1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Suud'un İsrail politikasının arka planındaki ideolojik hafıza
Suud'un İsrail politikasının arka planındaki ideolojik hafıza

Suud'un İsrail politikasının arka planındaki ideolojik hafıza

Necmettin Acar, Suudi Arabistan'ın İsrail’le normalleşmeye mesafeli duruşunun ahlaki bir söylemden ziyade rejimin ideolojik kırılganlığıyla ilgili olduğunu ifade ediyor.

03 Aralık 2025 Çarşamba 17:01A+A-

Necmettin Acar/Fokusplus

Suudi Arabistan’ın İsrail Politikası: Görünür Barış Yerine Örtülü İşbirliği

Geçen hafta Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın (MbS) Washington ziyaretinde İsrail-Suudi normalleşmesine dair güçlü beklentiler ön plana çıkmıştı. Ziyaret sırasında Suudilerin İsrail’le normalleşmeye olumlu yaklaştığı mesajları verilse de kapalı kapılar arkasında ABD Başkanı Donald Trump ile MbS arasında bu konuda derin bir ihtilaf, hatta kavgaya varan bir gerilim yaşandığı iddia edildi. Sonuçta Riyad’ın, Trump’ın baskısına rağmen, İsrail’le normalleşme için Filistin devletinin kurulmasını şart koşan geleneksel çizgisine bağlı kaldığı söylenebilir. 

Riyad’ın İsrail’le perde gerisinde sürdürdüğü normal ilişkileri resmi ve görünür kılma konusundaki isteksizliğine dair farklı açıklamalar yapıldı. Kimi yorumcular, Suudi dış politikasının “Arap ve İslam davalarına bağlılık” ilkesine atıfla bu tutumu açıklarken, kimileri de Riyad’ın normalleşme kartını kullanarak ABD’den büyük tavizler koparmaya çalıştığını savundu. Bu yazının amacı, MbS’nin Washington ziyaretinde İsrail’le normalleşme konusunda somut bir kararın çıkmamasını analiz etmektir. Yazıda, Suudi tarafının tereddüdünün rejimin ideolojik meydan okumalara karşı derin duyarlılığından kaynaklandığı ileri sürülecektir. 

İdeasyonel dengeleme 

Uluslararası ilişkiler literatüründe devletlerin eylemlerinin ardındaki temel motivasyon kaynakları olarak görülen güç, güvenlik ve tehdit kavramları etrafında yoğun tartışmalar yürütülmekte, devletler arasında istikrarlı bir denge kurulabilmesi için özellikle “güç dengesi” ve “tehdit dengesi” yaklaşımları öne çıkmaktadır. Geleneksel güç dengesi teorileri, devletlerin hayatta kalabilmek için askeri ve ekonomik kapasitelerini artırarak ya da ittifaklar oluşturarak diğer devletlerin gücünü dengelemeye çalıştığını savunur ve devletleri, güç dağılımındaki değişimlere rasyonel biçimde tepki veren aktörler olarak varsayar. Tehdit dengesi yaklaşımı ise bu çerçeveyi rafine ederek, devletlerin yalnızca maddi güce değil, aynı zamanda coğrafi yakınlık, saldırgan niyetler ve saldırı/savunma dengesine ilişkin algılara göre tehdit değerlendirmesi yaptığını ileri sürer. Dolayısıyla bu yaklaşımda bir devletin çıplak gücü tek başına tehdit sayılmaz. Bu gücün nasıl algılandığı, hangi niyetlerle birleştiği ve hangi stratejik bağlamda ortaya çıktığı tehdidin tayininde belirleyicidir. Her iki yaklaşım da nihayetinde uluslararası sistemin anarşik doğasını ve devletlerin güvenlik arayışını analizin merkezine yerleştirir. 

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump

Her iki yaklaşımın da tehdit değerIendirmesinde materyal kapasiteyi esas almasına karşın, Lawrence Rubin’in geliştirdiği ideasyonel güvenlik ikilemi yaklaşımı, Orta Doğu rejimlerinin askeri dengelerden çok ideolojik tehditlere ne kadar duyarlı olduğunu gösterir. Ulus aşırı ideolojiler, rejimlerin meşruiyetini zayıflatma ve içeride toplumsal seferberliği tetikleme potansiyeline sahip olduğu için, yöneticiler bu tür söylemleri varoluşsal bir risk olarak algılar. İran Devrimi sonrası Mısır ve Suudi Arabistan örnekleri, askeri kapasitesi sınırlı rejimlerin bile, cazip bir ideolojik projeksiyonla bölgesel tehdit haline gelebildiğini ortaya koyar. Bu koşullarda devletler, Rubin’in “ideational balancing” dediği stratejiyle yanıt verir.  İdeolojik tehide yüksek duyarlığa sahip ve askeri kapasitesi zayıf olan rejimler dış politikalarını iç meşruiyetlerini tahkim edecek şekilde kurgulayarak, ideolojik meydan okumayı dengelemeye çalışırlar. Bu perspektiften bakıldığında, Riyad’ın İsrail’le normalleşme konusunda toplumsal ve İslami hassasiyetleri gözetmesi, yalnızca ahlaki bir pozisyon değil, aynı zamanda iç kamusal alanda meşruiyetini korumaya dönük önleyici bir ideolojik dengeleme hamlesi olarak okunabilir. 

Riyad’ın İsrail’le normalleşmeme istikrarı 

Kuruluşundan bu yana İslam’ı temel bir meşruiyet kaynağı olarak kullanan Suudi Arabistan’ın, İsrail’le normalleşmeme konusunda istikrarlı bir çizgisi bulunuyor. MbS’nin Washington ziyaretinde İsrail’le normalleşme için Filistin devletinin kurulmasını ön şart olarak dile getirmesi, işte bu sürekliliğin güncel bir yansımasıdır. Nitekim 1980’lerdeki “Fahd Planı” ve 2000’lerin başındaki “Abdullah Planı” incelendiğinde, Riyad’ın Filistin devleti kurulmadan kapsamlı bir normalleşmeye gitmeme tutumunun uzun süredir korunduğu görülür. Bu bakımdan MbS’nin pozisyonu, Suudi dış politikasında istikrar ve devamlılığın ifadesi niteliğindedir. 

Her ne kadar Riyad İsrail’le perde gerisinde sıcak ve işlevsel ilişkiler geliştirse de asıl sorgulanması gereken, bu ilişkileri resmileştirme ve alenileştirme konusundaki tereddüdünün nedenleridir. Güvenlik, istihbarat ve bölgesel denge alanlarında fiili iş birliği derinleşirken, kamuoyu önünde tam normalleşmeden kaçınılması, Suudi rejiminin hem iç meşruiyetini koruma hassasiyetine hem de İslam dünyasındaki liderlik iddiasına işaret etmektedir. Bu ikili tablo, Riyad’ın neden görünür ve kapsamlı bir barış yerine, kontrollü ve örtük bir iş birliğini tercih ettiğini açıklamayı analitik bakımdan özel olarak anlamlı kılmaktadır. 

Suudi siyasi sistemini yakından izleyenler için açıktır ki ülkenin karşı karşıya olduğu en ciddi tehditler askerî değil, ideolojik nitelikte olanlardır. Suudi rejiminin toplumsal meşruiyet tabanının görece zayıflığı, kurucu ve kapsayıcı bir ideoloji üretememesi, sınırlı askeri kapasitesi ve zengin petrol kaynaklarının ülke üzerindeki bölgesel ve küresel rekabeti yoğunlaştırması, rejimi ideolojik meydan okumalara karşı özellikle kırılgan kılıyor. Bu koşullar, rejimi yalnızca dış politikada değil, iç politikada da söylemsel ve ideolojik tehditlere karşı son derece hassas ve savunmacı davranmaya zorlayan temel faktörler olarak öne çıkıyor. 

Kurulduğu tarihten günümüze kadar olan süreçte Suudi rejiminin karşı karşıya kaldığı en ciddi meydan okumalar, dikkat çekici biçimde askerî değil ideolojik kaynaklı olmuştur. 1930’lardaki İhvan isyanı, 1960’larda Arap sosyalizminin cazibesinin krallığın meşruiyetini sorgulatması, 1979’da Cuheyman el-Uteybi’nin Kabe’yi işgali, 1980’lerde devrimci söylemlerden etkilenen Suudi Şiilerin isyanı, 2000’li yıllarda Sahva hareketinin rejim karşıtı mobilizasyonu ve nihayet Arap Baharı sürecinde Suudi vatandaşlarının protesto ve itirazları, bu ideolojik meydan okumaların başlıca örnekleri olarak sayılabilir. Bu örnekler, Suudi rejiminin tarihsel olarak askeri tehditten çok, farklı ideolojik projelerin ürettiği meşruiyet krizleriyle sınandığını gösteriyor.  

MbS’nin İsrail’le normalleşme konusunda, Trump’a rağmen mesafeli duruşu, rejimin ideolojik meydan okumalara karşı bu derin duyarlılığından beslenmektedir. Her ne kadar son dönemde Arap siyasi elitleri ve toplumunda Filistin meselesi kısmen irtifa kaybetmiş olsa da bu alandaki hassasiyetin hala canlı olduğu biliniyor. MbS’nin, İsrail’le normalleşmesi halinde suikasta uğrayabileceğine dair dile getirdiği kaygı ve “Filistin meselesi benim umurumda değil ama halkımın umurunda” minvalindeki ifadesi, bu gerçeğin açık göstergesidir. Dolayısıyla normalleşme dosyası, onun için öncelikle güvenlikten ziyade ideolojik riskler içermektedir. 

Sonuç olarak Suudi Arabistan’ın İsrail’le ilişkilerinde görülen “görünür barış yerine örtülü işbirliği” tercihi, basit bir pazarlık taktiği ya da Arap/İslam davalarına sadakat söylemiyle sınırlı değildir. Rubin’in ideasyonel dengeleme yaklaşımının işaret ettiği üzere, Riyad hem tarihsel tecrübeleri hem de kırılgan meşruiyet zemini nedeniyle, İsrail’le alenî ve tam kapsamlı bir normalleşmenin yaratacağı ideolojik dalgalanmaları varoluşsal bir risk olarak okumaktadır. Filistin meselesi etrafındaki toplumsal hassasiyetler, rejimin daha önce İhvan, Arap sosyalizmi, devrimci Şiilik, Sahva ve Arap Baharı gibi ideolojik meydan okumalarla sınanmış olmasıyla birleştiğinde, MbS’nin temkinli tutumunu rasyonel kılar. Bu çerçevede Riyad, güvenlik ve jeopolitik kazanımlar için İsrail’le örtük iş birliğini sürdürürken, iç meşruiyetini sarsabilecek bir ideolojik şoktan kaçınmak amacıyla normalleşmeyi zamana yayan, şartlara bağlayan ve sembolik düzeyi düşük tutan bir stratejiyi bilinçli biçimde tercih etmektedir. 

HABERE YORUM KAT