1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. ‘Akif Tartışması’ ve Anadoluculuk Güzellemesi
‘Akif Tartışması’ ve Anadoluculuk Güzellemesi

‘Akif Tartışması’ ve Anadoluculuk Güzellemesi

Lütfi Bergen'in Hece Dergisi’nde ‘Bir Tuhaf Akif Tartışması’ başlığıyla yayınladığı yazıyı değerlendiren Kenan Alpay'ın cevabını okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

13 Aralık 2011 Salı 16:18A+A-

‘Akif Tartışması’nı Tuhaf Sayan Bir Anadoluculuk Güzellemesi

Kenan Alpay

Lütfi Bergen imzasıyla Hece Dergisi’nin 179. sayısında (Kasım 2011) ‘Bir Tuhaf Akif Tartışması’ başlığıyla yayınlanan yazıya dair birkaç not düşmek zorundayım. Aksi durum isnat edilen ‘tuhaf’lığı kabullenmiş olmamıza hamledilebilir. Böylece sayın Bergen’in yazısında iddia ettiği görüşlerin ne kadar tutarlı olduğunu irdelemek üzere bazı hususları Hece okurlarının nazarı dikkatine sunmak üzerimize vacip oldu.

Sayın Bergen’in mezkûr yazısında atıf yaptığı “Mehmet Akif’in Kur’an Anlayışı Üzerinden İslamcılık Akımı Modernizme ve Oryantalizme Nasıl Bağlanır?” (Haksöz-Ekim 2011) başlıklı makalem zannedildiği gibi basit bir rekabet duygusunun tezahürü değil. Bergen’in ‘İslamcılık akımı içinde bir çatlama’ olarak lanse edip sevindiği gelişmeyi çok da anlayabilmiş değilim. Ama kabaca anlaşıldığına göre İsmail Kara ve Anadoluculuk hareketi (yani Dergâh çevresi) adına cevap vermiş olmak gibi bir niyetle ancak oldukça yetersiz bir gayretle karşı karşıya olduğumuz kesin.

Öncülleri ve ardıllarıyla birlikte merhum Mehmet Akif’in Kur’an anlayışını modernizme ve oryantalizme bağlayan ve İsmail Kara’nın görüşlerinde tebarüz eden ‘geleneksel’ perspektifin irdelenmesi neden ve nasıl tuhaf addediliyor? Kur’an-ı Kerim’in gereğince anlaşılması ve toplumsal hayata hâkim kılınması için tarihsel süreçte oluşmuş hurafe, bid’at, İsrailiyat gibi sapmalardan arınma çağrısı yapan Akif’in şahsında İslamcılık çizgisini kökü dışarıda ve nevzuhur bir muzır fikriyat olarak yaftalamanın ne kadar büyük bir bühtan olduğunu dile getirmeye çalışıyorum. Müslüman bir düşünür olarak Akif, Kur’an’ın mezarlıklar ve fal kitabına dönüştürülmesinin bir ifsad olduğuna dikkat çekiyorken İsmail Kara açıkça mezarlık ve fal kitabı muamelesi yapıyor Kur’an’a. Mızraklı İlmihal kültürünün Anadolu Müslümanlığını muhafaza etmek adına Kur’ana dönüşün önüne bir barikat gibi yerleştirilmesinin yanlışlığını dile getirmeye çalıştığım makalede Akif ve İslamcılık akımını yerli yerine oturtmaya çalışıyorum.

Kara’nın bu coğrafyanın, bu tarihin ve bu toplumun din anlayışı paradigmasıyla (mistik ve milliyetçi Anadolucuk) yargılayıp mahkûm ettiği ihya ve ıslah temelli İslamcılık hareketinin kendini belli bir coğrafya ve tarihsel zeminle sınırlı görmemesi bir zaaf, kusur veya nakısa değil tersine fıtri, kitabi ve kâmil bir tercihtir. Sonra İslamcılık, eleştirilerini sadece Anadolucuk akımına yöneltmez ki. Aynı paralelde seyreden Mezopotamyacılık, Persçilik/İrancılık, Mısırcılık, Balkancılık, Kafkasçılık gibi İslam’a ve fıtrata yerli-milli çerçeve çizmeye kalkışan girişimlerin tamamıyla problemlidir. Tam da burada Bergen’in yazısında geçen “Anadoluculuk fikir akımının İslamcılığı modernleşme kavramı içinde kategorize etmesi” iddiasına açıklık getirmekte fayda var. Üst bir kimlik olarak telaffuz edilen ve herkesi kategorize etme hakkını uhdesine alan Anadolucuk akımının bizatihi kendisi modern değil mi? Köklerini Nurettin Topçu’ya, Mükrimin Halil’e, Hilmi Ziya’ya ve en nihayet Nüzhet Sabit’e kadar uzatabileceğiniz Anadoluculuk ideolojisi hangi makul gerekçelerle modern sayılmıyor da bin yıllık bir köklü gelenek unvanını kazanıyor?

Son dönem Osmanlı yönetici sınıfının bir kurtuluş reçetesi olarak sunduğu Türkçü-Turancı veya İslamcı bir imparatorluk emellerinin çökmesiyle zuhur eden Anadoluculuk, modern dönemin kurgusal bir ideolojisidir. Fütuhat hareketleri başarısızlığa uğramasaydı, Avrupalı sömürgecilik faaliyetlerinin önü alınabilseydi kimin aklına gelirdi Anadoluculuk? Bugünden geçmişe bakarak inşa edilen kutsanmış bir tarih, coğrafya ve atalar kültürü sentezinin fikrinden ismine kadar ithal olduğu zaten ehlinin malumudur. Lakin bir çöküş dönemi, içe kapanma ideolojisi olarak belirginleşen Anadolucuk siyasetine önce felsefi sonra da mistik-dini meşruiyet oluşturulduğunu bilmeyenler olabileceğini var sayarak bu hatırlatmaya ihtiyaç duyduk.

“Haksöz çevresinin Anadoluculuk diye bilinen düşünce akımına çekincesi yeni değil” cümlesiyle yazarlarımızdan sayın Hamza Türkmen’in önceki yıllarda yazdığı yazıları hatırlatan Lütfi Bergen, bir milliyetçilik hareketi olarak tanımladığı Anadolucuğu İslamcılık içinde bir çatlama zemini olarak konumlandırıyor. İslamcılığı çatlatıp zayıflatarak yerli-milli ve mistik bir çerçeveye sıkıştırma misyonunu sevinçle benimsemiş bir Anadolucu olarak Bergen’in lüzumsuz yere zafer havasına girdiğini söylemek yanlış olmaz herhalde.

Ancak Mehmet Akif ve İsmail Kara üzerine yazdığım makaledeki tuhaflıkları eleştirme adına yola koyulan Bergen’in sözü Hamza Türkmen’in kitabındaki bazı vurgulara yönlendirmesinde ciddi bir ‘tuhaflık’ olduğu kanaatindeyim. Kara’nın Reşit Rıza ve Mehmet Akif’ten başlayıp günümüze kadar her rengi ile İslamcılık akımını oryantalizme, modernizme ve Marksist-sosyalist etkiye bağlayıp mahkûm etme stratejisine benzer bir tutum maalesef Bergen’de de tezahür ediyor.

Daha baştan Haksöz çevresini Anadoluculuk eleştirisinde editörü Kürtçe edebiyat üzerinden bir kimlik inşa etmeye çalışan ‘Yordam’ ile paralelleştirmeye girişmenin bir manası olmalı. Bu mana kendisini az sonra cümlelere dökmekte ve Kara’nın başlattığı oryantalist, modernist, Marksist-sosyalist etkiye açık İslamcılık yaftasına bir de Kürtçülük yaftasını ekleyerek huzura kavuşmaktadır. Bu kadar kolay mı acaba? Kendini anlatmak yerine İslami çevrelere kulp takma yarışına girmek çok mu cazip bilemiyorum ancak bu temelsiz ve son derece çirkin ithamların ahlaki bir gerekçesinin söz konusu edilemeyeceğinden son derece eminim. Hayatımızın her alanını İslam’ın çizdiği hatlar üzerinde inşa etmeye azmetmiş çevremizi “dini kırmızı çizgimiz yok, edebiyatta olmamalı böyle şeyler” diyen bir çevre ile yan yana getirmeye çalışan bir yazarın adaletten ne derece nasiplendiği ortadadır.

Bergen makalesinde Hamza Türkmen’in “Türkiye’de İslamcılığın Kökleri” kitabında Kur’ani kavramlar ve modern sosyal bilimlerin kavramlarından yola çıkarak tefrik ettiği ‘kavmi kimlik’ ve ‘ulusal kimlik’ tezini, insanı hayret içerisinde bırakmak bahasına, bağlanabilecek en absürt noktaya bağlamaktadır: “Türk kimliğini Kürt kimliği karşısında zayıflatmak.” Bu durum, eğer kötü niyetli değilse sayın Bergen’in hem Kur’ani kavramları hem de modern sosyal bilimlerin kavramlarını anlama ile ilgili ciddi bir yetersizlik veya karmaşa yaşadığına işaret ediyor. Şöyle ki, sayın yazarın Türkmen’in kitabından alıntı yaptığı yerlerde de açıkça belirtildiği üzere “kavmi kimlik tamamen fıtridir, Rabbimizin ayetlerindendir. Ulus kimlik ise sanal, üretilmiş, ideolojik ve modernleştirici bir proje” olarak karşımıza çıkmaktadır. Temelleri ve hedefleri itibariyle birbiriyle çatışan kimlikler arasında iman ve küfür mücadelesi sürdüğüne dikkat çeken Hamza Türkmen ve Haksöz çevresinin “Türk kimliğini zayıflatırken Kürt kimliğini güçlendirme projesi” gibi akıllara zarar bir tercihte bulunarak kendini inkara kalkışacağını sayın Bergen’in görememesi mümkün mü?

“Türk dışı etnisiteleri olumlama ama konu Türklere geldiğinde onların ulus ve sanal olduğundan dem vurmak” şeklinde devam edip “milliyetçiliğin başka bir söylem içinde yeniden üretilmesi”ne bağlanan iddialar ise kelimenin tam anlamıyla insana pes dedirtiyor doğrusu. Başka herhangi bir kavmin olduğu gibi Türk kavminin hangi hakkı tarafımızdan sanal sayılıp inkâr edilmiştir, bu husus izaha muhtaçtır. Herhangi bir kavmi kimliğin haklarının inkârını Allah’ın ayetlerini inkâr yani küfür olarak gören muvahhidlerin hesabı bu dünyanın politik kaygılarından ibaret değildir ki, milli çıkarlar üzerine bir hayat bina etsinler. Tasniflerin de tercihlerin de itikadımız üzerinden netleştirilmesi gerektiğini savunan Haksöz çevresinin yeni bir milliyetçilik hem de Kürt milliyetçiliği üretmeye kalkışması açıktır ki hem ahlaki hem de siyasi olarak intihar anlamına gelecektir. İtikadımızdan, aklımızdan ve ahiret gününden şüphe duymuyoruz elhamdülillah.

İslamcı çevreler gibi ‘tuhaf’ bir bataklığa saplanmamak için Lütfi Bergen okurlarına şöyle bir çıkış noktası öneriyor: “Müslümanca hayatı siyasi mücadeleden ayırıp içtimai hayatın içindeki mahalle/tekke/esnaf-dindarlık algısına çevirmesi tartışmanın çıkış noktasını oluşturuyor.” Sayın Bergen’in bu çıkış yolunu hangi temeller ve tecrübeler üzerinden geliştirdiğini tam olarak bilemiyorum. Ama bu durum yazarın tutarsızlığını göremediğim anlamına gelmiyor. Mesela Müslümanca hayatı neden, nasıl ve nereye kadar siyasi mücadeleden ayrıştırıyor muşuz? Sonra siz Müslümanca hayatı siyasi hayattan ayrıştırma hakkına sahipseniz bir diğeri de iktisadi veya hukuki mücadeleden ayrıştırma hakkına neden sahip olmasın? Bu ayrıştırma sürecine ahlaki, sanatsal, kültürel, teknolojik, sportif alanları eklememek için ne gibi engeller var?

Anadolucuk akımı yumuşak bir laiklik, kuşatıcı bir sekülerlik önermesiyle Müslümanca hayata mahallede, tekkede, esnaf teşkilatında elbette ki Kemalist laiklik siyasetinden daha geniş bir alan açmayı vaat ediyor. Ancak dolaylı gönderim yapıldığı için soruyorum:  Neden bize ‘laikliklerden laiklik beğen’mek zorundaymışız muamelesi yapılıyor? İlaveten Anadolucu laiklik ile Kemalist laiklik arasında sıkışıp kaldığımız da birilerinin hüsnü kuruntusu olsa gerek.

Son olarak yazarın yine Mehmet Akif üzerinden sürdürdüğü ‘Batı tekniği karşıtlığı’ meselesine de değinmek icap ediyor. Batı’yı ve tekniğini şeytanlaştıran gelenekselci-mistik Anadoluculuk akımı, anlamsız ve sonuçsuz bir diyalektiğe davet ediyor bizi. Yazar, düşüncelerini temellendirdiği Doğu-Batı, modernizm-gelenekçilik veya teknik-sezgi karşıtlıklarında olumluluk atfettiği doğu, gelenek ve sezgi çizgisini çıkış noktası olarak sunuyor bize. Bu çizginin dışında kalan ve Mehmet Akif’in temsil ettiği vahyi ilahi, aklıselim, ıslah ve şahitlik temelinde yükselen İslamcılık ile Anadolucuk arasındaki ayrışmanın büyüyeceğini öngörüyor. Yazarın öngörüsünde yanıldığını söyleyemem fakat bu gidişatta bizim açımızdan üzülecek bir durum da yok. Hatta mübarek olsun demekten başka ne söylenebilir, bilemiyorum.

Bu cevap, Hece Dergisi'nin Aralık 2011 tarihli 180. sayısında nüshasında yayınlanmıştır.

***

Lütfi Bergen'in Hece Dergisi'nin 179. sayıdaki ilgili yazısı:

hece-kasim-2011-sayi-1792984.jpg

HABERE YORUM KAT

4 Yorum