1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Alper Görmüş İle "40 Benzemez Yüz" Üzerine...
Alper Görmüş İle 40 Benzemez Yüz Üzerine...

Alper Görmüş İle "40 Benzemez Yüz" Üzerine...

Celal Şengör’den Bülent Ersoy’a, Cem Yılmaz’dan Devlet Bahçeli’ye, Sezen Aksu’dan Tayyip Erdoğan’a 40 Benzemez Yüz. Onlar son yılların en çok konuşulan, hayatımızı etkileyen 40 ismi. Alper Görmüş’le 40 Benzemez Yüz (Hayy Kitap, 2008)’ü ve portre yazımını

03 Ekim 2008 Cuma 22:28A+A-

Celal Şengör'den Bülent Ersoy'a, Cem Yılmaz'dan Devlet Bahçeli'ye, Sezen Aksu'dan Tayyip Erdoğan'a 40 Benzemez Yüz. Onlar son yılların en çok konuşulan, hayatımızı etkileyen 40 ismi. Özne oldular, hep başrol oynadılar, hep "damga vurdular". Ama bu kez durum farklı… Türkiye'nin gündeminden düşmeyen bu 40 yüz, artık Alper Görmüş'ün "elinde"… Görmüş, herkesin bildiği 40 yüzü önce siliyor, sonra kendi "hakkaniyet" kriterlerine göre yeniden çiziyor. Bu işlem sırasında egemen medyanın uygun gördüğü makyaj da temizlenmiş oluyor. Ve ortaya bize daha önce söylenmeyenleri söyleyen, bildiklerimize "benzemeyen" 40 taraflı portre çıkıyor. Alper Görmüş'le 40 Benzemez Yüz (Hayy Kitap, 2008)'ü ve portre yazımını konuştuk

 

 

Öncelikle, henüz kitabı okumayanlara bir rehber olması adına, bir portre kitabı yazmanıza yol açan nedenleri açmanızı rica ederek başlamak isterim söyleşimize…

Bu kitap, Yeni Aktüel dergisi için her hafta bir tane olmak üzere kaleme aldığım "portreler"in kitaplaştırılmış hali... Dolayısıyla bir "portre kitabı" yazma fiilinden söz edilemez diye düşünüyorum. Yayınevi böyle bir öneride bulundu, ben de "peki" dedim.

Kitabın kapak tasarım düşüncesi size mi ait?

Hayır, ben o işlerden hiç anlamam. O nedenle, yönettiğim dergilerde görsel yönetmenin işine hiç karışmayan bir yayın yönetmeni olageldim hep. Onlar çalışır, bana gösterir, içerikle ilgili bir itirazım yoksa "tamam" derdim. Burada da öyle oldu: Arkadaşlar bana gönderdiler yaptıkları çalışmayı, ben de "şahane olmuş, elinize sağlık" dedim, konuyu kapattık.

Portreler nasıl oluşuyor? Teknik açıdan "sıradan" dergi ya da gazete yazılarından farklı yazılış soru(n)ları var mı?

Gazete ve dergilerdeki tipik portreler, hepimiz biliyoruz, esasen "tanıtma" ve "ne yaptı, ne etti" çerçevesinde kalıyor. Benim portrelerimde ise işin bu yanı ya hiç yoktur ya da pek azdır. Çünkü benim derdim onlarla ilgili "objektif" bilgiler vermek değil, benim derdim ele aldığım kişilerin bana nasıl göründüğünü anlatmak.

Cemal Süreya "Kişi kendi yüzünü (…) tam bilemez; bir başkası gibi bakamaz kendine; baksa da tam göremez" diyor bir konuşmasında. Kitabın sunuşundaki "Portrecinin Portresi" bunu doğrulayan bir yazıdır diyebilir miyiz?

Tabii ki... O giriş yazısında, aslında "kendine bakan" biri olmadığımı itiraf etmiş, buradan kalkarak başkalarına bakma hakkımın olup olmadığını sorgulamıştım. Başlarken, belli belirsiz hissettiğim bir şey de, başkalarına bakarken aslında kendi kendimle ilgili birtakım şeyleri de keşfedeceğimdi. Öyle de oldu. Bu portreleri yazmasaydım, belki hiçbir zaman ortaya çıkmayacak bazı yönlerim çıktı ortaya. Bunların bazıları bana sıkıntı veren keşifler oldu ama ne yapalım: Hamama giren terler...

Abdullah Gül portresinin kitabın başında Tayip Erdoğan portresinin kitabın sonunda, diğerlerinin bu ikisi arasında yer almasının sizce özel bir anlamı var mı?

Yok yok... Birinci portreyi yazdığım hafta Abdullah Gül yeni cumhurbaşkanı olmuştu, o günlerde başka birinin portresiyle başlamak tuhaf olurdu, hatırladığım kadarıyla derginin de bu yönde bir isteği olmuştu. Tayyip Erdoğan portresine gelince; bana kalsaydı Erdoğan portresini yazmak için daha beklerdim, fakat yayınevi kitap için hazırlıklara başladığında bunu bir eksiklik olarak algıladıklarını, ben de uygun görürsem bir Tayyip Erdoğan portresini de eklemek istediklerini söylediler. Ben de kitap matbaaya yollanmadan önce Aktüel için bir Erdoğan portresi kaleme aldım ve o portre kitabın son portresi oldu.

İslamcılık için yaptığınız "İslamcılık, yani mevcut devleti ele geçirip yukarıdan aşağıya bir İslami toplum-yaşam biçimi empoze etmek; Leninizm'in içeriği farklı bir versiyonu" diyorsunuz. Bu indirgemeci bir tavır değil mi? İslamcılık ile Müslüman arasında nasıl bir ayrım görüyorsunuz?

İslamcılık bir siyaset, Müslümanlık ise inanç ve kültür meselesi... Müslümanlıkla Leninizm'i aynı cümlede bir araya getirseydim sorunuz haklı ve yerinde olurdu. Fakat ben bir siyaset olarak İslamcılıkla Leninizm arasındaki benzerliğe işaret ediyorum. Şu ana kadarki İslamcı siyasetler, bize onların da tıpkı Leninizm gibi devleti ele geçirip, onu bir araç olarak kullanıp yukarıdan aşağıya yeni bir toplum modeli geliştirme dışında bir şey önermediler. Marksizm içinde uzun bir süredir bu yolun çıkmaz bir sokak olduğuna dair tartışmalar yürütülüyor. Önerilen yeni modelin küçük nüvelerinin toplum içinde oluşturulması ve onların geliştirilmesi, bu arada zihniyetin de yavaş yavaş dönüşmesi temelinde bir iktidar mücadelesinden başka bir yolun olmadığı savunuluyor.

İslamcılık ise, istisnaları saymazsak, esas olarak iktidar iddiasından vazgeçti bu süreçte. Türkiye'de de böyle oldu. Adını şimdi hatırlayamayacağım, altı yıl önce bir AK Parti yöneticisi, partilerinin, "İslamcılık iddiasından vazgeçmiş müslümanların hareketi" olduğunu söylemişti; bence de doğru bu. 

Deniz Baykal, İlhan Selçuk, Bülent Ersoy, Cemal Süreya'nın da portrelerini yazdığı isimler. Bu isimlerle ilgili yazı yazarken Cemal Süreya'nın yazdıklarına bakma gereği duydunuz mu?

Hayır.

Okan Bayülgen portresinde pespaye magazinle ciddinin magazinleştirilerek manipüle edilmesine değiniyorsunuz. Medyanın özellikle haberleri magazinleştirmesinin altında hangi ger(ek)çe(k)ler yatıyor?

Orada, sıradan magazinin ciddi bir sorun olmadığını, asıl sorunun "ciddinin (de) magazinleştirilmesinde olduğunu" yazmıştım (mealen). Bunun nedeni açık: İnsanları alıklaştırmak, hayatları üzerinde, hayatımız üzerinde düşünmelerinden alıkoymak. Orwell, "büyük birader"in bizi denetim ve yasaklar yoluyla köleleştireceğine inanıyordu. Huxley ise tam tersine, insanların haz ve eğlenceye boğularak denetleneceği tezini savunuyordu. Günümüz medyasının gelişme eğilimine baktığımızda Orwell'in değil Huxley'nin haklı olduğunu görüyoruz.

Ertuğrul Özkök için yazdığını portrenin sonunda "Çok eksik, çok" diyorsunuz. Portreleri bugün yazsaydınız daha farklı yazar mıydınız?

Bazı portreleri bitirdiğimde, bitirmek zorunda kaldığımda müthiş bir eksiklik duygusu yaşıyorum. Hacimle ilgili sıkıntıdan söz ediyorum. Böyle durumlarda keşke birkaç sayfam daha olsaydı diye hayıflanıyorum. Bu sıkıntıyı en çok Özkök'ün portresini bitirmek zorunda kaldığımda hissettim, onu da yazıya döktüm.

Portre yazmanın meydan okuyan bir yanı var mı?

Var tabii... Hâkim algıya tepeden tırnağa aykırı şeyler yazıyorsanız hele...

Sizi tanıdığımdan beri düşündüğüm şeylerden biri medya ile "ağır işçi" boyutlarında uğraşmanızın farklılığı gelir. Sizin için medya ne ifade ediyor?

Türkiye'de hiçbir büyük "siyasi oyun" medya olmaksızın kotarılamaz. Özellikle "yıkıcı siyasi oyun"larda bu böyle. O kadar ki, medya bizim ülkemizde zaman zaman "birinci kuvvet" haline gelir. Türkiye bir yandan da meşru iktidarları gayri meşru yöntemlerle yıkma pratikleri zengin bir ülke. İşte bu iki nedenle medyanın istediği gibi at oynatmasına izin vermemek gerekir. Ben de gücüm yettiğince bunu yapmaya çalışıyorum.

"Alper Görmüş neyin peşinde?"diye ürkütücü bir soru sorsam?

Bana hiç ürkütücü gelmedi bu soru. Ben, iktidar oyunlarının içinde olan ve bu yönde etki yapmaya çalışan bir gazeteci değilim çünkü. Bütün çabalarım tek ve basit bir amaca dönük: Türkiye'nin "normal" bir ülke haline gelmesi.

Bugünden baktığınızda Nokta dergisinin yerini nasıl görüyorsunuz? Çok önemli etkileri olmuştur, denilebilir mi?

Nokta, Türkiye'deki gazeteciliğin lüksünün bozulmasında önemli bir rol oynadı. Gazeteciliğin, siyasi gazeteciliğin esas rolünün "arı kovanına çomak sokmak" olduğunu gösterdi. Nokta, ellerinde çok daha geniş imkânlar bulunan "büyük" gazetecileri biraz utandırdı ve onların okurları nezdindeki itibarlarını biraz aşındırdı.

Darbe Günlükleri'nin yayımlanmasından sonraki süreci nasıl görüyorsunuz?

Darbe Günlükleri ve onu izleyen dava, hukuki olarak bir sonuca varmasa bile, Türkiye'de darbecilik geleneğinin devam ettiğini gösterdi. Bir anlamda ilk kez darbeciler "iş üstünde" yakalanmış oldular. Fakat ne yazık ki Türkiye bu fırsatı iyi kullanamadı. Demokrasinin üç kuvveti (yasama, yürütme ve yargı) ile onları denetlemekle görevli dördüncü kuvvet (medya) görevlerini yerine getirmediği için darbecilerin yargılanması fırsatını kaçırdık. Fakat bu kadarının bile önemli bir kazanç olduğunu düşünüyorum.

Genelkurmay Başkanlığı'nın medya ile geliştirmeye çalıştığı son ilişki biçimlerini nasıl değerlendirirsiniz?

Medyayla sürekli temasa ve bilgilendirmeye dayalı biçimine bir itirazım yok. Fakat asıl soru şu: Sadece tebliğ eden bir Genelkurmay mı olacak, yoksa her türden soruya ve sorgulamaya açık bir Genelkurmay mı? Bence burada asıl görev medyaya düşüyor. Eğer oradan bir basınç gelmezse, Genelkurmay neden sahip olduğu lüksü bozsun ki?

Söyleşi için teşekkür ederim.

 

İşte Alper Görmüş'ün "yeniden" çizdiği yüzlerden bazıları:

Abdullah Gül: Cumhuriyetçilerin cumhuriyetçi çıkmasından korktuğu cumhurbaşkanı

Şener Şen: Yerlilik ve modernliğin ideal bileşimi

Emre Kongar: "Sosyo"nun zapt-u raptının lojis(tiğ)i…

Ertuğrul Özkök: Gazetesi gibi: Sadece gündelik hayatta sivil...

Müjde Ar: Asıl sözü sükûttu, şimdi sözünü kaybetti

Alev Alatlı: Dünyanın kaybolan büyüsünü ararken kaybolan yazar…

Durmuş Yılmaz: İlk "zenci" Merkez Bankası Başkanı

Nuri Bilge Ceylan: Hayatın sıkıcılığıyla dürüstçe yüzleşen sinemacı

Bekir Coşkun: Delili kendi varsayımı olan yazar

Bülent Arınç: Muhafazakârlık üstü az milliyetçilik...

İlhan Selçuk: Yüceliğin kötülüğü…

Erkan Oğur: Yalınlığın manifestosu…

 

Röportaj: ASIM ÖZ
Haksöz-Haber