme kaynaklık edebilir. Bu nedenle değişimi takip edebilen ve yeni şartlara göre sabit ilkelerini yorumlayabilen bir dinamizm ihtiyacı temel motivasyonumuzu belirlemektedir.”

Gelenek ve Gelenekçilik

Bir geleneğe sahip olmak, insan olmanın kendiliğinden bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir anne ve babadan, belirli bir topluma ve zamana gözlerini açan insan, hayat tarzına öyle ya da böyle sirayet edecek bir geleneğe sahiptir artık. İnsan bir geleneğin içine doğar, ondan etkilenir ve onu etkiler. Genelde eskiye, nostaljiye nispetle kullanılan geleneğin gerçekte böylesi dinamik bir yapıda usulca ilerlediği söylenebilir. Geçmişten şimdiye akan bir nehir gibi gelenek, gelecek nesillere ulaşmak için bugünün içerisinde yaşayan canlı bir organizma olmak zorundadır.

Buna karşın, geleneğin ideolojisi olarak gelenekçilik ise geleneği geçmiş bir zaman diliminde paranteze alarak dondurma çabasıdır. Akan nehre bir set çekmek, geçmişi bugün için idealleştirmek, ona kutsiyet atfetmek gelenekçi düşüncenin en temel özellikleridir.

Gelenekçiliğe göre ‘geçmişin birikmiş bilgeliği’ olan gelenek, insanın dünyadaki varoluşunu anlamlı kılan, onun üzerinde otorite kuran bir yapı arz eder. Bilinmeyen bir geleceğe karşı güvenli limandır, topluluk kimliğidir gelenek.

Modern ve Geleneksel Arasında Müslüman

Modernizmin dünyaya yaşattığı radikal dönüşümün boyutları o raddeye vardı ki, tarihi, coğrafi, siyasi vs. her unsurun modernizme göre tarif edildiği bir ‘yeni dünya’ oluştu. Akla ve bilime dayanan, pozitivist, ilerlemeci ‘modern’ ve onun zıddı olan geleneksel… Coğrafi olarak batı dışını, tarihsel olarak da aydınlanma öncesini kapsayan bu tanım, artık geride kalmış, terk edilmesi gereken bir hayat tarzı ve düşünce biçimi olarak işaretlendi. Dinin merkezde, ilahi olanın belirleyici olduğu gelenekselden aklın merkezde insanın belirleyici olduğu bir dünyaya taşınıldı ve emperyalist batı tahakkümü, tüm dünyaya kendi tanım, kurum ve kavramlarını dayattı.

Bu dönüşüme karşı Müslüman coğrafyalarda modernizmi toptan kabul ve toptan red eğilimleri baş gösterdi. Batının aklını ve değerlerini her yönüyle sahiplenen batıcılara karşı gelenekçiler toptan red yolunu seçti. Esasen bir Müslümanın, hayatı anlamlandırma bahsinde aklın ve insanın merkezde olduğu bu yeni paradigmayı –modernizm- çıkar yol, ideal düzen olarak düşünmesi asla kabul edilemez. Bununla beraber, modernliğin ideolojisi olan modernizme karşı çıkarken içine doğduğumuz, hayatın tüm boyutlarını kuşatan modern durumu red etmek ise, çok gerçekçi bir tutum olmayacaktır. Bu noktada Müslümanlar, halihazırda bütün dünyada egemen paradigma halini almış olan modern durumun içinde kalarak onu dönüştürme, ıslah etme gayretine gitmeli ve vakıayı reddetme, bu yolla pasifizme sürüklenme tehlikesine karşı koymalıdır. 

Muhafazakârlık Nedir?

Fransız devriminde jakobenlerin devrimci hareket tarzına karşı bir refleks olarak ortaya çıkan muhafazakârlık, değişim karşıtı değil devrim karşıtı bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Belirsiz olan yeni düzene karşı mevcut statükoyu koruma şeklinde de tarif edilebilecek muhafazakârlık, değişimi olağan seyrinde gerçekleşmesi gereken bir olgu olarak kabul ederler. Tabiatı icabı yeni bir düzen teklif etmeyen muhafazakârlık, alternatif sunmak yerine var olan durumu korumayı içerir. Bunu yaparken başlıca dayanağı ise gelenektir.

Muhafazakârlık; geleneğin Tanrısal iradenin yansıması bir nas sayıldığı, organik toplum fikriyle toplumun geçmiş bugün ve gelecekte yaşayanların ortaklığı kabul edildiği, insan aklının ve yeteneklerinin kusurlu ve dolayısıyla toplumsal yapıya muhtaç olduğu bir düşünce yapısına sahiptir.

Türkiye’de muhafazakarlık cumhuriyet sonrası tepeden inmeci laik devrimlere karşı bir refleks olarak ortaya çıkmış ve uzun yıllar bu devrimlerin yarattığı acı ve zulümleri hafızasında taze tutan dindar halkın siyasi tercihlerinde etkili olmuştur. Türkiye’de, cumhuriyetle birlikte tasfiye edilen İslamcı düşünce yakın tarihte mümkün ve meşru bir dil olarak muhafazakarlığa sığınmış olsa da zamanla kendi saflığına ve diline ulaşmıştır. Bununla beraber elbette kendisi doğrudan muhafazakar ideolojiyi benimsemiş aydınlar da vardır. Lakin Kemalist resmi ideolojiyle doğrudan bir hesaplaşma bu kesimde söz konusu olmamıştır. Türkiyeli Müslümanların laik sisteme entegre olması ve uzun vadede cumhuriyeti sahiplenmesi de muhafazakar tutumun İslami kimliğe galebe çalması yahut ödünç alınan muhafazakar dilin zamanla asıl unsura evrilmesinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Sonuç:

Müslümanın Muhafaza Etmesi Gereken Gelenek Sünnettir.

Müslüman için muhafazası her zaman ve zeminde zorunlu olan yegane şey İslami ilkeler ve hayat tarzıdır. Tevhitten uzak her türlü kültür ve gelenekten uzaklaşılmalı, bir vahiy kültürü inşa edilmelidir. Bu bağlamda Müslümanın geleneği, Peygamberimiz aleyhisselamın sünneti olmalıdır. Vahiyle inşa olmuş bir hayat kültürüne, düşünce sistemine ancak Sünnete ittiba ile ulaşılabilir. Bu da mevcut statükoyu düzeltme iradesini her an taze tutmak, modern dünyaya kendi alternatiflerini sunmak anlamına gelir.

Sonuç olarak Müslüman, temel umdeleri batıdaki serüvenlerinin sonucunda ortaya çıkmış ideolojilerin anlamlandırmalarına muhtaç değildir. Gelenek her daim beslenilmesi, sahih taraflarıyla geleceğe aktarılması gereken tevhidi sürekliliği vurgulamalı, modern dünyaya usulca alışma anlamına gelen muhafazakarlığa karşı o dünyayı dönüştürme ve ona Kur’an ve Sünnetten hareketle bir alternatif sunmayı gerektiren İslami kimlik kavileştirilmelidir.

 

HABERE YORUM KAT

4 Yorum