1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Yakın tarihin ışığında bugünün safları
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Yakın tarihin ışığında bugünün safları

08 Temmuz 2009 Çarşamba 03:13A+A-

Yetmişli yıllarda okuryazarlar arasında demokrasinin fazla bir popülerliği yoktu. Gerek sağ gerekse sol kulvarda ülke için kurtuluş reçeteleri üretenler, birçok konuda görüş farklılıklarına sahip olsalar da demokrasinin "cici demokrasi" olduğunda önemli ölçüde hemfikirdiler.

Sol için bu, açık bir kandırmacaydı, sanki düşüncelerine başvuruyormuş gibi yapıp halkı uyutan egemen güçler, böylelikle kendi çıkarlarını meşrulaştırıyorlardı. Ezilenlerin, işçilerin, köylülerin kurtuluşu egemen çevrelerin iktidar araçlarını tasfiye edecek, bunun için gerekirse (gerekeceği muhakkaktı) demirden yumruğunu kullanacak olan partiydi. Halkın denetimine, değerlendirmesine ihtiyaç hissetmeksizin tam bir kesinlikle ondan yana davranması gibi mucizevî bir işi gerçekleştirmesinde partinin dayanağı ideolojisiydi. Tabii, neyin halkın çıkarına olduğu hususu da yine parti tarafından takdir edilecekti ve bazen kendi gerçek hayat koşullarıyla açıkça yüzleşme imkânı olmayan halkı icabında zorla bu yönde harekete mecbur etme kudret ve inisiyatifi de yine partideydi. Bu cümleleri okuyanlar, ortada tuhaf bir totolojinin olduğunu söyleyebilirler. Halkın çıkarını takdir etmede her türlü dış değerlendirme ve denetimi ilga eden parti, böylelikle kendi gerçekliğini daha baştan oluşturmaktaydı.

Sağ kesimde ise demokrasi Batı'nın sınıflı toplum gerçekliğine tekabül eden bir rejim olarak görülür, bizim geleneğimize, medeniyet anlayışımıza ve bünyemize uymayacağı var sayılırdı. Her ne kadar toplumumuzda gelire ve harcamaya dayalı farklılıklar bulunsa da bunu Batı'da olduğu gibi sınıfsal bir yorumun mesnedi yapmak kabul edilemezdi. Demokrasiyi tasdiklemek demek, Batılı tarzda bir modernleşmenin karşılığı olan siyasî rejimi kabul etmekle eşanlamlıydı. Babacıl, şefkatli, bütün milleti yatay bir eşitlikte kucaklayan ruhanî devlet, toplum içinde herkese hakkını, yerini en adaletli şekilde verecek olan sihirli iktidar gücüydü. Kimilerinin çeşitli partiler üzerinden iktidar mücadelesine girişerek buradan bir kudret çıkartmaya çalışmaları, toplumun ruhanî temsilcisi olan devlet iktidarını "kendilerine göre" biçimlendirmeye uğraşmaları kabul edilemezdi. O yüzden herkese düşen, kutsal devlete hizmet etmek, onu yüceltmek, nihayet onun takdir edeceği ve muhakkak "toplumun birliği dirliği" hassasiyetlerine dayalı maddî ve moral dağıtımını kabul etmekti. Sağ çevrenin daha muhafazakâr kesimleri için devletin yerini aşkın bir dinî düşünce alıyor, geçmişteki "altın çağ"ın ihya edileceği bir gelecekte herkesin hak ve adalet arayışlarının gerçekleşeceği vaadi dile getiriliyordu. Bu gelecekte kurulacak altın çağda meşruluğu kendisinde mündemiç kutsal iktidar telakkisi, halkın denetimini, çıkar arayışını bütünüyle gereksiz hale getiriyordu.

Dikkat edilecek olursa, yetmişlerin Türkiye'sinde ideolojik olarak farklı yerlerde bulunduklarını düşünseler de esasen bu insanlar siyasal toplumu tasavvurda ve onun en temel soruları olan "kim yönetmeli, nasıl yönetmeli, meşruluk kaynağı ne olmalı?" gibi temel sorularda birbirine çok yakın kanaatlere sahiptirler. Her ne kadar cevaplarında kullanılan kelimeler farklı olsa da onlara atfedilen işlevler, meşruluk gerekçeleri birbirine çok benzerdir. Bu, yaşanan toplumsal problemleri tespitte ve onlara mukabil etmede bugüne nispetle hayli kapalı sayılabilecek bir toplumda "fark" zannedilenlerin aslında fark olmadığını, yanılsamaya dayalı ayrılıkların mevcut bulunduğunu bize söylemektedir. Sağ da, sol da kutsalla ilişkili bir toplumsal düzen düşünmektedirler. Her ikisi de "iktidar"a dünyevî değil ruhanî bir anlam atfetmektedirler.

Bu hatırlamanın gündemdeki tartışmalarla önemli bir ilgisi vardır. Türkiye, yetmişlerden bu yana yaklaşık otuz-otuz beş yıllık bir değişim sürecinden geçmiştir. Yılların sayısından öte muhteva olarak, bir darbe yaşamış, yeniden demokrasiye dönmüş, daha önemlisi dünya ile sadece ekonomik olarak değil kültürel, toplumsal, entelektüel açılardan da yeni ve kapsayıcı bağlar kurmuştur. Yetmişlerin Türkiye'sinde iktidarı kontrol eden politikacılar ve entelektüeller "modernleştirmeci misyon"un hayat verdiği bir yapısal geleneğin ürünü olarak ortaya çıkmışlarken, bugünün muktedirleri, çevreden merkeze gelenler, bir önceki kuşağı siyaset sofrasına oturtulmak istenmeyenlerdir. Bugünün Türkiye'sinde iktidar üzerine yürütülen mücadele, partilerin çabalarından öte, bu geleneksel iktidar elitleriyle, yükselen yeni sınıflarla birlikte öne çıkan yeni elitler arasındadır. İlginç olanı şudur: Yetmişlerin sağ kulvarında yer alan ve demokrasiye uzak duranların bugünkü temsilcileri demokrasiye kendi varlıkları ve "gerçek iktidar mücadeleleri" için hayatî bir önem atfetmektedirler. Ayrıca demokrasi onlar için halka dayalı modernleşmenin en önemli unsurudur. Sahip oldukları ideolojinin geniş coğrafyasında artık demokrasinin baskın bir yeri vardır ve "ve bağlacıyla birlikte demokrasiyle sentezleyerek" ona meşruiyet kazandırma lüzumunu hissedecekleri bir çekirdek ideoloji iddiasına da daha mesafeli bakmaktadırlar. Esasen sol çevrenin içinde çeşitli kesimler de artık demokrasiye "cici demokrasi" demekten vazgeçmiş görünmekle birlikte, bu zeminde yeteri ölçüde halkla bütünleşme araçlarına, kriterlerine sahip olmadıkları için ancak "marjinal güçler" olarak varlıklarını sürdürmektedirler.

Burada en ilginç olanı şudur: Türkiye'de modernleştirmeci misyonun geleneksel iktidar elitleri, "halka doğru gitme ve halkı aydınlatma" gibi arayışlarının bir uzantısı olarak teşekkül eden demokrasiyle flört etme, ona kendi dünyalarında yavaş yavaş bir yer verme yaklaşımından vazgeçmişlerdir. Onlara göre, kandırılan, üç soğana, iki torba kömüre satılan bu halk, demokratik usullerle kazanılması mümkün olmayacak şekilde, en alt düzeyde çıkarlarının karşılanması esasında bir iktidar ağının parçası haline gelmiştir. O zaman geriye tek bir yol kalmaktadır: Demokrasinin ilga edildiği ve yönetimin "herkesin çıkarını en adil ve hakkaniyetli şekilde takdir edecek bir iktidara bırakıldığı" bir siyasî yapı kurmak. Bu anlayışın bir ayağını en banal şekliyle demokrasi eleştirisi, diğer ayağını ise "demokrasi denilen bu saçma rejimin doğurduğu tehdit ve tehlikelerle baş edecek" bir muktedir yapı talebi oluşturmaktadır. Bu iktidarın halkın çıkarına davranacağının garantisi ise ilgili siyasî retoriğin demirbaşlarını oluşturan "ulusalcı" sembollerdir. Onların ruhanî varlıkları, etkileri, temsilleri iktidarın halkçı niteliğini belirleyecektir. Yetmişlerde sağcıların ve solcuların savundukları, ancak farklı semboller ve anlamlarla tahkim ettikleri ruhanî, aşkın iktidar tasavvuru, iki binlerin Türkiye'sinde ulusalcı bir karakterle yeniden karşımıza çıkmaktadır. Konuşulanlar farklı olsa da hikâye aynıdır: Kapalı ve kutsal bir toplum özlemi. Laikliğe ve sekülerliğe bu kadar vurgu yapan ulusalcılığın, bırakın diğerlerini, laikliği ve sekülerliği dahi dinî ve ruhanî bir heyecan ve vecd duygusuyla terennüm etmeleri, onların "aşkın" karakterlerini ortaya koymaktadır.

Bu saflaşmada ve iktidar mücadelesinde kim kazanacak derseniz, bunun cevabı yakın tarihtedir. Bu ülkenin herhangi bir şehrinde sokağa çıkıp, yakın geçmişi hatırlayarak üç adım atan her insan, gördüğü manzara ile bu tarihi üst üste koyduğunda "kapalı toplumların dünyasında ancak karşılık bulabilecek aşkın siyasal tahayyüllerin" hiçbir şansının bulunmadığını takdir edecektir.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT