1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. Zaman Tünelinde Ortaköy Musevileri
Zaman Tünelinde Ortaköy Musevileri

Zaman Tünelinde Ortaköy Musevileri

Aaron Kohen'ın Ortaköy ve Museviler Zaman Tünelinden Bir Bakış adlı kitabını Haksöz-Haber için Asım Öz değerlendirdi.

30 Mayıs 2011 Pazartesi 13:47A+A-

Aaron Kohen, Ortaköy örneğini merkeze alarak yüzyılın başındaki Musevi kültürünü anlatıyor. Bir zamanlar toplumsal hayatın her noktasında mensuplarım görebileceğimiz Musevi cemaatinin nasıl "dağıldığını" tanıklarıyla gösteriyor.

Zaman Tünelinde Ortaköy Musevileri

ASIM ÖZ/ HAKSÖZHABER

Yüz yıl öncesinden hareketle Ortaköy'ü ele alan Aaron Kohen, 1963 yılında Şişhane'de doğmuş bir Musevi. Altı yaşından itibaren sinagoglarda bulunmuş, Musevi din bilginlerinden ve hazanlardan (duahan) makam ve ilahi dersleri almış. 1978'de Şişhane'deki Neve Şalom Sinagogu'nda başladığı hazanlık görevini 2003'e değin Şişli, Ortaköy, Zülfaris ve İtalyan sinagoglarında sürdürmüş.

Musikiyle yakından ilgilenen Kohen, aynı zamanda Feridun Darbaz'dan Türk Musikisi dersleri almış. 2000 yılında Maftirim (Kaybolan geleneksel Türk-İbrani ilahileri) adlı sinagog ilahileri korosunu kurmuştur. Urfa'da düzenlenen kardeşlik konserlerine grubuyla birlikte katılan sanatçının Kalan Müzik imzasını taşıyan Maftirim ve Şevahot-Lael (Allah'a Övgü) adlı iki CD'si var. Her iki CD'de de Osmanlı ve Türk etkisinde gelişen ve başka hiçbir coğrafyada görülmeyen eserleri yorumluyor. Kohen ayrıca Klasik Türk Müziği konserleri de veriyor. Aaron Kohen'in bir özelliği de 2008 yılında, kendi ifadesiyle, 'ihtida edip' Müslümanlığa geçmiş olması. Bu tercihin duyulması onun Musevi cemaati içerisindeki hayatını zorlaştırmış. Hazanın Hüznü kitabında anlattığına göre, akrabalarını görmek üzere gittiği İsrail'de bile hoş karşılanmamış, uzun süre iş bulamamış. Aaron Kohen ve 2003 yılında evlendiği eşi Flöri Rossano Kohen, eski dostları tarafından adeta tecrit edilmiş. Üstelik din değiştirmelerine rağmen birkaç istisna dışında Müslümanlar tarafından da hoş karşılanmamışlar; bekledikleri desteği onlardan da görememişler. Şunu da belirtmeliyim ki Hazanın Hüznü'ndeki kimi anlatımlarından yola çıkarak ben de onun samimi bulmamıştım. Belki Aaron Kohen'in yakındığı ilgisizliğin kökenleri biraz da burada aranmalı. Hatta İsrail'de yurtlanabilseydi bugünkü sürecin oldukça farklı olabileceğini bile düşündüm Hazanın Hüznü'nü okuduğumda yılmamış. Bütün bunları bir yana bıraktığımızda din değiştirmesine rağmen kültürel ve etnik kökenleri hakkındaki araştırma ve yazılarını devam ettiriyor Kohen.

Ortaköy ve Museviler'i anlattığı yeni kitabı kopmayan bu ilginin bir neticesi. Çocukluğunda Ortaköy evleri, vapur iskelesi, çarşısı ve sokakları ile onun için sihirli bir dünya gibidir Kohen için. Ortaköy ve Museviler adlı kitap temelde, Kohen'in askerlik dönüşü 1987-1988 yılları arasında hazanlık yaptığı Ortaköy Etz Hayim Sinagogunda tanıştığı Musevi cemaati mensuplarının anlatımlarına dayanıyor. Hazanın Hüznü kitabında konu hakkında şöyle diyordu: "Askerlik görevimi tamamladıktan sonra, İstanbul'daki Ortaköy Sinagogu'nda duahan olarak göreve başladım. Burada iyi dostluklar kurdum." Zaten kitabın önemli bir kısmı da Ortaköy Etz Hayim Sinagoguna ayrılmış. Ayrıca konuyla ilgili temel kaynaklardan da yararlanılmış. Buna karşın oldukça öznel olan ve onun hayatından çeşitli dönemlerin, izlenimlerin, kırgınlıkların ve kişilerin anlatıldığı Hazanın Hüznü'ne göre bu çalışma daha nesnel bir boyuta kavuşmuş. Örneğin Ortaköy yetimhanesini anlatırken üzerinde durduğu kişilerden biri İzak Boniel'dir. 1942'de yetimhaneye gelen Boniel 1945 yılında kutsal topraklara göç eder. İsrail'de askeri okula girerek tuğgeneral rütbesine ulaşan ve 1988'de emekli olan İzak Boniel Kohen'in dayısıdır. Ama bu durumdan hiç söz etmez yeni kitabında. Hazanın Hüznü'nde ise şöyle söz eder dayısından: "Aşkelon'da yaşayan dayım Yitshak Boniel'di. İsrail'e göç ettiğim günden itibaren onu aramış, hep halini hatırını sormuştum. İsrail'e göç etmeden eşim onun eşiyle birkaç kez İstanbul'dan telefon görüşmesi yapmış geleceğimizi ve bu ülkeye yerleşeceğimizi söylemişti. Şoşanna, Fas kökenli bir yahudiydi. Eşim onunla telefonda konuşuyor, çok iyi anlaşıyordu. Hatta Şoşanna: " Sizin gelmeniz, ailemizle birlikte olmanız diğer kardeşlerimizle birlikte olmanız bir devrimdir. Hoş geldiniz… Hoş geldiniz. Yanınızdayız" diyordu sevinçle haykırarak. Ama onların yanına gittikten bir süre sonra, size anlattıklarıyla ve sözleriyle kalplerindeki düşüncelerin çok farklı, birbirine tezat olduklarına çaresizlik ve içimizde hissettiğimiz acıyla şahit olacaktık."

Bundan dolayı benzerlikleri/farklılıkları yakalamak bakımından her iki kitabın birlikte okunmasında yazarın Musevilerle ilgili tüm gördüklerini, bildiklerini, yaşadıklarını nasıl anlattığını görmek bakımından büyük fayda var kanaatini taşıyorum.

"Vatandaş Türkçe Konuş!"

Endülüs, Hıristiyanlar tarafından geri alındıktan sonra öfke okları Müslümanlardan Musevilere yönelir. Büyük çoğunluğu Seferad olan İspanya Musevileri, kurulan Engizisyon mahkemelerinde yargılanıp ağır cezalara çarptırılmaya başlanır. Duruma müdahale eden Osmanlı Sultanı II. Bayezid, yardım isteyen Musevileri kurtarmak için İspanya'ya üç kadırga gönderir ve bu kadırgalardan biri dönüşte Ortaköy Limanı'na demirler. Kadırgadan inen Seferadlar, Ortaköy'ü çok sevip oraya yerleşirler. Onlara 93 Harbi'nden ve 1917 Devrimi'nden sonra Beyaz Rusya'dan gelen Aşkenazlar da eklenir. Bunların hemen tümü 1948'de İsrail'in kurulmasıyla birlikte İsrail'e göç ederler. Ortaköy 1950'li hatta 70'li yıllara kadar Musevi cemaatinin yoğun olarak yaşadığı bir semt olur. Bir istatistiğe göre 1940'lı yılların başında Ortaköy nüfusunun üçte biri Musevi idi. Nazilerden kaçıp gelen sınırlı sayıdaki Musevi aile de Türkiye'ye geldikten sonra Ortaköy'deki yetimhanelerde ağırlanır. Aralarında ünlü ekonomi, tıp profesörleri, cerrahlar, mühendislerin bulunduğu bu insanlara Fransa, Çekoslavakya, Macaristan gibi ülkelerden gelenler de katılır. Bu yıllarda vatandaş Türkçe konuş kampanyası da sürdürülmektedir bir yandan. Bu durumdan Ortaköy yetim hanesindekiler de etkilenir. Bu olay hakkında şunları anlatır Kohen: "1940'lı yıllarda Boğaziçi Apartmanı'nın bulunduğu mevkiinin hemen bitişiğinde, apartmanın yerinde CHP'li bir mebusa ait, yazlık olarak kullanılan büyük bir yalı vardı. Bu görkemli yalının arka bahçesinde bulunan merdivenler ile yetimhanenin bahçesi birbirine çok yakın bir konumda olup öğrencilerin gürültüleri yalıdan işitilirdi.

O yıllarda öğrenciler, aralarında genellikle Judeo-Espanyol dilini konuşurlardı.1940'lı yıllarda yine bir cumartesi günü Ankara'dan gelen bir grup CHP'li mebus toplantı halinde iken öğrencilerin bu değişik lisandaki konuşmalarını duyarlar. Mebuslar daha sonra müdire hanımı yanlarına davet ederek "Konuşalım dili hepimiz bilelim, anlayalım, güzel Türkçemizi hepimiz konuşalım," diyerek ricada bulunurlar. O günden sonra "Vatandaş Türkçe konuş!" hedefi doğrultusunda tüm öğrencilere "mükemmel" Türkçe öğretilir."

Ortaköy Musevileri'ne Osmanlılardan Türkiye'ye uzanan süreç içinden bakıldığında ticari ve kültürel yaşantısına önemli katkılar yapmış. Matbaa ve barut, Osmanlı ülkesine onlar tarafından getirildi. İçlerinden çok tanınmış hatta padişah III. Selim'in takdirini kazanmış Tanburi İzak gibi bestekarlar, Habib Gerez gibi ressamlar çıktı. Ortaköy'de binalar, ibadethaneler, okullar inşa ettiler. Sinagogları, okulları, yetimhaneleri ve onların yerleşmeleri için yapılmış akaretlerle Ortaköy'de çok canlı bir Musevi yaşantısı hüküm sürer.

Hazanın Hüznü Devam Ediyor

Yazarın anlatımlarında karşılaşılan manzara çok acıklı. 1942'deki yangından sonra yeniden yapılan Etz-Hayim Sinagogu'nun, sinagog olduğunu anlatmaya bin şahit lazım. Sıvasız ve boyası yenilenmemiş dış cephesi dökülüyor. Sinagoga çardak olarak eklenen demir blok mimari dokuya uyum sağlamıyor. Sinagog duvarlarına yaslanmış birahaneler de cabası. Terk edildikten sonra bir süre konfeksiyon atölyesi olarak kullanılan Yenimahalle Sinagogu ise yıkılmaya yüz tutmuş. Birçok Musevi çocuğu yalnızlıktan kurtaran Palanga caddesindeki terk edilmiş Musevi yetimhanesinin kendisi yetim kalmış. Camları kırılmış, duvarları kararmış, kapıların çevresinde örümcek ağları var. Bir zamanlar ilkokul olarak kullanılan bina, apartmana dönüşmüş. 30 yıl öncesine kadar Museviler tarafından kullanılmış tarihi binaların birçoğu terk edilmiş ve harap durumda. Beyaz Rusya'dan gelenleri yerleştirmek için yapılmış 18 Akaretler'de bugün bir tek Musevi aile oturmuyor. Buütün bunlar için Hahambaşılığın ve Yahudi cemaatinin yapması gerekenleri yapmadığının altını ısrarla çiziyor yazar.

Sinagoglarda da dualar, ilahiler eskiden olduğu gibi geleneksel klasik Türk musikisi makam ve ezgileriyle okunmuyor. Bunu biraz kırgınlıkla da ifade ediyor Aaron Kohen. Çünkü kendisi bahsettiği klasik Türk musikisi makam ve ezgilerini bilen bir isim. Sanatçı kişiliği ön planda olan bir hazan. Güzel olanın kaybolduğu bir geçmişçilik algısı üzerinden konuşmakta/yazmakta olan Kohen. Ayrıldığı cemaatine kültürel olarak yapması gerekenleri bir bir sıralayarak sona erdiriyor kitabını: " Yahudi cemaatinin Elia Karmona gibi bir Guy de Maupassant ve François Maurial kadar değerli bir yazarın eserlerini muhafaza edip gün ışığına çıkartamaması bende üzüntü uyandırmaktadır. Kaleme aldığı iki yüze yakın eserin arşivlenmesi, Türkçeye Judeo-Espanyol dilinden çevrilmesi ve toplumla paylaşılması gerektiğine inanmaktayım. Topluma ışık olmuş bu değerli yazarın Ortaköy mezarlığındaki defin yerinin bile bilinmemesi bir hayli düşündürücüdür. Böyle değerli bir araştırmacı ve gözlemci yazar bu denli fakir bırakılmamalıydı. Bir hayli varlıklı olup güzel olan her şeyi seven Türk-Yahudi cemaatinin bundan böyle kültür miraslarına daha sıkı sarılmaları ve bu konuda duyarlı olmalarını tavsiye ederim… Tıpkı ünlü Yiddish edebiyat üstadı yazar Şalom Aleihem'ın Damdaki Kemancı romanını tiyatro, opera ve sinemaya uyarlayarak evrenselleştiren Amerikan Yahudi cemaatinin duyarlılığı gibi…"

Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen Ortaköylü ünlü musiki sanatçısı hanende Karakaş Kohen Efendi çok güzel bir sese sahip olan bir saray müzisyeni idi. Onunla ilgili olarak şöyle bir anekdot aktarılır kitapta: "Bir Kipur günü Padişah Abdülhamit, Karakaş Efendi'yi Yıldız Sarayı'na davet eder. Elçi, padişahın davetini Karakaş Efendi'ye iletir. Karakaş Efendi, bugünün kendisi için dini açıdan çok önemli bir gün olduğunu ifade ederek, üzülerek gelemeyeceğini söyler.

Kipur sona erer. Ertesi gün padişah, Karakaş Efendi'yi huzuruna çağırarak neden gelmediğini kendisine sorar. Karakaş Efendi, "… Siz padişahımızın huzurunda benin boynum kıldan incedir, ancak dini inançlarım var, dinimin vecibelerini, oruç tutarak, dua ederek yerine getirdim. Onun için huzurunuza gelemedim, beni bağışlayınız efendim…" der.

Bu cevaptan çok hoşnut kalan padişah onu altınla ödüllendirir ve Ortaköy'de oturduğu sokağa kendi adını verir. Böylece bu sokak Karakaş sokak olarak anılır…"

Ortaköylü Yahudilerin büyük çoğunluğu ekonomik açıdan zenginleştiğinde Ortaköy'ü terk ederek Bebek'e, Ulus'a, Nişantaşı'na, Maçka'ya yani daha zengin mahallelere taşınmışlardır. Kimileri ise İsrail ABD ve Fransa'ya göç etmişlerdir.

Ortaköy ve Museviler, yazarı görmediği, bilmediği, gün ışığına çıkamamış pek çok olay olduğunu düşünse de toplumsalın kimi hususları hakkında bilinmeyen pek çok gerçeği ortaya koyan ama akış bütünlüğü olmayan bir kitap.

Aaron Kohen, Ortaköy ve Museviler Zaman Tünelinden Bir Bakış, Kapı Yayınları, 2011, 151 sayfa,

HABERE YORUM KAT

3 Yorum