1. YAZARLAR

  2. M. Naci Bostancı

  3. Taksim'de ne oldu?
M. Naci Bostancı

M. Naci Bostancı

Yazarın Tüm Yazıları >

Taksim'de ne oldu?

03 Mayıs 2008 Cumartesi 12:29A+A-

Marks 1848'de Manifesto'yu kaleme alırken, kapitalist dünya azınlık bir burjuva sınıfı ile gitgide çoğalan, aynı ölçüde yoksullaşan proleter sınıf arasında ikiye bölünüyordu.

Rekabet, güçlü sermaye sahiplerine orta sınıfları eritme ve onları kendisine katarak büyüme imkânını verirken, işsiz güçsüz kalan bu kesimlerin de proleterleşmesine yol açıyordu. Bu şartlarda "bilimsel sosyalist" Marks, "toplum yasaları gereği" gitgide çoğalan proletaryanın kendiliğinden devrimi gerçekleştirmesini bekliyordu. Tarihin tekerleğinin döndüğü yön belliydi. Kapitalizm kendi iç çelişkilerinin kurbanı olacak, sosyalizm buradan çıkacaktı.

19. yüzyılda sanayileşme ile yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan proletarya, on sekiz saate ulaşan çalışma süresi, düşük ücretler, ağır çalışma şartları gibi baskılar altında keskinleşti, örgütlendi, siyasete ağırlığını koydu. 19. yüzyılın önemli bir bölümünde proletarya, hem başta iş hayatı olmak üzere taleplerini meydanlara taşıdı, hem de genel ve eşit oy hakkı için mücadele verdi. Marks'ın kapitalizm için öngördüğü "iç çelişkiler" proletaryanın mücadele sürecinde de başat bir rol oynadı. Marks'ın sevgili kızı Mary ile evlenen damadı Paul Lafarugue'nin "Tembellik Hakkı"nda basiretle belirttiği gibi, sendikalar marifetiyle elde edilen yeni haklar proletaryanın "devrimci rolü"ne son verdi. Çalışma saatlerinin düşmesi, ücretlerin artması, zincirlerinden başka kaybedecek menkul ve gayrimenkullere sahip olması onu düzenle uzlaşmaya sevk etti. Ford işçiler için ucuz otomobiller üretti, evler, yaz tatilleri, nitelik değiştiren sermayenin hisse senetleri marifetiyle tabana doğru yayılması işçileri görece daha iyi bir hayata taşıdı.

İşçi sınıfının en temel taleplerinden birisi, günde sekiz saatlik çalışma süresiydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu talebin çeşitli eylemlerle ortaya konulduğunu görürüz. Nihayet II. Enternasyonal'de 1889 yılında, 1 Mayıs, işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışma günü olarak ilan edildi. Bizde Avrupa'daki gibi aristokrasi, burjuvazi olmadığı gibi, işçi sınıfının da ne ölçüde teşekkül ettiği tartışma götürür bir konudur. İştirakiyun Partisi 10 Eylül 1920'de kurulmuş, Amele ve Rençber Şûralar Cumhuriyeti'ni oluşturma amaçlı bir program hazırlamıştır. Ancak bu partinin tabanında, kadrolarında işçi bulmak kolay değildir. TKP'nin önemli isimlerinden Ş.S. Aydemir 1925 tevkifatının ardından Afyonkarahisar Cezaevi'nde Marksist analiz yöntemlerine dayalı millici fikirler geliştirir. V. Nedim Tör, İsmail H. Tökin, B.A. Belge gibi arkadaşlarıyla birlikte sonraki istikametleri de Kemalizm'in inkılâbını yapma iddiasındaki Kadro dergisidir.

İşçi "kesimi"ne yönelik ilk sendikal örgütlenme 1908 yılındadır. 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkartılıp buna dayalı örgütlenmeler gerçekleşene kadar geçen süre içinde bazı sendikalar kurulmuşsa da bunlar etkin olamamışlardır. 1947'de kurulan sendikalar 1952'de Türk-İş'i oluşturmuşlardır. DİSK 1967'de, Hak-İş 1976'da kurulmuştur. Bir bakıma Türkiye'nin tarihsel seyri içinde işçi kesiminin ortaya çıkışı 20. yüzyılın ikinci yarısında olup, siyaset üzerinde etkin bir rol ifası ise göreceli olarak, siyasetin de hayli zayıf olduğu 70'li yıllardadır. Avrupa için işçi sınıfı denilirken Türkiye için "kesim" sözünün kullanılışı tesadüfî değildir. Çünkü Türkiye'deki siyasal kadastronun teşekkülünde "sınıfsal" unsurlardan ziyade "kültürel" parametreler etkindir. İki yüzyıllık modernleşme maceramız ve bunun çerçevesinde geliştirilen çeşitli pratikler çok canlı bir şekilde siyasal rekabete konu olmuşlardır. Uzun yıllardan beri siyasetin en beylik sözlerinden birisinin "yaşam tarzı" oluşunu bu iddianın nice kanıtından birisi olarak görmek yanlış olmaz.

Türkiye'nin sanayileşme süreci içinde "kendiliğinden bir işçi kesimi" oluşmuş, ancak "devrimci bir rol üstlenecek kendisi için sınıf" haline dönüşememiştir. Hatta bir tarih vermek gerekirse 1980'li yıllara kadar devletin toplum üzerindeki etkin vesayeti, bağımsız sivil örgütlenmelere imkân vermediği gibi, ancak devletle, devletlû çevrelerle kurulacak iyi ilişkiler üzerinden "rahat bir varoluş" pratiğini bu kesimlere sunmuştur. Sendikalar dâhil sivil toplum örgütlerinin nispeten bağımsız yapılara dönüşmesi ancak 80'ler sonrası için anlamlı bir şekilde tartışılabilir. Ancak bu tarihi dönem, Türkiye ile birlikte birçok ülkede işçi sınıfının güç yitirdiği, bunun yerine "beyaz yakalıların" öne çıktığı, buna bağlı olarak da "sosyalizmin" artık bir fail olarak proletaryadan umudunu kesip entelektüel bir form kazandığı dönemdir. Emeğe dayalı işyerlerinin merkezden, göreceli olarak demokrasinin daha zayıf olduğu çevreye kayışı, merkezdeki ülkelerin ise emek yoğun sermayeden yüksek teknolojiye, yenileşmeye, know-how'a yönelmesi, proletaryayı hem sayısal olarak geriletmiş, hem de onun "devrimci rol mitini" gündemden indirmiştir.

Bu kısa özetleme, 1 Mayıs günü Taksim'de olanların tarihi arka planını merak edenler içindir. Şimdi buradan Taksim'de yaşananlara gelebiliriz. Hemen baştan belirtelim ki, Taksim işçiler için artık geleceğe değil geçmişe baktıkları bir yerdir. Tarihin tekerleği proletaryaya dayalı tahayyülleri regresyona uğratmaktadır. Bizde de Taksim üzerindeki vurgunun, bir ruhaniyet formu olarak dile getirilen 77 olayları ve oradaki kayıplarla ilişkilendirilmesi tesadüf değildir. İktidarın Taksim'de mitinge izin vermemesi, Yuppi gençliğinin sırtında bağlamını yitirmiş Che t-shirtleriyle aynı kadere doğru yürüyen proleter mitosa hafif bir can soluğu üfürmüştür. Topluma, dünyaya, hayata karşı klişe bir dile düşen, etkinliğini yitiren "proletarya" olumlu manada bulamadığı heyecanı, bir "direniş ruhu" seferberliği ile Taksim üzerinden çıkartma fırsatını yakalamıştır. Ancak tarihin taştan tekerleği geçici yanılsama anlarının da üzerinden geçerek yoluna devam edecektir. Cumhuriyetin Osmanlı'dan tevarüs ettiği devletlû gelenek halen varlığını sürdürmekte, iktidarların formu ne olursa olsun, kendisine başını çıkartacağı bir alan bulmaktadır. "Taksim'e çıkmayacaksınız" ihtarı karşısında "çıkarım" diyen bir kesime karşı "her türlü önlemin şart olması" anlayışı bizdeki iktidarların bam telidir. Sendikaların bunu bilerek davranmaları ile anlamayarak sahaya çıkmaları aynı manaya gelmez. Bizdeki sendikalar burada ikinci kategoridedir. Devletlu gelenekle bu kadar haşır neşir olunduğunda paternal otoritenin şefkati kadar öfkesine de katlanmak bir kaderdir.

Bu olayın yetmiş milyon nezdindeki anlamını, Taksim'deki o heyecanlı koşuşturma içinde soluk soluğa yapılan analizlerle, "Türkiye'nin her yeri 1 Mayıs meydanı oldu" şeklinde değerlendirmek, kendine dışarıdan bakamayan naif aklın işi olabilir. 1 Mayıs olayları yerleşik siyasal kadastronun algısı üzerinden yorumlanacak, büyük bir kesim, polisle çatışan, aralarında maskeli kişilerin bulunduğu "bu resmi" "devlete meydan okuyanlara gereken dersin verildiği" bir "oh" duygusuyla karşılayacaktır. O meydandaki kesimlerle manevi dayanışma içinde bulunanlar ise yine yerleşik siyasal saflaşmanın sol yanında yer alanlar arasından çıkacaktır. Kısacası Taksim'deki havadan çok farklı olan Anadolu'nun "Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Var" aşamasına geçmesi için bir neden bulunmamaktadır.

Gelecek yıl iktidarın Taksim'i gösterilere açması, copsuz polislere, gülümseyen bir yüzle ellerindeki karanfilleri yürüyüşe gelen işçilere sunması görevini vermesi her bakımdan iyi olacaktır. Bu, işçileri Taksim'le buluşturarak onların taleplerine hizmet verirken, gelecek yıllarda daha tavsayacak Taksim gösterileri zincirini başlatması bakımından da iktidarın beklentilerine uygun olacaktır. Tuhaf olanı bugünkü durumun, her iki kesimin de en azından görünür beklentileriyle çelişmesine rağmen nasıl gerçekleştiğidir?

Zaman Gazetesi

YAZIYA YORUM KAT