1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Bana, (devlet cinayet işledi) dedirttiremezsiniz!’ diye, ‘kutsal devlet
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Bana, (devlet cinayet işledi) dedirttiremezsiniz!’ diye, ‘kutsal devlet

01 Ekim 2010 Cuma 00:50A+A-

secakirgil@yahoo.com

Süleyman Demirel, devr-i saltanatında, ‘Bana, devlet cinayet işledi, askerler köy yaktı dedirttiremezsiniz..’ derdi.. Bu söz, gerçekte, ‘Devlet  birilerini öldürmüş/ öldürtmüş olabilir, ama, bu cinayet değildir.. Devlettir, döver de, sever de, öldürür de.. Askerler köyleri yakmıştır, ama  bu askerî zarûretlerdendir..’  itirafından başka bir şey değildi.. 

Saltanat içinde geçen asırlarımız ve de 100 yıla yaklaşan Cumhûriyet saltanatı hep bu mânaya uygun olarak geçmemiş midir?

*

Songünlerde iki isim, diğerlerini gölgede bıraktı denilse yeridir: Ârif Doğan ve Hanefî Avcı..

Bu iki isimden Hanefî Avcı, 28 Şubat 1997 Zorbalığı döneminde, başarılı ve de ‘İslamî hassasiyetleri olan bir  istihbaratçı-polis şefi’  olarak bir isim yapmıştı. Bu yüzden, İstihbarat Daire Başkanlığı makamından uzaklaştırılmıştı.  

AK Parti iktidara geldikten sonra yeniden üst makamlara getirildi.. Ama, o zamanlar yaptığı bir konuşmadan sonra yazdığım yazıda, onun ‘devleti kutsayan’ bir anlayışa sahib olduğunu ve kaygularımı dile getirmiştim.

Çünkü, devlet bir mekanizma olarak, her kimin elinde olursa olsun, saygıya lâyık görülemezdi.. Ancak, Adâlet, yüksek ahlâk ve tabiî hukuk gibi ölçüleri esas alan ve bunu uygulamalarında gösteren mekanizmalar itibar ve saygı görebilirdi. Ama; bu gibi ölçüleri, yönetilen halkın kesin doğru olduğuna inandığı değerlerden ve iradesinden almayan yönetim mekanizmaları bir ceberrutluk ve zulüm mekanizması olmaktan kurtulamazdı.. Bu kişi ise, yönetim mekanizmasını, rejimi, ‘devlet’in tamamı olarak algılayıp, hangi ve nasıl bir irade elinde olursa olsun, o mekanizmayı kutsuyordu..

Sonra, neler olduysa, kendisi gibi bazı üst dereceli ve ‘İslamî hassasiyetleri’ olduğu söylenen diğer bazı yüksek dereceli istihbaratçı-polis şefleri makamlarından uzaklaştırılıp, daha alt vazifelere gönderildiler; H. Avcı da, Edirne Emniyet Müdürlüğü’ne..

Orada, bazı ilginç çalışmalar yaptığı söyleniyordu..

Hattâ, Kapıkule Gümrüğü’nde 60-70 kişi kadar gümrük memurunu, gizli dinleme ve görüntüleme cihazlarıyla suçüstü yakalayan operasyonun da onun eseri olduğu söyleniyordu..

Ve derken, onun terfien, Eskişehir Emniyet Müdürlüğü’ne getirildiği görüldü..

*

Ve son bir ay içinde piyasaya çıkan kitabıyla gündemde epeyce bir ilgi odağı oldu..  Kitabının yüzbinlerce nüsha satıldığı söyleniyor.. O kitabın ve yazarının iddiaları, tesbitleri, çelişki ve tutarsızlıkları üzerinde daha önce (22 Ağustos tarihli) bir yazı kaleme alındığı için, onun üzerinde bu yazıda, tekrar durulmayacak..

Ama, tekrar hatırlanması gereken nokta, Avcı’nın değindiği konuların çoğu üzerinde, bir devlet memuru olarak, âmirlerinin izni olmadan görüş açıklamasının mümkün olmadığı hususu idi.. Ve muhakkak ki, kendisi de 35 yıllık meslek hayatında, bu hususa mutlaka riayet etmiş ve ettirmiş olmalıydı..

O ise, sadece kendi memuriyet sahasına aid olmayan konular üzerinde bile görüşler açıklamaktan, ‘Ergenekon Yargılamaları’nın ciddî bir temeli olmadığını’ söylemekten çekinmedi.. Ve nihayet, merkeze alındı, âdetâ merkeze alınmasının gerektiğini bildiğinden kendisi istemişti..

Ve bu arada, o kanal senin, bu kanal benim, devamlı konuştu.. Halbuki, memur statüsü sürüyordu.. Ama o, memuriyetten istifa etmediği halde, siyasî ve resmî  konular hakkında görüş açıklamasının kendisi için bir hak olduğunu zannediyordu.. Halbuki, kendi emri altındakilerin böyle birşey yapmasına asla müsaade etmiyeceğini muhakkak ki bilirdi, bilmeliydi ve kendi durumunu da ona göre ayarlamalıydı..

Kitabında veya tv. konuşmalarında açıkladığı görüşler için ifadesine başvurulmak üzere İstanbul Savcılığı kendisini çağırınca, gitmedi Avcı.. İfadesinin alınması için Ankara Savcılığı’na başvuruldu, oraya da gitmedi..

Medya aracılığıyla, ‘Bana kimse emir veremez..’ gibi acaib laflar da etmeye başladı..

Arkadaş, sen memur değil miydin ve memur demek, emir alan kişi demek değil miydi? ‘Âmir’lerin sana nasıl emir veremez? Sadece, verilen emirleri kanussuz  olarak görürsen, o zaman da gerekçelerini belirtirsin.. Aksi halde, emrin gereklerini yerine getirirsin!

Avcı, gündemdeki yerini korurken, Devrimci Karargâh diye anılan ve terör örgütü olarak nitelenen bir oluşumun 13 -14 sanığı tutuklandı. Dahası, Avcı’nın bu örgütten Necdet Kılınç isimli bir kişiyle yakın irtibatı ve hattâ kendi özel telefonunu ona verdiği, kendi özel telefonundan onu istifade ettirmek gibi yakın ilişkilerinin olduğu ve hattâ, ‘Necdet’i çok eskiden tanırım, iyi arkadaşımdır..’ dediği anlaşılınca...

İstanbul’a zorla götürüldü..

Ama, o, Troçki’nin Stalin tarafından İstanbul’a sürgün edilişi zamanında, M. Kemal’e gemiden çektiği telgraftaki, ‘Şu anda ülkenize zorla sokuluyorum, can güvenliğim sizin sorumluluğunuzdadır..’ şeklindeki telgrafı hatırlatacak bir havada, medyadaki bir takım ‘yakın’ adamlarına mesajlar çekti; ‘Zorla götürülüyorum.’ diye.. Sanki, ülkede zorla götürülen ilk kişi, kendisi imiş ve sanki, bir emniyetçi olarak, hata yapmazmış gibi.. Ki, bizzat kendisi de; 35 yıllık polislik döneminde kimbilir nicelerini zorla götürmüştü ve hangi karmaşık ve yanıltıcı istihbarat yöntem ve tuzaklarıyla.. Ki, 12 Eylûl döneminde, kendilerine işkence yaptığını iddia edenlerce aleyhinde yazılanlara yıllardır susmuştur..  

Ama, Avcı’nın medyatik mizanseni iyi düzenlediği anlaşılıyordu.. Devletin resmî organı olan TRT’de çalışanlar bile, bu haberi, sanki  bir kişiye açık bir haksızlık yapılıyor’  ve ‘kitab yazdığı için tutuklanıyor’  imiş gibi bir havada verdiler; kanûnen şüpheli bir durumu temizleme gayreti içine girdiler.. Tamam, kimse mahkeme hükmü olmadan, hukuken suçlanamaz; ama, bir takım kanûnî şübheler de, yetkisiz kimselerce temizlenemez..

Avcı, İstanbul’a götürülürken, ‘meşruluğunu kabul etmediğim kimselere ifade vermem..’ diye, ilginç bir tavır sergiledi.. Kendisini sorgulayacak adlî makam, İstanbul Savcılığı idi..

Sistemin dışında olan ve rejimin hâkimiyetini kabullenmeyen bir kimse bu sistemin içindeki makamları reddeden bir tavır sergileyebilirdi, ama, bir rejimin içinde, onu Emniyet Müdürü yapan otorite ne kadar meşrû’ idiyse,  kendisini sorgulayacak otoriteler de aynı merkezlidir.

Bu arada medyaya bir takım video ve ses kayıtları yansıtıldı..

Bunlardan birisinde, Avcı’nın bir kadınla irtibatından sözediliyordu..

İstanbul’da büyük bir okulda öğretmen olan o kadın, önce tedirgin olmuş ve ‘Hanefî Bey’i tanırım, takdir ederim.. Bundan ileri bir bağım yoktur..’  diye geçiştirmeye çalışmıştı bu iddiaları; ama, sonra, ilişkilerini açıkça ortaya dökmekten çekinmeyecekti.. Nitekim,  29 Eylûl gecesi, NTV’de katıldığı canlı yayında, âdetâ ilân-ı aşk eyliyor ve ‘Ben ona kurban olurum, onunla gurur duyuyorum..’ diyor, onunla, -şahsen tanımadığını belirttiği- Necdet Kılınç isimli kişinin evinde, ikili olarak birkaç kez buluştuklarını iftiharla açıklıyordu.  Ve, kendisi hakkında, ‘O kadınla duygusal yakınlığım vardır.. Esasen, ailevî problemlerim var, boşanmanın eşiğindeyim.. Ama, bunlar benim özel hayatımdır, kimseyi ilgilendirmez..’ diyen Avcı’nın da tutuklandıktan sonra kendisine gönderdiği mesajda ‘bir tek sen yetersin, bir tek sen dünyaya bedelsin, gülüm..’ dediğini açıklıyordu.. Avcı’nın eşi ise, ‘her erkeğin elinin kiri, o kadar olur..’  gibi tuhaf açıklamalarla, kocasını desteğini belirtiyordu..

Avcı tutuklanırken, evinde yapılan aramalarda, kalaşnikof silahları ve bazı gizli dinleme sistemleri yanında, kendi fotoğrafıyla hazırlanmış 8-10 adet sahte kimlikler bulunması da ayrı bir konu.. Medyaya yansıyan haberlere göre, aramada kendi fotoğrafıyla Süleyman G. adına düzenlenmiş kimlik cüzdanı, Sabit K. adına düzenlenmiş sürücü belgesi ve pasaport, Bilal Bilal A. adına sahte ehliyet, kimlik belgesi ve pasaport  ile, Mahmood Arshad ve Selenga Geb Albert ismi taşıyan yabancı uyruklular adına düzenlenmiş iki pasaport daha ele geçirilmiş..

Ergenekon Yargılaması’ndan dolayı suçlanan generallerden birçoğu hakkında verilen tutuklama kararlarının, tuhaf hukukî yorumlarla hemen kaldırıldığı, tutuksuz yargılamalarının sağlandığı bilindiğine göre, aynı tutum, belki  Avcı için de sözkonusu olabilir diye beklenilirken, onun avukatına tahliye talebinde bulunmaması için, talimât vermesi de ilginç..

Yoksa.. Avcı, bir heyula gibi sözettiği Cemaat’in Askeriye içindeki imamı / lideri durumunda olanların isimlerini TSK’ya verdiğini söylediğine göre; yoksa o gibi kimselerin kendisine zarar vermesini engellemek için, böyle bir tutukluktan, tevkif / vukûfiyet/ gözetim/ emniyet altında bulunmaktan mı meded umuyor? Evet, bu da düşünülebilir..

Avcı, ciddî bir temele dayanmadığını iddia ettiği Ergenekon Yargılaması’ndaki sanıkların koğuşuna gönderildiğine göre, orayı, içerden bir sanık olarak gözlemlemek için mi böyle bir sonucun ortaya çıkmasını sağladı; kendisini bu günlerde, içerde daha fazla emniyette hissetmesi yüzünden mi? Yoksa, bütün bunlar da, yeni bir istihbaratçı numarası mı?

*

*Karanlık ilişkileri deşifre olacağının korkusuyla, baskın çıkmak için yazılan bir kitab..

 

Hanefî Avcı’nın savcılara ifade vermeyi reddetmesi, tutuklanma talebiyle gönderildiği mahkemede de konuşmaması ve tutanakları bile imzalamaktan kaçınması, ilginç değil midir?

Avcı, kitabını yayınlarken, bazı ipuçları vermişti..

‘Bunları yazdım diye, bana cehennemi yaşatacaklar, bunu biliyorum..’ demişti.. Tutuklanırken, medyadaki bazı ‘dost’larına çeiktiği sms mesajında, ‘tutuklandım, haklılığım meydana çıktı..’ demesi de ilginç..

Kitabını, emekliliğini isteyip, ondan sonra yayınlamayı beklemeden, gürültülü bir şekilde yayınlamasını nasıl izah etmeli, sadece sansasyonel bir arzuya mı bağlamalı?

Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki..

Deşifre olacağını, bazı kanunsuz odaklarla suç olabilecek irtibatları ortaya çıkacağını hisssedince, belki durumunu değiştirebileceği umuduyla kitabını yayınladı!. Olamaz mı?

*

Avcı’nın tutuklanma öncesinde, aynı gün, CNN’den Cüneyd Özdemir’le yaptığı söyleşi de ilginçti.  O sorulara göre de, namazında-niyazında bir kimse olarak biliniyordu, 28 Şubat 1997 döneminde.. Çocuklarını da bugün büyük bir tehlike odağı olarak gösterdiği cemaat evlerinde okutmuş.. Bu iddiaları reddetmeyen Avcı,  bugün olsa, çocuklarını o cemaat evlerinde okutacağını söylüyordu.

O halde, onu korkutan neydi?

‘Cemaaatin devlet içinde bu boyutlarda olduğunu bilmiyorduk..’ diyordu..

Önceleri, bir takım haksızlıklara karşı pasif direniş sergilermiş, sözünü ettiği cemaat..

Şimdi ise, devletin sistemini kullanıyorlar ve aktif müdahalede bulunuyormuş..

Ama, sözünü ettiği cemaatin iktidar hırsı içinde olduğunu, ‘darbeleri açığa çıkaracak gizli ilişkileri ortaya çıkarmak’  gibi yaptığı işler bugün için iyi gözükse bile, yöntemi yanlış olduğu için, yarınlarda  bunun tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini dile getiriyor.. Gözünü sadece bir cemaate diktiği ve belki de, kendisinin karanlık bir takım ilişkilerini ortaya çıkardığı için bu cemaatle hesablaşabilmek umuduyla hareket ettiği ortaya çıkıyor..

Ancak, kendisi de devletin imkanlarını kendi ideolojisine göre kullanmıyor muydu?

Nitekim, açık beyanlarından anlaşılıyor ki, daha son zamanlarda bile, ‘cemaat’ dediği ve bir heyula, bir gulyabanî gibi göstermeye çalıştığı grubun en önde gelenleriyle görüşüp, ikaz etmiş, onların çalışmalarını deşifre edeceğini hatırlatmış onlara.. O gibi kişilerle, sadece Eskişehir Emniyet Müdürü sıfatıyla niçin görüştüğüne açıklık getirmeksizin..

Mâkul, mantıklı bir sistem eleştirisi yapsaydı, bu dikkatleri taşıyan bir kimsenin, 35 yıl boyunca, bu rejimin içinde, mason ve kemalist cemaatlerin, ‘taife-i laicus’un 100 yıla yaklaşan kadrolaşma zincirlerinin,  ordu veya emniyet mensubu ya da başka meslek gruplarına mensub olmak hasebiyle sergilenen nice dayanışma ve hücreleşme çalışmalarının da olduğunu; sistem içinde benzer çalışmalar yaptıklarını, devleti mekanizmasını, yönetim mekanizmasını, iktidar erkini kendi ellerinde tutmak için, ne gibi karanlık ilişkiler içinde olduklarını da görmesi ve anlatması gerekirdi.. Ama, Avcı sadece bir tarafı görmüştü.

Daha ilgi çekici olan, şu ki.. Avcı, kitabında da, dünlerde kutsal bildiği neler varsa, onları yıkmak istediğine dair cümleler kullanmış..  Kendisine bu hatırlatılınca, Avcı, önceleri devleti kutsadığını, ama, artık yaşadığı uzuuun tecrübelerden sonra, devletin kutsallığına inanmadığını ve kafasındaki o eski düşünce sistemini yıkmaya karar verdiğini söylüyor..

*

Avcı’nın bu arada, Amerika‘nın PKK’yi desteklediği iddialarına karşı çıkarak, gerçekte, Amerika’nın Türkiye’yi desteklediğini, PKK’ya karşı kullanılan hassas silahların hepsinin de Amerikan malı olduğunu ve Amerika’nın bir kısım istihbarat bilgilerini verdiğini  ve o silahlar ve istihbarat bilgileriyle Türkiye’nin hava üstünlüğü kurduğunu, bunu Amerika’nın sağladığını söylemesi ve öyle olmasaydı, PKK büyük bir üstünlük sağlardı demesi, bu kişinin kendi resmî ilgi, yetki ve bilgi alanı dışında olması muhtemel konularda bile tartışılır laflar etmesi ve Amerika’nın her iki tarafa da yardım ettiği gerçeğini sulandırmaya çalışması, ‘Amerika’yı olmasaydı, Öcalan’ı Kenya’dan alıp getiremezdik..’ diye, Amerika’ya minnetdarlık beslemesi ve gülücükler göndermesi de bir ayrı ilginç durumdu.. Avcı’nın, ayrıca, ‘JİTEM varken, yok denilerek mahkemelere yazılar yazılmasını ve devlet adına yalan söylenmesini anlamadığı’nı söylemesi de ilgi çekiciydi..

*

Bütün bunlardan sonra, denilebilir ki..  Gözüken o ki, H. Avcı, ava giderken,  kendisi de av durumuna düşmüş birisi midir? Eğer böyleyse, çıkardığı bütün o gürültüler,  av olmaktan kurtulmak çırpınışının bir sonucu sayılabilir..

Bir ihtimali de, bütün bu yapılanların, çok karmaşık bir diğer istihbaratçı oyunu olabileceği ihtimalini de bir kenarda tutmayı ihmal etmiyerek.. (Hatırlayalım ki, Prof. Mahir Kaynak, 12 Mart 1971 öncesinde, em. General Cemal Madanoğlu başkanlığında oluşan ihtilal hücresinin en güvenilir elemanlarından birisi olarak biliniyordu. Kendi itirafına göre, Madanoğlu kendisine, ’içimize MİT sızdı, toplantıya katılan herkesi tepeden tırnağa kontrol edeceksin..’ der ve o da emredileni yerine getirir. Ama, Kaynak, ’halbuki, bütün dinleme cihazları benim üzerimdeydi..’ der..) 

Hanefî Avcı, çok karmaşık bir mes’ele olmaya devam edeceğe benziyor..

Devlettir, ne yapsa yeridir; cinayet de işler, okşar da.. ‘ mantığıyla hareket edilirse; o  zaman da, ‘Bana devlet cinayet işledi dedirttiremezsiniz’ diyen daha nice Demirel’ler gelir..

**

* ‘Ölmeden ifademi alın, herşeyi açıklıyayım..’  diyen Alb. Doğan’a dikkat!

 

Ve gelelim, em. Alb. Ârif Doğan’a aid olduğu ileri sürülen müthiş ses kayıdlarına ve itiraflara..

Bu kişinin çok önemli mevkılerde ve acaib uygulamalarda bulunduğu anlaşılıyor.. Adam, ağır hasta.. Güç-bela yürüyor, serum takılı olarak ve doktor kontrolünde..

Yayınlanan ses kayıtlarının kendisine aid olduğunu kabul ediyor.. ‘Ağır hastayım, ölmeden, herşeyi mahkemede anlatayım, benimle birlikte herşey karanlığa gitmesin..’ diyor.. ‘JİTEM’i ben kurdum.’ / Türkiye çapında Jandarma istihbarat grupları komutanıydım.. /Alevîlere saldırmaları için, sakallılardan bir ekip oluşturmuştum..’  / ‘5 bin kalaşnikof, 2 binden fazla tabanca dağıttım.’ / PKK’lı diye öldürülenler için kelle başına 3 bin lira verirdim../ Ben her tarafa gizli adam bıraktım..  /Kayıtsız silahlarla donatılmış 10 bin kişilik bir gücüm vardı.. Bu 10 bin kişi ile, her türlü ayak işlerini kontrol ediyoruz..  Terörist yetiştirdim ben orada..

Resmî görev bile olsa, 10 bin kişiyi taşımak zordur. Atatürk olsaydı beni çoktaan öldürtürdü., Topal Osman gibi.. Sormuş, kaç asker çıkartırsın.. 10 bin, paşam demiş.. Benden fazla adamı var Topal’ın, öldürün bunu gitsin.. demiş..’

(Topal Osman, Giresun civarında, pontusçu rumların silahlı mücadelelerini bastırmakla şöhret bulan ve sonra adamlarıyla Ankara’ya gidip, M. Kemal’in güvenliğini üstlenen ve bu arada, Meclis’de M. Kemal’e ilk ciddî muhalefeti gösterenlerden Trabzon meb’usu Ali Şükrü Bey’i Ankara- Keçiören sırtlarındaki bir bağ evine davet edip, orada öldürten ve ‘kaatil’in Topal Osman olduğu anlaşılınca, M. Kemal’e sığınmak üzere Çankaya Köşkü bahçesine girmeye çalışan, ama, M. Kemal’in artık kendisine sahib çıkmayacağını görünce, Köşk’ü basmaya kalkışan ve o zaman M. Kemal’in çarşaf giyerek kaçıp kurtulduğu bilinen ve sonra, Köşk civarındaki çatışmalarda öldürülen bir sergerdedir.  

2-3 sene önce, İpek Çalışlar, bir araştırma kitabında bu çarşafla kaçıp kurtulmayı dile getirilince- M. Kemal’e hakaret iddiasıyla yargılanmıştı, bile..)

*

Em. Alb. Doğan, Eşref Bitlis’in öldürülmesindeki etki ve sorumluluğunu de itiraf ediyor ve şöyle diyor: ’Eşref Paşa olayından sonra, hâlâ konsantre olamadım.. (…) Her an başıma bir şey gelecek diye korkarım.. O or…. çocukları yüzünden bir hata yaptım.. (Halbuki, Eşref Paşa’nın ölümüyle sonuçlanan uçak kazasından hemen sonra, Genelkurmay, uçağın buzlanmadan dolayı düştüğünü iddia etmiş ve dosyayı kapattırmıştı.. Şimdi dosya yeniden açılıyor..)

Em. Alb. Ârif Doğan’ın 29 Eylûl günü Taraf’ta yayınlanan sözleri de ilginç..

Doğan, Hizbullah’ın devlet tarafından kurulduğu ve desteklendiği iddialarını doğrulayarak,’… Hüseyin Velioğlu’nu tanırım. Kavacık'taki evde öldürdüler. (…)

Rahmetli General Temel Cimgöz ile benim aramda çekilmiş bir foto vardı. Emniyet'in arşivinde vardır o foto. Ama o fotoğraf, fotomontajdır. Ama kendisini tanırım..’

Bu açıklamaya, Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkan Vekili Bülent Orakoğlu'nun iddialarını da eklemek gerekiyor.. Orakoğlu, 6 Nisan 2009'da Sabah’da yayınlanan mülâkatta şöyle diyordu: "Ben Hatay Emniyet Müdürü iken, …Adana Bölge Kom. Tuğgn. Temel Cingöz, kente geldi. Üçümüz yemeğe gittik. Yemek sırasında uzun boylu birisi hep ayakta duruyordu. Koruma zannettim. Ben de, 'Temel Paşa, bu arkadaş neden ayakta duruyor, o da yemek yesin..'  dedim. Cingöz de, 'Gel otur Hüseyin..' dedi. Tabiî, Hizbullah Operasyonu’ndan sonra o adamın Hüseyin Velioğlu olduğunu öğrendik.." (O hareketin perde gerisinde ve hayatta olan bazı isimlerin, herşeyi sadece reddetmekle yetinmeyip, nice ciddî iddialara -varsa-  ikna edici açıklamalarda bulunmaları gerekmez mi?)

Em. Alb. Ârif Doğan, Abdullah Çatlı’nın kendisini Hüseyin Kocadağ ve dönemin DYP milletvekili Sedat Bucak ile ziyaret ettiğini de doğruluyor..  O dönemde Çatlı’yı Mehmet Özbay olarak tanıdığını söyleyen Alb. Ârif Doğan, "Abdullah Çatlı, Sedat Bucak ve Hüseyin Kocadağ’ın sizden bir talebi oldu mu?” şeklindeki soruya ise, “Oldu tabiî. Ama bunu sana niye söyleyeyim. Dünyada bunları benden alabilecek güç yok. Sana söylesem sen zarar görürsün. Ne söylemiştim dün sana ben.. ‘Bunları size söylersem mahkeme heyeti sizin başınız belaya girer’ demiştim. Benim ne konuştuğumu kimsenin bilmeye hakkı yok. Devlet sırrı konuştum ben.. Onu niye söyleyeyim.’  diyor, muhabire.. 

O dönemde Alay Komutanı olduğunu söyleyen em. Alb. Ârif Doğan, ’Yalova- Termal’e geldiler, bir gece kaldılar. Mehmet Özbay, Hüseyin Kocadağ ve m.vekili vardı. Sedat’ı çok iyi tanımam; ama, babasını iyi tanırdım. Kazadan sonra Abdullah Çatlı olarak tanıdım ve gurur duydum..’ diyor..  Em. Alb. Doğan, Hüseyin Kocadağ ve Abdullah Çatlı ilişkisindeki bir tuhaflığa da dikkat çekiyor ve  “Sen burada bu iki kişinin neden bir araya geldiğni düşün. Hüseyin Kocadağ alevîdir,  solcudur da.. Abdullah Çatlı ülkücüdür ve sünnîdir. Hangi saik bu iki kişiyi bir araya getirdi?. Biri komünist, biri faşist. Neden bu iki kişi bir araya geldi. Siz bunun üzerine düşünün. Başka da bir şey demem..” diyor..

*

Avcı ve Doğan.. bugünlerdeki iki önemli figür..

Keşke, diğer nice emniyetçiler, istihbaratçılar ve subaylar/ generaller de, bu iki isim kadar olsun, mertçe ortaya çıkıp, bu millete ne zulümler yaptıklarını itiraf etseler, ve dünyadan ondan sonra çekilip gitseler; bu, en azından gelecekteki nicelerinin uyanmasına vesile olmazlar mı?  

*

Geçmiş yüzyılların saltanat uygulamaları, saltanata, sultaya, güce dayanak bir yönetim tarzı olduğundan, kendi mantığına göre, nisbeten tutarlı sayılabilir..

Şimdi ise, Cumhûriyet var, yani cumhûr/ halk adına, bir yönetim..

Bu iddia doğru ise, bu halk bu cinayetkârları kendisi, kendi içinden çıkarıyor denilebilir..

Ama, acaba gerçek böyle mi? Halk adına cinayetler işleyenler, zulüm mekanizmaları kuranlar, gerçekten de halkımızın iradesiyle, halkın kesin doğru olduğuna inandığı ölçülere göre mi ortaya çıkıyorlar?

Cumhûriyet adına yapılanlara, işlenenlere bakılınca, Cumhûriyet’in ’tadından yenilmeyen’ bir yönetim tarzı ve kavram olduğunu daha bir düşünebiliriz..

YAZIYA YORUM KAT

13 Yorum
  • YAKUP / 04 Ekim 2010 11:45

    Olaylara herkes kendi penceresinden bakar ve zihninde ne varsa onunla olayları yorumlamaya çalışır. Kürdistan’da hepimizin içini burkan, gözlerimizi yaşartan hadiseler yaşandı. Gözlerimizi yumsak da bu gerçekler yaşandı. Bu gerçekleri hiç kimse görmezlikten gelemez, bugün konuşulmasa bile yakın bir zamanda olayın bütün açıklığıyla ortaya çıkacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Bu gerçeğimize işaret ederken, kimse sünepe kavramların arkasına sığınıp saldırganlaşmasın. Elbette, herkesin tek tip olması imkansızdır. Eğer herkesin, bizim gibi düşünmesini, yatıp kalkmasını ve duruş sergilemesini beklersek marjinal ve ideolojik sertliklerin vesayetinden umut beklemekten daha öteye gidemeyiz ve bu da bizi tüketir. Bilinçlenme sürecinden korkanlar, korkunun vesayetine sığınırlar. Korkularından dolayı gerçekleri örtbas etme yorumlarına tevessül edenler, yüz bin takla da atsalar gerçek ergeç bütün açıklığıyla gün yüzüne çıkacaktır. “Acabaları” kendimiz için kullanalamı.

    Yanıtla (0) (0)
  • azadiya_ummet / 04 Ekim 2010 00:12

    bizler (islami şahsiyetler) boyle ucuz ifatıralara kolay kolay inanmamalıyız helle helle fasıkların verdığı bir haberı bin araştırıp bir soylemelıyız ben selahaddın abiyi yıllardır yazılarını ve fikirlerını takıp ediyorum ayni zamanda svdığım bir şhıs yalnız bu makalesınde yeterıncea
    arştrma yapmamış sanırım bu yazısıyle onbinlerın kalbını kırmış ve derın bir iz bırakmiştır selahatın binin art niyetli olduğuna inanmiyorum o bu bolgedeki muvahidlerı tanımıyor sanırım tanısydı belki boyle bir hataya duşmezdi
    RABBİM kalplerımızı
    islam yolunda
    kur,an yolunda
    birleştrsın inş
    amin

    Yanıtla (0) (0)
  • Selâhaddin E. Çakırgil / 03 Ekim 2010 04:26

    İddiaların aydınlatılmasını hatırlatmak, iftira mıdır? -2-

    Ayrıca, sözkonusu ses kaydında ismi geçen ve tekrarlanmasına hassasiyet gösterilen isim başta olmak üzere, şimdi dünyada olmayan ve birbirlerini Allah adına ve Allah’ın dinine hizmet adına katleden nicelerini de, birbirlerini iman kardeşi bildikleri daha önceki dönemlerden beri yakından tanırım.. Ve bu tanıyış, sanırım, bu gibi yazıları yazanların çoğundan çok daha derindir..
    Kaldı ki, ben o âşina simaların etrafındaki grupların bizzat rejim tarafından oluşturulduğunu hiçbir zaman ifade etmedim ve düşünmedim; ama, kemalist/ laik rejimin her ihtilaftan faydalandığı da açıktır. O rejim ki, hattâ kendisine sadakatle hizmet edenlerden nicelerini de, işleri bittiğinde yok etmekten çekinmemiştir.
    ’Efendim, filanca, öyle olsaydı, rejim tarafından öldürülür müydü?’ gibi sorularla bu iddiaları karşılamak mümkün olmayabilir.
    Nitekim, İttihadçı -Terakki’den bu yana, artık işlerini tamamladıklarına inanılan nice en yakın çalışma arkadaşlarını yok ederek gelen bir kanlı çetecilik/ komitacılık geleneği olan bu laik rejimin, Topal Osman gibi en sâdık bendeleri başta olmak üzere, nice ünlü hizmetçilerini yokettiğine son yıllarda eklenen isimler olarak, Binb. Cem Ersever, Tuğgn. Bahtiyar Aydın, Org. Eşref Bitlis vs. isimleri hatırlamak yeterlidir.. Ve hattâ kurumlar arası iktidar savaşları için bile, nice cinayetler işlenmiş ve ört-bas edilmiştir..
    O halde, asıl üzerinde durulması, anlaşılması gereken husus budur, falan veya filanın temize çıkarılması veya suçlanması değil..
    Yoksa, müslümanlar nazarında asıl beraet, muhakkak ki, ilahî adâlet huzurunda olandır.
    Ve temiz niyetlerle bile olsa, bir veya birçok insanı, şer'an haksız yere öldürenlerin ilahî adâlet huzurunda temize çıkacağını ummak, 'adl-i ilahî' kavramını anlamamak veya çarpıtmak ve de Allah'u Tealâ'ya bühtan bile olur..

    Yanıtla (0) (0)
  • Selâhaddin E. Çakırgil / 03 Ekim 2010 04:07

    İddiaların aydınlatılması gereğini hatırlatmak, iftira mı olur? -1-

    Bazı okuyucuların tepki gösterdiği yukarıdaki yazının asıl hedefi, müslüman halkımıza tahakküm eden kemalist/ laik zorbalık sisteminin, gerektiğinde kimleri nasıl harcadığına, kullandığına hattâ bizzat kendi emrinde sadakatle çalışanları bile gerektiğinde gözünü kırpmadan yokettiğine, bir zulüm mekanizması halinde nasıl çalıştığına dair son iki örnek olarak Hanefî Avcı ve Alb. Ârif Doğan konularına değinmekten maksad, sosyal mücadelelerin bu karmaşık ilişkiler ağı içinde nasıl şekillendiğini de hatırlamak idi.

    Bu arada, Alb. Ârif Doğan'ın yayınlanan ve kendisince de sahiblenilen ses kayıdları ilginç idi.. Onlara değinirken, orada geçen bir ismi görmezlikten olmazdı.. Çünkü, öyle bir durum gizleme çabası olarak görülebilir ve zihinlerde yeni şüpheler oluşabilirdi. Bu yüzden, o iddialar da aktarıldıktan sonra, zihinlerde hâlâ da cevabını bulamamış konulara, ’mücerred redd’ler yetiştirmekle yetinenlerin, bu ilişkiler ağını bir daha düşünmesi hatırlatıldı. Hedef de bu kahredici ihtimallerin üzerinde düşünülmesiydi.
    Ama, bazı yorumcular, konunun ana fikrine hiç yaklaşmayıp, sadece kendi sevdikleri ve şimdi dünyada olmayan sözkonusu ismi savunmak adına acaib yorumlar yapmaktalar.. İnsanın kesin doğru olduğuna inandığı hususlara bağlılığı anlaşılabilir, ama, kişilerin âdetâ hatasız imiş gibi kutsarcasına, tebrie etmeye kalkışılmasını anlamak zor bir iş olmalıdır..
    Hele de, bazı yorumcuların, bu zor işi başarmak adına, Nûr Sûresi, 12. âyetinden istifadeye kalkışmaları daha bir tuhaftır.. Hatırlanacağı üzere, 'sebeb-i nuzül' kitablarında, o âyetin nüzul sebebi olarak tek bir vak’a zikredilmektedir: Hz. Aişe'ye yapıldığı bildirilen bir çirkin iddiadan, onu 'tebrie etmek'!
    O âyetin o bağlamından çıkarılıp, başka bir konuya uyarlanma çabasının doğru bir yorumlama olmadığını sanıyorum.. Kaldı ki, Hz. Aişe’nin pâklığı gibi bir durum, günümüzdeki sıradan kimseler için nasıl sözkonusu edilebilir?

    Yanıtla (0) (0)
  • vedatkarar / 01 Ekim 2010 22:21

    devlet ve karanlık memurları yıllardır kürdistan da müslümanlar yapmadığı zülüm kalmadı.bu yetmedi şimde de kimi müslümanlar devlet adına zülüm ile müsema olmuş heriflerin-kendilerine insan diyesim gelmiyor-şarlatanların sözleri ile dindaşlarını incitmekteler,doğrusu bu müslüman kardeşlerimizin bölge ve müslümanlarını tanımadıklarını söylemek safdillik olur,evlatlarını tanıdıkları gibi hizbullahı ve hizbullahın liderini,ve ona tabi olanları çok iyi tanıyorlar,
    yalanı,zülmü,sapkınlığı,kendilerine meslek edinmişlerin sözlerine kimi dindaşlarımızı da yalan ve iftiralarına inandırmışlar.ancak her nedense bölge müslümanları bu dindaşlarına kendilerini bir türlü anlatamadılar,tanıtamdılar,ne yapılsa acaba?maalesef bu kardeşlerimiz de bölge insanlarının kendilerini tanımalrına fırsat ve imkan vermiyorlar,yazık çok yazık,islam düşmanı bu heriflerin sözlerini,keskin kılıçlara dönüştürüp kardeşlerimizi kesiyoruz,islam ümmetinin bu coğrafyadaki tabileri birbirlerini daha nezamana kadar itham edecekler.Allahım islamı vahdeti ve kardeşlği nasip et,anlayış ve izan ver bizler,birlikte olacağımız günleri yakınlaştır.

    Yanıtla (0) (0)
  • Hüseyin Kıyam / 01 Ekim 2010 20:59

    selhaddin abi, şahsen hiç yorum yapmadan yazdığınız şu;

    "(O hareketin perde gerisinde ve hayatta olan bazı isimlerin, herşeyi sadece reddetmekle yetinmeyip, nice ciddî iddialara -varsa- ikna edici açıklamalarda bulunmaları gerekmez mi?)"

    cümlenize sadece Kur'andan ayetle cevap vermek istiyorum.

    "Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır' demeniz gerekmez miydi?
    Nur 12,13

    (Hem ikna edici cevaplar verilmiştir. Hangi pencereden baktığıza bağlı...) Vesselam

    Yanıtla (0) (0)
  • avukat / 01 Ekim 2010 16:16

    (...)
    bu camiaya olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin,
    öncelikle iddia eden iddiasını ispatlamakla yükümlüdür.ispat yükümlülüğü bir şeyin olmadığını söyleyene düşmez. şimdi bende sizin için çıkıp desem "selahattin bey, velioğlu ile beraberdi.bağlantıları sağlayan adamdı".bunu ispatlamak banamı düşer, sizemi düşer. çıkıp basın önünde de söylerim bunları, hatta teknoloji sayesinde bazı belgelerde sunabilirim. buna ne cevap vereceksin, yalanlamaktan başka. elinde bilgi belgesi olan varsa buyursun gelsin.iftira eden mi derinlere çalışıyor, iftiraya uğrayan mı çalışıyor.
    bir çoğunuz içinizdeki kin ve nefret nedeniyle bu camiaya saldırıyorsunuz. bu nedenlede çürük iddialara sarılıyorsunuz.dilinize doluyorsunuz.Allahtan korkun. iftira eden ve iftiralara alet olanlar, bununla karşılaşmadan can vermezler. bunu iyi bilin. hanefi avcı gibi işkenceci biri bile yaptıklarının cezasını verriyor.o ve ekibi yıllarca bölge halkına yaptığı işkencelere namaz arası verip gülencilerin önünü açmak için müslümanlara yapmadığını bırakmadı.Şimdi hizmet ettiği arkadaşlarının eliyle gidiyor . bunun herkese ibret olması lazım.
    orakoğlunun uydurduklarına gerçekten inanıyormusunuz. hayret ediyorum size.
    velioğlu vurulduğunda abisi bile onu tanıyamadı. öyleki parmağındaki eski yarasından teşhis etti. orakoğlu 10 yıl önce sakalsız bıyıksız olarak bir sefer gördüğü bir şahsı( emir eri olmak için asker olmak gerek bu ayrı konu) sakalı bıyıklı ve yaşlanmış haliyle televizyondaki cesedini görüp tanıyor.
    bunca yıl çevresindeki hiçkimseye de bunu söylemiyor.Davadaşı melektaşı hanifi avcı gibi birine bile sözetmiyor bundan.
    bülent efendinin sözünü ettiği yıllarda velioğlu bölgede çalışma yapıyor.mardinde aziz tunç'un gösterdiği evde yaklaşık 10 kişiyle beraber çekilmiş görüntüleri emniyetin ve mahkemenin elindedir.uzun sakalıyla görülüyor. videonun altında tarihte yazıyor. emniyetteki dostlarınıza rica edin size göstersinler.
    Allah'ın selamı doğru sölülerin üzerine olsun

    Yanıtla (0) (0)
  • Hüseyin / 01 Ekim 2010 11:56

    Hizbul Kontra İftirası Alçaklıktır!

    Basında çıkan 'Hizbul Kontra' haberleri üzerine açıklamada bulunan Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun ağabeyi Hayrettin Velioğlu yapılan haberlerin tamamıyla yalan ve kardeşini karalama amaçlı olduğunu söyledi.


    Önceki Gün Taraf Gazetesi ve ardından bazı basın yayın kuruluşlarının emekli Albay Arif Doğan’ın ağzından çıktığı iddia edilen haberler üzerine Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun ağabeyi Hayrettin Velioğlu tekzip açıklaması yaparak, yapılan haberlerin tamamıyla yalan ve kardeşini karalama amaçlı olduğunu söyledi. Velioğlu “Bunların hepsi yalandır yalan olduğunu herkes biliyor. Kendi gazetelerini satmak için, tirajlarını yükseltmek için bu iftiraları atıyorlar. Peki, kardeşim şehit olmadan önce, sağ iken neden kimse bu iftiralarda bulunmuyordu. Özellikle bazı basın kuruluşların temcit pilavı gibi sürekli ve kasıtlı gündeme getirmesini anlamlı buluyorum.”dedi.

    Hayrettin Velioğlu Arif Doğan’ın taraf gazetesinde geçtiği gibi röportaj yapmadığını, dolayısıyla Arif Doğan’ın öyle bir şey söylemediğini, söylemişse dahi bunun iftira ve yalan olduğunun altını çizdi.



    İLKHA

    Kardeşi Hüseyin Velioğlu’nun Hizbullah lideri olduğunu söyleyen ağabeyi Hayrettin Velioğlu, Hizbullah’ın ve Kontra Gerillanın birbirinden ayırt edilmesini ve kardeşine Hizbul Kontra damgasının vurulmasının alçaklık olduğunu söyleyerek iftira atanları lanetlediklerini söyledi. “İddia edildiği gibi kardeşim kontra gerilla olsaydı, devletin adamı olsaydı neden öldürülecekti. Devlet adamı olup da, Ergenekoncu olup da kim öldürülmüş. Kardeşim Hizbul kontra olsaydı öldürülür müydü?” dedi. Kardeşinin İslam’a olan hizmetini ve onu seven insanları kötüleyerek karalama yapıldığını söyleyen Hayrettin Velioğlu, “Bunlar yanılıyorlar. Bundan önce de pek çok kez bu karalamalarda bulundular, Artık bundan sonrada Hüseyin Velioğlu’nu ve sevenlerini iftiralarıyla karalayamayacaklar” dedi.

    Tutunacakları En Ufak Delilleri Yok

    Yanıtla (0) (0)
  • Hüseyin / 01 Ekim 2010 11:54

    Velioğlu'nun Hatıralarına Hürmet
    Hizbullah Cemaatiyle ilgili olarak önce Taraf gazetesinde, ardından haberin dayandırıldığı kişinin bizzat yalanlamasına rağmen başka gazetelerde yayımlanan haber üzerine Bölgeden açıklama ve tepkiler gelmeye devam ediyor.
    2010-10-01 11:15:00


    Hizbullah mensubu olduğu gerekçesiyle hayatlarına kast edilenlerin veya hâlâ cezaevinde tutulanların aileleri, iddialara isyan etti. Hizbullah mensubu oldukları için en çok kendilerinin derin odaklarca mağdur edildiğini ifade eden aileler, "İnançlarından dolayı birçoğu en ağır işkencelerden geçirilerek ya şehid edildi ya da zindanlara atıldı. Devlet yakınlarımızdan dolayı bizlere de her türlü zulmü uyguladı. Devlet, bu şekilde bize muamele ederken, birileri çıkıp 'Hizbullah'ı devlet kurdu' demesi gülünç olur" diyerek çıkan haberlere tepki gösterdiler.

    AV. HÜSEYİN YILMAZ: HABERLER BİLİNÇLİ YAPILIYOR

    Birçok Hizbullah sanığının davalarına katılarak haklarında çıkan iddiaları araştıran ve savunmalarını yapan Avukat Hüseyin Yılmaz ise zaman zaman çıkan iddiaların tamamen bilinçli olduğunu dile getirerek, "Nihayetinde hayatını kaybeden bir insan var, ve bu kişi kalkıp bu iddialara da cevap veremez. Bunu da bildikleri için ölen şahıs üzerinden sürekli manüple etme çalışmaları var. İkinci boyutu da yine sizin internet sitenizden takip ettim. Şahıs böyle bir beyanı olmadığını söylemiş zaten. O halde bu haber ya gazetecinin işgüzarlığıdır ya da fikirsel ayrılıktan dolayı bazı muhabir veya şahısların yalan haber yapma suretiyle kendilerine göre kamuoyu oluşturma yoluna da gitmeleridir. İkisi de mümkün" dedi.
    Bölge halkının muhafazakâr yapısına dikkat çeken Yılmaz, "Bunu da göz önünde bulundurarak bir taşla birkaç kuş vurma hesabı da olabilir. Öyle veya böyle adı geçen şahıs bölgede azımsanmayacak sayıda kişi tarafından saygı gösterilen, hatıralarına değer verilen bir kişi. Beykoz'a bakıldığı zaman Hizbullah'ın tüm arşivi devletin eline geçti ve bazı şeyler mahkeme

    Yanıtla (0) (0)
  • YUSUF OTAKCI / 01 Ekim 2010 02:05

    Ülkem iyiye gidiyor, gelecekten umutluyum.

    Yanıtla (0) (0)
  • Nuri Amedi / 01 Ekim 2010 00:38

    Diğer yazılanlar bir yana...
    tarafta yazılan o yazıya inanıyor musunuz....
    Bir kere diyor foto fotomontaj...yani siz o fotomontaj habere mi güveniyorsunuz...
    Yine yazı da Hizbullah ve Hizbulkontra ayrımı yapıyor. Ama siz ısrarla Hizbullah kurdu demeye getiriyorsunuz.
    Hadi diğerlerini anladık onları derdi başka. Hadi Gülen'i de anlıyoruz. Marmara şehidlerine bile şehid demiyor, mübarek!
    Kaldı ki o haberin ses kaydı var mı? Yok...
    Görüntü var mı? Yok...
    Peki neden sanki o haberde orda yayınlanmış gibi davranıyorsunuz...
    Hem üstelik tekzip yazıları vardı. Hem ilk/ha haber de hem kendi sitelerinde. Neden onları da dikkate almıyorsunuz.

    İnsan yarın öbür gün mahşerde sorumlu tutulacağı sözlerden kaçınmalı. Ya yanılıyorsanız ve yüzbinlerce insana emeği geçen onlara öncülük eden ve islamı bir yaşantı sürdürmeye çalışan bu insanlara kullandıklarınız yanlış ise...Allaha nasıl hesap vereceksiniz. Onu da düşündünüz mü....

    Yanıtla (0) (0)
  • Mazlum / 30 Eylül 2010 23:44

    Doğan, Hizbullah’ın devlet tarafından kurulduğu ve desteklendiği iddialarını doğrulayarak,’… Hüseyin Velioğlu’nu tanırım. Kavacık'taki evde öldürdüler. (…)

    Rahmetli General Temel Cimgöz ile benim aramda çekilmiş bir foto vardı. Emniyet'in arşivinde vardır o foto. Ama o fotoğraf, fotomontajdır. Ama kendisini tanırım..’

    Bu açıklamaya, Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkan Vekili Bülent Orakoğlu'nun iddialarını da eklemek gerekiyor.. Orakoğlu, 6 Nisan 2009'da Sabah’da yayınlanan mülâkatta şöyle diyordu: "Ben Hatay Emniyet Müdürü iken, …Adana Bölge Kom. Tuğgn. Temel Cingöz, kente geldi. Üçümüz yemeğe gittik. Yemek sırasında uzun boylu birisi hep ayakta duruyordu. Koruma zannettim. Ben de, 'Temel Paşa, bu arkadaş neden ayakta duruyor, o da yemek yesin..' dedim. Cingöz de, 'Gel otur Hüseyin..' dedi. Tabiî, Hizbullah Operasyonu’ndan sonra o adamın Hüseyin Velioğlu olduğunu öğrendik.." (O hareketin perde gerisinde ve hayatta olan bazı isimlerin, herşeyi sadece reddetmekle yetinmeyip, nice ciddî iddialara -varsa- ikna edici açıklamalarda bulunmaları gerekmez mi?)

    Yanıtla (0) (0)
  • murat nazlı / 30 Eylül 2010 23:44

    selam..son zamanlarda okuduğum en güzel yazı.. selahattin abiyi ,gündemi yakından ve hızlıtakip etmesi, olayları yorumlaması,üslübu ve derin birikimlerini ince hicivlerle yazı arasına serpiştirmesine hayranım...son yazısı -cumhuriyeti-tadından yenilmeyen -muz- bir yönetim tarzı ve kavram olarakanlatıyor...sadece iki örnekle 90 yıllık cumhuriyeti-devletiyle anlatması-açıklaması ayrı bir yöntem..birisi askeriyeden cumhuriyetin 50 yılı sıkıyönetimle geçmiş,ötekisi polisten..milleti takip-baskı ve mahkeme ve ceza evlerinde süründürmekle geçmiş..cumhur ve cumhuriyet adına geriye ne kaldı?cumhuriyet size neyi hatırlatıyor? bana - muz-.....!!!!!baki selamlar

    Yanıtla (0) (0)