“Soykırım var!” diye haykıran “Sivil Toplum” neden işlevsiz?
Dünya Siyonist Örgütü’nün kuruluş bildirgesinde şu ifadeler yazıyor: “İsrail’i, demokratik bir devlet olarak güçlendirmek. Peygamberlerin vizyonuyla; barış için çabalayan, dünyanın iyileştirilmesine katkıda bulunan, eşsiz ahlaki ve manevi karaktere sahip örnek bir toplum olarak şekillendirmek.”
Bu alıntı, modern dünyanın büyücülerine ait bir illüzyon. İslam peygamberi Hz. Muhammed (as)’ın getirdiği mesaj tüm insanlığa umut olmuştu. O: “yaratılmışlar arasındaki hiyerarşik eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri ortadan kaldırma” teklifiyle gelmiş, sözü ve eylemiyle bunu ispatlamıştı.
Bugünün iktidar sahipleri de “demokrasi”, “insan hakları”, “sivil toplum” gibi söylemlerle eşit ve adil bir dünya vaadinde bulunuyorlar. Ancak içinde “insan ve hak” kavramları geçse de birçoklarının insan sayılmadığı dolayısıyla haklarının gasp edildiği, zorbaca katliamlara maruz bırakıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Bu yazıda modern büyücülerin kullandığı araçlardan biri olan sivil toplum olgusunu tartışacağız.
Sivil toplum kavramı 18. yüzyıla kadar devletle özdeşti. Burjuvazinin doğuşuyla birlikte; “birey ve toplulukların otoriteye karşı hak ve özgürlüklerini koruma alanı” olarak ihdas edilmeye başlandı. Buna mukabil özelde iktidarların genelde ise tüm güç odaklarının karşısında hakkın ve adaletin ikame edilmesi amacına matuf olması gereken sivil toplum ele geçirildiği, yönlendirilebildiği veya kontrol altına alınabildiği ölçüde var olabildi. “Atın sahibine göre kişnediği” böyle bir durumda “sivil toplum” olgusundan bahsedebilmek, bu iddiayı taşıyan toplulukların özgün, özerk ve bağımsız olduklarını ifade edebilmek ne kadar mümkündür?
Sivil toplum kavramı iki ana tavır üzerinden tartışılıyor. İlki egemenliği devredilemez, sorgulanamaz, paylaşılamaz olan aşkın devletin kontrolü altında olan; ikincisi, “devletin potansiyel baskısına/zulmüne karşı dengeleyici bir güç” olarak görülen liberal anlayış. Bu hâkim anlayış “bireysel hak ve özgürlükleri garanti altına aldığını; baskı grupları kurarak güç sahiplerinin zulümlerine direnme hakkı tanıdığını ve toplumlara, güç sahiplerini adalete sevk etme dirayeti bahşettiğini” vaaz ediyor. Böyle ise Gazze’de yaşanan soykırımı meydanlardan haykıran milyonlarca vicdan sahibinin sesi neden duyulmuyor?
Çünkü liberal kapitalist sistem sivil toplum olgusunu, ekonomik iktidar yanında siyasal iktidarı da kontrol altına alma amacına matuf, kullanışlı bir aparat olarak kullanıyor. Her konuda olduğu gibi Gazze konusunda da toplumlar manipüle ediliyor. İktidarların soykırıma destek veren politikaları propaganda araçları vasıtasıyla meşrulaştırılıyor ve insanlar evlerindeki konforlu alanlarından feragat etmiyorlar. Dolayısıyla soykırımın farkına varıp meydanları dolduran vicdanlar kaç kişi olursa olsun, sitem tarafından makbul görülen, “Dünya Siyonist Örgütü” gibi İsrail’in varlık sebebi olanlar kadar örgütlü ve güçlü olamıyorlar.
Aristo sivil toplum kavramı; “ilkel olmayan, medeni” anlamında, hâkim olan siyasal toplumla özdeş; “kamusal iyiliği sağlamayı hedefleyen kurallara uygun olarak yönetilen” imtiyaz sahiplerinin “özgür ve eşit” toplumu olarak görüyordu. Yabancılar ve köleler bunun dışındaydı. Küçük bir azınlık, “Polis”lerde politika yapma imtiyazına sahipti. Ortaçağ’da da durum pek farklı değildi. Yaşamın ibadet ve duaları kapsayan manevi boyutu kilisenin; vergilerin toplanması gibi dünyevi boyutu idarecilerin tekelindeydi.
Modernizm, bu iktidar yapısını yıkarak yerine, bireyi önceleyen bir sistem inşa ettiği iddiasıyla ortaya çıktı. Tarihsel ve toplumsal miras modern kurumlarla sentezlenerek, iktidarlar toplum sözleşmeleri ile kontrol altına alındı. Hukukun üstünlüğü, minimal devlet, toplumsal farklılaşma, piyasa ekonomisi, sivil toplum, bireysellik, özgürlük ve küreselleşme gibi kavramlar başat kavramlar yapıldı. Artık sivil toplumda bireyler kendi iyilerinin peşinde koşacaklardı. Çünkü “doğa durumunda” yaşayan insanlar kendi aralarında sözleşerek “uygarlık” durumuna yükselmişlerdi. Sivil toplum ahlakın kaynağı, değerlerin neşet ettiği alandı. Birey, kendi çıkarına kendisi sınır koyarak “sağgörülü insan” olmuştu.
Adam Ferguson 1767 yılında yazdığı “Sivil Toplum Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde: “Doğa halinin karşıtı, düzenli yönetim ve siyasi bağlılığı olan bir toplum devleti; kısaca medenileşme yani ilkel ya da vahşi toplum ve tüm despotizm türlerinin karşıtı olan uygar toplum” olarak tarif ediyordu bu toplumu.
Oysa hâkim anlayışa göre “modern ulus devlet” aşkın bir varlık; sivil toplum ise bu metafiziksel, soyut ve kuşatıcı devleti ortaya çıkaran geçici bir mekanizmadır. Bu devlet sınırlandırılamaz, kimseye hesap vermez, kimsenin etkisinde kalmaz ve her tür yanlıştan arınmış, insanüstüdür. Bütün vatandaşlar yani tebaa üzerinde mutlak egemenliği bulunan bu yarı-tanrısal devlet elinde toplanan egemenlik, sınırsız ve mutlak olmanın yanı sıra bölünmez ve devredilemez bir nitelik taşır. Devlet, toplumun kaderini belirleyen, sürekli ve mutlak bir otoriteyi ifade eden yapılanmanın adıdır.
Hobbes bu mutlak otoriteyi; rekabet, yarış ve çatışma halindeki insan doğasının barış içinde yaşama ve güvenlik ihtiyacına dayandırır. Özgürlüklerine düşkün olan ve başkalarına da hükmetmeyi seven insanlar arasındaki bu arzu düşmanlık üretmekte, dolayısıyla devlet olmazsa herkes daima savaş halinde olmaktadır. Doğal durumdaki insan hayatı kötü, vahşi ve kısadır. Düzen ve güven toplumsal sözleşmeyle oluşan devletin gücü sayesindedir. Doğa durumda “birbirinin kurdu olan insanlar” bu güç sayesinde kediye dönmüşlerdir.
Bununla birlikte sivil toplum, totaliter ve otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecinin anahtar kavramı olarak kabul edildi. Çünkü sivil toplum meşruiyetin kaynağı kabul ediliyor ve bu “uygar toplum” devletin üzerinde yükseldiği toplumsal tabanı ifade ettiği için modern devletle özdeş kılınıyordu.
Bu kabul, çok sayıda güç odağının çatışması sonucu oluşan sömürü, baskı ve dışlama durumunun üstünü örtüyor ve sivil toplum kendiliğinden bir düzen ya da denge halini yansıtmıyor. Her olguda “hakkın ölçüsü” olarak kabul edilen sivil toplum, çoğu zaman zulme ilgisiz, hatta taraftar olabiliyor.
Dolayısıyla bir sosyal grubun resmiyet dışı olması “sivil” olmasını sağlamadığı gibi, sivil sayılan çıkar gruplarının da daha adil bir dünya projesine katkı sağlamaları mümkün değildir. Çünkü “çıkar grubu” olmak başkalarının çıkarlarına karşıt olmak anlamına gelmektedir. Kaldı ki, sivil toplum insani olmayan amaç ve yöntemleri hedefliyorsa, adil bir dünyanın oluşmasına nasıl bir katkı sunabilir? Bunlar ancak zalimlerin destekçisi olabilir. Zalimler, zulümlerine meşruiyet kazandıran bu gruplara destek olup alan açarken, muhalif grupları ise yok etmek için çalışır.
Sivil toplumu çoğulcu ve devlet dışı alan olarak olumlayan liberaller, güç ve tahakküm ilişkilerini maskelemektedirler. Oysa politik iktidarın doğal bir alanı ve bizzat iktidar ilişkilerinin üretildiği ortamlar olarak sivil toplum olgusu hiçte masum değildir.
İtalya’da faşizmin doğmasına, gelişmesine ve güçlenmesine sebep olan; Hitler’i dünyanın başına bela eden; “halkçı” Doğu Almanya’yı zamanının en diktatör ve baskıcı devleti yapan; Siyonizm’i insanlığın kalbine bir hançer gibi saplayan bu örgütlülük halidir. Dolayısıyla beşeri ilişkilerin ürünü olan sivil toplum olgusu her durumda hayra hizmet etmez.
Bosna’da savaş suçu işleyen Hırvat bir generalin yargılanması için toplu mezarların açılması istenmiş, buna başta gazi dernekleri gösteriler düzenleyerek karşı çıkmıştı. Savaş suçu gibi hukukun belirleyici olması gerektiği hayati bir olguda ortaya çıkan sivil muhalefet, hukuk karşıtı bir tavır takınabilmişti.
Dünyanın hemen her bölgesinde yabancı düşmanı hareketler; her ülkede var olan etnik azınlıklara yapılan inkâr politikaları, işçi temsilcisi olan sendikaların temsil ettikleri kitlelerin aleyhinde militarist politikalara destek vermeleri; inancını yaşamak için özgürlük talep edenlere karşı takınılan ideolojik tavırlar hep sivil toplum unsurları aracılığıyla meşru kılınmıştır. Bu örneklerde sivil toplum kuruluşları “yasal” bir iş yapmış olabilirler fakat hukuka ve adalete katkı sağlamadıkları çok açıktır.
Türkiye’de de İslami kimliğe sahip cemaat, vakıf, dernek vb yapılar, laikliğin keskin kılıcı ile muhatap olmuşlar; etnik kimliğe sahip kesimler ulusçuluk sopasıyla sindirilmişlerdir. “Atatürkçü düşünceyi” dayatanlar, “Çağdaş yaşamı” destekleyenler, “Orduyu göreve” çağıranlar, bunu devlet adına yapan Kemalist devletin sivil toplum örgütlenmeleridir. Tıpkı Filistinli ailelerin evlerini gasp ederek Siyonist yerleşimcileri yerleştiren Dünya Siyonist Örgütü’nün, İsrail hükümetinin bir organı olarak hareket ediyor olması gibi…
Oysa sivil toplum, hangi iktidar odağı olursa olsun mazlumun yanında, zalimin karşısında olduğu vakit meşrudur. Güç sahiplerinin doğurabileceği zulme karşı, sadece kendisi için değil, toplumun özellikle zayıf bırakılmış tüm kesimleri için mücadele edebilme imkânına sahip olduğu zaman anlamlıdır. Bu da ancak özgür ve bağımsız olarak “insanı yaşatmak; iyiliği emredip kötülükten men etmek” amacına sahip örgütlenmelerle mümkün olabilir.
YAZIYA YORUM KAT