1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. "Yanıldım mı?"
"Yanıldım mı?"

"Yanıldım mı?"

Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak'ta kaleme aldığı bugünkü yazısında mesnetsiz şeyler söyleyerek Bayramoğlu'nu özeleştiriye dâvet eden Nazlı Ilıcak'a Sümeyye Erdoğan suikastı iddiası, 17-25 Aralık operasyonları gibi hadiseler üzerinden cevap veriyor.

13 Ağustos 2015 Perşembe 12:00A+A-

Ali Bayramoğlu - Yanıldım mı? / Yeni Şafak

Nazlı Ilıcak, son yazılarından birisinde şöyle diyor:

“Ali Bayramoğlu, ciddi bir entelektüel. Ama mâlesef, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra hatalı bir duruş sergiledi. Konuları yeterince sorgulamadı; iktidar ne derse ona inandı. Sümeyye Erdoğan'a suikast iddiasında, belge diye sunulan yazılar, âdeta 'ben sahteyim' diye bağırıyordu. Bir algı operasyonundan ibaretti. Şimdi yalan ortaya çıktı ya, herkes Twitter'da, Bayramoğlu'nun AHaber'deki o fotoğrafını paylaşıyor. Fotoğraftaki altyazı şöyle: 'Bayramoğlu: Sümeyye Erdoğan'a suikast iddiaları çok ciddi iddialar.' Özeleştiri yapma zamanı gelmedi mi?”

Ilıcak biraz hızlı, kestirme ve haksız hüküm vermiş…

Ama eleştirilerini ve sorusunu vesile yapalım…

İnsan elbet yanılır.

Bu, karmaşık, kendisine has gelenekleri demokrasi kurallarına galebe çalan, toplulukçu, faydacı, güç savaşlarının ve suistimallerinin egemen olduğu ülkede, bir gözlemcinin hiç yanılmayacağını kim söyleyebilir?

Ben de yanıldım mı?

Elbette…

Ancak yanılgım Nazlı Ilıcak'ın sandığı konularda olmadı…

2008'de başlayan Ergenekon ve onu takip eden adlî süreçleri ortaya atılan deliller, tutuklanan kişiler, iddialar itibariyle anlamlı buldum, destekledim, önemsedim. Savunma hakkı, soruşturmanın gizliliği, tutuklama yetkisinin kötü kullanımı gibi kimi ihlalleri yanlış bulmakla birlikte, dosyaların özünü daha çok önemsedim. Zekeriya Öz'le ilgili destek ve övgü yazıları yazdım. Aşırılıklarına rağmen yaptıklarını demokrasi açısından cesur ve olumlu buldum. Temizlik ve sivilleşme çabalarını, “yol açan siyasî irade” ile “yolu açılan savcı ve hâkimlerin yeni adlî refleksleri” çerçevesinde ele aldım.

Bugün geriye dönüp baktığımda bu dosyalara zaman zaman tek boyutlu yaklaştığımı anlıyorum. Kimi açılardan haklı olduğumu, kimi konularda ise yanıldığımı düşüyorum. Yol açan siyasî irade ile yolu açılan savcı ve hâkimlerin yeni adlî refleksleri tespiti bir ölçüde hâlâ geçerlidir. Bu süreçlerinin pek çoğunun hâlâ öz olarak doğru olduğu kanatimdeyim.

Peki yanılgım neredeydi?

Bu sürecin Gülen cemaati tarafından yönetildiğini, tasfiye ve güç oluşturma istikametinde kullanıldığını, başkalarına göre belki erken ama olması gerekene göre geç gördüm.

Geç kaldığımı, hata yaptığımı düşüyorsam kendimi doğrulamaya kalkmam. Nitekim, o günlerde benim gibi düşünüp yazan kimilerinin daha sonra yaptığı gibi, “TSK-AK Parti el ele verdi, darbeciler dışarı çıkarıldı, biz haklıydık, haklıyız.” gibi saçmalıklara kapılmadım.

O günlerde muhtıralar veriliyor, parti kapama davaları açılıyordu, asker siyasî iktidarı hedef alan açıklamalar yapıyordu, Nokta ve Taraf gazetelerini basma girişiminde buluyordu, bu ortamda o tavır doğruydu diyerek de işin hatalı ya da eksik boyutunu geçiştirmeye kalkmadım. Tersine yanılgıyı fark ettiğim yerde durdum, bir uçtan diğer uca savrulmadan, yanlış ve doğruyu bir arada tespit etmeye çalışarak ilkeleri gördüğüme işaret ettim.

Ergenekon süreci 2008'te başladı. Benim şüphelerim ise 2009 ortalarında…

2010'dan Hanefi Avcı'nın tutuklanmasından itibaren şüphelerim iyice arttı. Şık-Şener meselesiyle şüphem doruğa çıktı. Yoğunlaştığım konu bu oldu. Araştırdım. Takip ettim. Görüştüm. Görüştüğüm her görevli, okuduğum her dosya, her iddianame, elime geçen her fezleke, gözlediğim ilişkiler ağı, cemaatin “gazete-gazeteci-öğretim üyesi-tetikçi” ağının işleyiş tarzı, 2011 sonuna doğru bu konuda iyice fikrimi pekiştirdi. Röportajlar verdim, yazılar kaleme aldım, uyarılarda bulundum.

Nazlı Hanım'ın sandığı gibi siyasî iktidarın ya da başka bir iktidar odağının etkisinde kalmadım. Tersine bu konuları ilk yazdığım günlerde cemaatten tehdit ve karalama, siyasî iktidar ve çevresinden tepki gördüm. Bu endişelerimi gazeteci soruları hâlinde başbakana yönelttiğim zaman yanıt alamadım.

Sonra kavga başladı. MİT müsteşarı hamlesi ve iktidarın karşı tedbirleri gündeme geldi. Ve en nihayet iş 17-25 Aralık'a dayandı. 17-25 Aralık elbette içi boş bir hamle değildi. Üzerine gidilmesi gerektiğini pek çok kez söylediğim yolsuzluk dosyalarını içeriyordu. Ancak yapılış şekli, meşru olmayan yöntemleri, devlet içi cemaat unsurlarının siyasî seferberliği açısından bu girişimin darbe boyutu tartışılmaz şekilde öndeydi. Cemaat büründüğü yargıç, savcı, polis kisvesiyle hukuk devleti için büyük bir tehlikeyi ifade ediyordu.

Bunu bir gün Nazlı Hanım da görecek…

Bu arada cemaatle mücadelede kullanılan yöntemler hukuk devleti sınırlarını aştı, cemaatin kullandığı tarza benzedi. Sümeyye Erdoğan meselesi örneklerden bir örnektir.

Nazlı Hanım, tweeter'daki bir görüntüye işaret ederek beni eleştiriyor, öz eleştiri istiyor, bunu yanılmama örnek olarak gösteriyor. Tweeter'ı referans almak doğru yol değil. Nitekim o görüntü, konuşmamın ilk kısmının stüdyodaki görevli tarafından özetlenmiş hâlini içeriyor. Evet, iddiaların cumhurbaşkanı kızına yönelik olduğu oranda ciddi olduğunu söyledim. Ama bunları ikna edici bulmadığımı da ekledim. Hatta cemaat hücümcuları Opçin, Yılmaz gibiler bunu kullanmaya başlayınca, ertesi gün 20 Şubat'ta bir tweet çektim.

Nazlı Hanım bu konuda bana işaret ederken başka bir algı operasyonuna âlet olduğunun bilmem farkında mı?

İnsanlarla ilgili yazdığınız her satıra dikkat etmek ana meseleniz olmalı…

Suçlamalar keskin inançlardan yola çıkıp, karşılıksız kalmamalı.

Peki gerçek?

Hükmü zaman verecek…

HABERE YORUM KAT