Ümitsizliğin eşiğinde: Peygamberler ve toplumları
Peygamberlerin hayatı, sadece geçmişin bir hatırası değil, insanın bugün yaşadığı karanlıkla mücadelesinde bir haritadır. Onlar, hakikati dile getirdikçe daha çok yalnız kaldılar; çağrıları uzadıkça inkâr kökleşti. Azabın gecikmesi, bazılarında inkârı derinleştirirken, peygamberlerin kalbinde de insan olmanın en içli sınavları yaşandı. Yûsuf sûresi 110. ayette bu durum, çarpıcı bir şekilde açığa çıkar: Ümidi zorlayan sessizlikle yüzleşme ve yardımın beklenmedik anda gelişi… Ayette geçen “ümit kesme” ve “yalanlanma” gibi ifadeler, ilahî yardımın zamanlamasına dair kadim bir problemi dillendirirken, aynı zamanda şu soruyu da düşündürür: “Allah’ın yardımı neden beklenir, neden gecikmiş gibi görünür? Ümitsizliğin eşiğinde yardım nasıl iner?” sorularına cevap arayacağız.
Peygamberler, toplumlarını yüce Allah’ın azabı konusunda uyardıklarında azabın hemen gelmemesi, inkârcıların şeytan yolundaki çabalarını katmerlendirmiştir. Hâlbuki yüce Allah’ın cezasının kulun kötü fiilinin hemen peşinden gelmesi gibi bir zorunluluk yoktur: “Nihayet peygamberler ümitlerini kesip de yalanlandıklarını iyice anladıkları zaman, onlara yardımımız gelir. Dilediklerimiz kurtarılır. Azabımız günahkârlar topluluğundan geri çevrilmez.” (Yûsuf 12/110). Peygamberlerin “ümitlerini” kesmeleri, kavimlerinin iman etmeleri ya da azaba uğrayacakları konusundadır. Kavimlerinin inanmayacaklarına kesin olarak inanana kadar azap gelmemiştir. Bir ihtimal de “ümitlerini” kesenlerin peygamberler olduğu söylense de kastedilenin onların ümmetleri olduğudur. Peygamberlerin “ümitlerini” kestikleri şey, yüce Allah’ın vaat ettiği yardımın gelmesi ise bu, en fazla vesvese düzeyinde yani söze dökülmemiş bir ümit kesme olsa gerektir. Zira başka bir ayet onların ve yanlarındaki müminlerin ilahî yardımdan ümit kestiklerini değil, yardımı acele istediklerinden söz etmektedir (el-Bakara 2/214). Bu düzeyi aşan bir durum olduğunu düşünenlere göre peygamberler de insandır ve bu tür zaaflara onlar da düşebilir. Fakat onlarınki şeytanın Allah’ın rahmetinden ümit kesmesi düzeyine çıkmaz. Peygamberlerin “yalanlandıklarını” anlamaları, mü'min olduklarını beyan edenlerin aslında iman etmediklerine kesin kanaat getirdikleri şeklinde de yorumlanmıştır. Yalanlayanlar ister kâfirler isterse de mü'min olduklarını söyleyenler olsun her iki durumda da peygamberler iyice zor durumda kalmışlar ve yardım o anda ulaşmıştır. Zira her zulmün bir sonu vardır. Yüce Allah’ın “Dilediklerimiz kurtarılır.” sözü ile kastedilen kimseler, toplu helâklerin yaşandığı dönemlerdeki peygamberler ve müminlerdir. Kısmi helâklerin yaşandığı dönemlerde ise dünyevi anlamda kâfirlerden de azaptan kurtulanlar olmuştur.
Görüldüğü üzere Yûsuf sûresi 110. ayetin çarpıcı gerilimi, insanlık tarihinin en tanıdık sahnesini yeniden gözler önüne seriyor: Sabrın sınandığı, inancın kısmen de olsa sarsıldığı, gözlerin göğe çevrilip yardımın beklenildiği o an… Bu yazıda, ilâhî yardımın zamanlamasıyla ilgili çok katmanlı bir gerçeklik açığa çıktı: Allah hemen değil, tam vaktinde müdahale eder; çünkü O, sadece zalimi cezalandırmaz, kulunu terbiye de eder. Kavimlerin inatla direndiği, peygamberlerin ise en çok insan olduklarını hissettikleri eşikte yardım gelir. Bu satırlar, özellikle günümüz Müslümanının “Neden hâlâ?” sorusuna bir cevap, “Henüz değil” demeye bir davet niteliği taşıyor. Elbette ayetten çıkarılan ibretler, tüm açıklığına rağmen her insanda aynı karşılığı doğurmaz. Yine de bu satırlar, Kur’an kıssalarının sadece geçmişi anlatmadığının kanıtıdır. Bugünlük şu kadar yeter: Her zulmün bir eşiği, her eşiğin ardında ise Rabbimizin adıyla gelen bir sabah vardır.
YAZIYA YORUM KAT