1. HABERLER

  2. ETKİNLİK

  3. "Kur'ân'da Hicret"
"Kur'ân'da Hicret"

"Kur'ân'da Hicret"

Tatvan Özgür-Der’in “Yolumuzu Aydınlatan Kur'ânî Kavramlar” üst başlığıyla devam eden cuma seminerlerinde bu hafta “Kur'ân'da Hicret” konusu işlendi.

06 Şubat 2016 Cumartesi 08:52A+A-

Haksöz Haber

Her hafta farklı bir Kur'ânî kavramın işlendiği seminerlerin bu haftaki konuğu, eğitimci Mustafa Akdeniz idi. Özcan Taşcan'ın moderatörlüğünü yaptığı seminer, Tatvan Özgür-Der binasında gerçekleştirildi.

“Kur’ân’da Hicret” başlıklı seminer; Erol Kutlu'nun okuduğu Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe meâliyle başladı.

Mustafa Akdeniz, sunumunda şu hususlara değindi:

“Hicret” kelimesi, “hecere”, “yehcürü”, “hecren” kökünden türemektedir. el-Hecr ise; lugatta, ulaşmak, kavuşmanın zıddı olarak ayrılık, ayrılmak, iftira ve yüz çevirmek, terk etmek, ilgisini kesmek manalarına gelir. Hicret kelimesi ise, kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması demektir. Bir yerin terk edilerek başka bir yere göç edilmesi anlamında kullanılır.

İslâmî manada hicret; Allah ve Resulü yolunda, nefsin bütün arzularından feragatin ifadesi olmaktadır. Bir müminin fitne ve küfür beldesinden, dini akide ve amellerine izin verilmemesi sebebiyle, dini yönden emin olabileceği bir yere göçmesidir. Nefsin tamah ettiği, bağlandığı, vatan, yurt, aile, mal, dünya nimetleri ve hatıralarından vazgeçerek, Allah’ın rızasını kazanmak için Allah’ın emirlerini tercih etmek demektir.

Hicret; terim olarak genelde gayri müslim ülkeden, İslâm ülkesine göç etmeyi, özelde ise, Hz. Peygamber’in (S.) ve Mekkeli Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç etmesini ifade eder. Medine’ye göç eden Müslümanlara “muhacir”, Hz. Peygamber ve muhacirlere yardım eden Medineli Müslümanlara da “ensar” denilir.

“el-Hecr” kökünden türemiş muhtelif kelimeler Kur’ân-ı Kerîm’de otuz bir yerde geçmektedir. Bunlar kullanılışlarına göre, “Kur’ân’ı terk etmek”(Furkan/30), “bir kişiden veya gruptan ayırmak”(Nisa/34; Meryem/46; Müzemmil/10), “kötü şeyleri terk etmek” (Müddessir/5) ve terim anlamına uygun olarak “Allah uğrunda başka bir yere göç etmek” anlamlarına gelmektedir. “Hicret eden kimse” karşılığında da muhacir ve çoğul olarak muhacirin, muhacirat kelimeleri kullanılmakta, bu ayetlerin çoğunda da Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlar kastedilmektedir.

Müslümanların Hicreti:

“O küfredenler, Peygamberlerine şöyle dediler: ‘Elbette ve elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız yahut mutlak ve mutlak dinimize döneceksiniz.’. Bunun üzerine Rableri kendilerine (o peygamberlerine): ‘O zalimleri muhakkak helak edeceğiz.’ diye vahyetti. Ve onlardan sonra sizi behemehâl, o yurda yerleştireceğiz. İşte bu (mükâfatım), benim makamımdan korkanlara, benim tehdidimden korkanlara hastır.”[İbrahim 13-14.].

Hicret eden kimselerin iman etmiş olması, Allah rızasını talep için, sevdiği şeylerden uzaklaşması, hicret ettikten sonra dahi canları ve malları ile cihat edip, zorluklara göğüs germesi gerekmektedir. Hicret; yurtlarından çıkarılma, işkence, hakaret, ziyana uğramak gibi şartlar tahakkuk ettiği takdirde olmalıdır. Genellikle hicret, kişinin itikat ve ameline mani olunuyorsa ve bunu gücü ile izale edemiyorsa, vacip olur.

“Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kulluk edin. (Eğer bir şehirde bana kulluk etmeniz mümkün değilse, bana rahatça kulluk edeceğiniz başka bir şehre göçün).” [Ankebut/56].

Bu ayet, Mekke’de dinlerini hayata geçirme imkânından yosun bırakılan, işkence, zulüm ve baskılara maruz kalan Müslümanlar hakkında inmiş ve onların dinlerini hayata geçirebilecekleri yere (Medine’ye) hicret edebilecekleri vurgulanmıştır. Ayette herhangi bir yerde dinlerini güzelce yaşama imkânından yoksun bırakılan Müslümanların inançlarının gereğini yerine getirebilecekleri ortamlara hicret edebilecekleri mesajı ve ruhsatı verilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlardan bahseden ayet-i kerimeler pek çoktur. Bunlardan birkaç tanesi mealen şöyledir:

“Onlar (o müminlerdir ki) haksız yere ve ancak ‘Rabbimiz Allah’tır.’ diyorlar diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah bazı insanları(n şerrini diğer) bazısı ile def etmeseydi, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yıkılıp giderdi. (Dinine) yardım edenlere elbet Allah da yardım eder…” [Hac/40].

Hak Teâlâ, müminler hakkındaki bu va’dini yerine getirmiş, muhacirleri ve ensarı, Arap müşriklerine, Rum kayserlerine, Acem kısralarına galip getirmiş, İslâm orduları, düşmanlarını mağlup ederek onların ülkelerine sahip olmuşlardır.

“Nihayet Rableri onlar(ın duaların)a (şöyle) icabet etti: ‘İçinizden gerek erkek, gerek kadın –ki kiminiz kiminizden (hâsıl) olmadır- (hayırlı) bir iş yapanın amelini ben elbette boşa çıkarmayacağım. İşte hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana uğrayanların, muhabere edenlerin ve öldürülenlerin de, andolsun suçlarını örteceğim ve andolsun Allah canibinden bir mükâfat olmak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de sokacağım…’” [Al-i İmran/195].

Rivayete göre Ümmi Seleme validemiz demiş ki: “Ya Resulellah! Kadınlar da hicret ettikleri halde, hicret hakkında Kur’Ân’da daima erkekler zikrediliyor, kadınlar zikredilmiyor.”. Bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu.

Hz. Peygamber’in (S.) hicret eden Müslümanlar için şöyle dua ettiğini görüyoruz:

“Allah’ım! Ashabımın hicretini kararlı kıl. Onları topukları üzerine tekrar geriye döndürme!”.

“Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yer bulur, genişlik de bulur. Kim evinden, Allah’a ve O’nun Peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak ki onun mükâfatı Allah’a düşmüştür…” [Nisa/100].

Rivayete göre, hicret hakkındaki ayetler nazil olunca bunları Mekke’de ikamet eden ve pek ihtiyar ve hasta bulunan Cündüb b. Damre adındaki bir Müslüman duymuş, “Ben zayıf bir kimse değilim, yolumu tayin edip gidebilirim, artık bir gece bile Mekke’de duramam, beni yolcu ediniz.” diye yemin eylemiş ve bir binekle Medine tarafına yola çıkmış. Fakat bu zat yolda iken kendisine ölüm alametleri görünmeye başlamış. Bunun üzerine sağ elini sol eline koymuş, “Allah’ım, şu senin, şu da Resulün içindir. Resulün sana ne ile biat ettiyse ben de öyle biat ediyorum.” demiş ve buna müteakip Tenim denilen yerde vefat eylemiştir. Hadiseyi Ashap işitince, “Medine’ye kadar gelmiş olsaydı ecir ve mükâfatı daha fazla olurdu.” demişler, müşrikler de gülümsemişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki Nisa Sûresi’nin 100. ayet-i kerimesi nazil oldu.

Resul-i Ekrem’e ve onun ashabına Mekke ahalisi zulmetmişlerdi. Ashabın, bir kısmı evvela Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret etmişlerdi. Bir kısmı da yalnız Medine’ye hicret etmiş, bir kısmı da Mekke’den hicret edemeyip müşriklerin ezalarına maruz kalmışlardı. Bilal, Süheyb ve Ammar gibi zatlar bu cümledendir. Onlar hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Zulme uğratıldıklarından sonra Allah yolunda hicret edenleri biz dünyada elbet güzel bir surette yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise herhalde büyüktür… (O muhacirler hak yolunda ) sabır ve sebat edenler ve ancak Rablerine güvenip dayanmakta olanlardır.” [Nahl/41-42].

“İman edip hicret edenler, Allah yolunda bulunanlar, canları ile (mallarıyla) cihatta bulunanlar, (muhacirleri) barındırıp yardım edenler (yok mu), işte onlar birbirinin (mirasta) velileridir. İman getirip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velayetiniz yoktur. (bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında muahede bulunan bir kavmin aleyhine değil…” [Enfal/72].

Hicretten hemen sonra Hz. Peygamber (S.) ensar ile muhacirleri bir araya getirerek her muhacir için ensardan bir kardeş tayin etmişti. Tam 186 aile kardeş ilan edildi. Bu uygulama sadece bu şekilde kalmamış, muhacirlerle ensar kan bağından öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlanmışlardı. Hatta mirasla ilgili ayetler gelinceye kadar bu kardeşler birbirlerine varis dahi oluyorlardı.

Bu ayet-i kerimede beyan buyrulduğu üzere; muhacirler ile ensar birbirlerinin velileridirler. Bir kısmının diğerine velayeti vardır. Birbirine varis olurlardı. Hicret etmemiş olup henüz Mekke müşriklerinin yanında bulunan müminler ise hicret edinceye kadar muhacirlerle aralarında velayet hakkı yoktur.

Daha sonra gelen ayette ise şöyle buyrulmaktadır:

“Henüz iman edip de hicret ve sizinle beraber cihad edenler(e gelince); onlar da sizinledir. Hısımlar Allah’ın kitabında birbirlerine daha yakındırlar. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” [Enfal/75].

Hz. Peygamber (S.) de ensara gereken değeri ve önemi vermiş ve bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Eğer hicret şerefi olmasaydı ben muhakkak ensardan bir fert olmak isterdim”.

Mekke’nin fethinden evvel kâfirlerin arasında kalmış olan Müslümanların hicret etmeleri icap ediyordu. Bunlar hicret etmedikçe dar-ı İslâm’da bulunan yakınlarına varis olamıyorlardı. Mekke’nin fethinden sonra, Müslümanlar çoğalıp kuvvet buldukları için bu hüküm kaldırılmıştır. Muhacirler ile ensar arasında din kardeşliği üzerine cereyan eden tevarüs, bu ayetten sonra cari olmayarak, müminler arasındaki miras, akrabaya ait olmuştur. Birinci hicret ile sonraki hicretler arasındaki yegâne fark budur. İkinci hicret, Bedir’den sonra veya bu ayetten sonradır diyenler olmuş ise de, sahih olanı Hudeybiye’den sonradır.

“… Akraba da Allah’ın kitabında birbirine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındır. Şu kadar ki dostlarınız için herhangi bir iyilikte bulunmanız müstesna…” [Ahzab/6].

Hülasa, hicret; kaçış değil, bir direniş ve bir çözümdü. Resulullah’ın (S.) hakkı yaşayabilmek, hakkı anlatabilmek adına bir yol arayışıydı. Allah’ı, Kitab’ı, dünya ve ahiretin saadet esaslarını tebliğ edebilmek için bir çözüm arayışıydı.

Hicret, yıkılmamaktı, zalimlerin karşısında...

Kur'ânî hükümlerin kıyamete kadar yaşanması ve yaşatılması için en tesirli ve en güzel yöntemdi.

Müşrikler istemiyor diye bu mukaddes dava bitecek miydi sanki?!

İnananlar az ve fakirdi belki, evet. Müşriklerse çok ve zengindiler. Fakat Allah düşmanlarının gözden kaçırdıkları önemli bir şey vardı: Resulullah’ın (S.) davası; yerlerin ve göklerin sahibi olan Allah’ın davasıydı.

Mekke de Allah’ındı, Medine de. Mekke’de istenmeyen mü’minlerine, Allah elbet mülkünden bir başka yer açacaktı.

Peki inanmayanların haddine miydi Allah’ın mü’minlerini memleketlerinden etmek!? “Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydi geçin gidin! (Hâlbuki) bir kuvvet olmadıkça, çıkıp gidemezsiniz!” (Rahman/33) fermanı geldiğinde hiçbir yere kaçamayacaklarını akledemeyenlerdi!

Allah’ın nimetlerini bir hırsız gibi gasbederek yiyip içen ama şükretmeyenler. Şükredenleri de hazmedemeyenler!

Allah zalimleri ihmal etmez, mühlet verir şüphesiz. Bilebilselerdi ki yeryüzünde sadece bir nefesçik kalabilmek için Allah’ın sabrına, rahmetine ve inananlara muhtaç idiler.

Hicret; Allah’ın kendi davasına sahip çıkanlara mucizelerle dolu bir yardımıdır.

Aslında Allah’ın davasını sonlandıramayacaklarını en az müminler kadar biliyorlardı Allah’a savaş açanlar. İnatlarıyla vazgeçmedikleri zulümleri ise, müminlerin izzetlerine izzet, onların zilletlerine zillet için vardı.

İnkâr ehlinin sonlandırma sevdaları da müminlerin hicreti de sürecek kıyamete dek.

Terazinin bir kefesinde karanlık, vahşet, zulüm, diğerinde nur, şefkat, adalet.

Zulümkâr her bir hamle, müminler için yeni bir ibadet, yeni bir dua, yeni bir inayet olacak her zaman.

Mal ve rütbeleriyle aldananlar, güçlü olanlar (olduklarını sananlar) görmüyorlar mı ki asırlardır uğraş vermelerine rağmen devam etmekte bu Kur’ânî dava?!

Muhammedî ümmeti, yeryüzüne manevi ve mübarek bir yağmur kılmış Allah. Yerlerin ve göklerin ilâhı va’detmiş ki; yeryüzünün su ve ziyası kesilme vakti gelene kadar bu Muhammedî yağmurdan insanlık yoksun bırakılmayacak!

Hicret eden Nebi’yi (S.) anlamak için hicreti anlamak lazım.

Her Müslüman yaşamalı hicreti. Çünkü hicretin bir manası da; maneviyata, huzura, hakka hicrettir. Dünyaya âşık nefisten Allah’a müştak kalbe, batılın cerbezesinden hakka, sefahetten günahsızlığa yolculuktur hicret.

Maddiyatta boğulmuş efkârımızla, beşerî kanunlardan yorgun düşmüş yüreklerimizle, nefislerimizin heveslerinden perişan düşmüş kalplerimizle, günahlarımızın ağırlığından bîtap düşmüş ruhlarımızla, ahir zaman vurgunu müminler olarak bize de hicret zamanı gelmedi mi sizce?

Hülasa; bir niyettir hicret. Aslında hicret Allah’a hicrettir.

Seminer soru cevap faslının ardından sona erdi.

tatvan-002.jpg

tatvan_03.jpg

HABERE YORUM KAT

2 Yorum