1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Türkiye'de siyasal-toplumsal kutuplaşma ve uzlaşı yolları
Türkiye'de siyasal-toplumsal kutuplaşma ve uzlaşı yolları

Türkiye'de siyasal-toplumsal kutuplaşma ve uzlaşı yolları

TV5’te Yunus Emre İşçi’nin hazırlayıp sunduğu Ters Açı programına konuk olan Kenan Alpay, Metin Karabaşoğlu, Siyami Akyel ve M. Ali Kayacı ile birlikte siyaset ve toplumda gözlenen kutuplaşma sorunu ve toplumsal uzlaşı meselelerini konuştu.

13 Aralık 2020 Pazar 23:54A+A-

HAKSÖZ-HABER

Yeni Akit Gazetesi Yazarı ve Haksöz-Haber sitemizin Genel Yayın Yönetmeni Kenan Alpay, Yazar Metin Karabaşoğlu, Milli Gazete Yazarı Siyami Akyel, TV5 Genel Yayın Koordinatörü M. Ali Kayacı ile birlikte TV5’te Yunus Emre İşçi’nin hazırlayıp sunduğu Ters Açı programına konuk oldu.

“Toplumsal Birliktelik ve Uzlaşı Yolları” başlığı altında Yunus Emre İşçi’nin kendisine yönelttiği 4 soruya cevap veren Kenan Alpay’ın değerlendirmelerinden öne çıkan bazı vurgular şöyle:

-“Kutuplaşma nevzuhur bir mesele değil”

-“Asıl sorun ‘suçun şahsiliği’ ilkesini yok saymaktan kaynaklanıyor”

-“Herkes ‘Vatanımı en çok ben seviyorum’ yarışında, kime sorarsanız bu işlerin şampiyonu adeta!”

-“Türkiye’nin toplumsal kutuplaşma sorunu AK Parti ve Erdoğan ile başlamadı”

-“Failin kim olduğu üzerinde açık yüreklilikle konuşmamız icap ediyor”

“15 Temmuz’u FETÖ yaptı; peki, ya diğerlerini? FETÖ’yü lanetlerken darbeci Kemalist geleneği de lanetliyor muyuz?”

-“Tüm darbeciler ‘yurtta sulh’ diyerek yola çıktı”

-“Adaleti, Merhameti, Hikmeti terk etmiş olan siyaset çürümeye ve çürütmeye mahkumdur!”

-“Gösterişçi dindarlığa ihtiyacımız yok!”

-“’FETÖ oyunu’ yaftası dönemin modası”

-“Mülakatın adaletle, hukuk devleti ile bir alakası yok!”

-“Yeni yüksek güvenlikli cezaevleri inşa ederek olmaz”

-“İktidarın da muhalefetin de dilini yumuşatması lazım”

-“Eskinin günah galerileri canlı tutularak toplumsal uzlaşı sağlanamaz”

-“Bu toplumu her bir ferdi ile kucaklamak durumundayız”

Programda Yunus Emre İşçi’nin sorduğu sorulara Kenan Alpay’ın ana hatlarıyla çözümlediğimiz cevaplarını program videosunun ilgili kısımlarıyla birlikte aşağıda ilginize sunuyoruz:

 “Son yıllarda Türkiye'de kutuplaşmayı çok konuşuyoruz. Sanki bugün ortaya çıkmış bir olay gibi… Türkiye’de bugün ortaya çıkan bir sorun mudur kutuplaşma?”

“Kutuplaşma nevzuhur bir mesele değil”

Değil tabi ki. Çünkü netice itibariyle Türkiye'nin yakın siyasi tarihine ve son yüzyılına bakacak olursak kutuplaşma kelimesinin bile hafif kalacağı son derece vahim, son derece üzücü olan, hakikaten makul mantıklı bir biçimde izahı mümkün olmayan olaylar yaşadık.  Darbe süreçlerini hatırlayalım…  Bir 27 Nisan E-Muhtırasının verilme gerekçesine, bir 28 Şubat sürecine bakalım… Biraz daha geriye gidip 1990'lı yıllarda ağırlaşan Kürt sorunu üzerinden ortaya çıkan konsepti hatırlayalım… 12 Eylül var. Biraz daha geriye gidelim; gençlerin birbirlerini silahla vurduğu, kahvehanelerin tarandığı, okullarda sağ-sol kavgasının artık üniversite gençliğini bile böyle yıkıcı bir faaliyete sürüklediği zamanları... Daha geriye gidelim, tek parti rejimine… Düşünün; bir tarafta devlet ve koskocaman toplumu karşısına almış ve onlara bir takım dayatmalarda bulunuyor. Yani ne diyor mesela? İşte “sakal bırakmayacaksın” diyor, “sarık sarmayacaksın” diyor ya da “’Allahu Ekber’ demeyeceksin, ‘Tanrı uludur’ diyeceksin” diyor, “Arap alfabesinde yazıp çizmeyeceksin” diyor. Biraz daha geriye gidecek olursak Cumhuriyet öncesinde de yani Milli Mücadele öncesinde de değişik sıkıntılar var. İttihatçılar bir tarafta, bir de onların karşısında bir başka siyasi ekibin olduğu yılları düşünelim… Dolayısıyla bu meseleyi yeni, nevzuhur bir mesele olarak tanımlamak doğru değil.

Evet, sıkıntılar var, bunlar dar bir kesimin haricinde kimseyi memnun etmez ama toplumsal kutuplaşma dediğimiz vakanın öncesi var yani siyasi anlamda var, etnik anlamda var, mezhebi anlamda var, ideolojik anlamda var, sınıfsal anlamda var, kültürel anlamda var vs... Bunların bir kısmı yüksek düzeyde etki ediyor, bir kısmı alçak düzeyde ama kutuplaşma Türkiye toplumunda her halükarda vardır.

“Asıl sorun ‘suçun şahsiliği’ ilkesini yok saymaktan kaynaklanıyor”

Ancak bizdeki sıkıntı şu: Biz ayrışmayı çok çabuk kodluyoruz ve kodlamada da çok radikal, çok rijit, çok itham edici bir takım kelimelere kavramlara hemen müracaat ediyoruz. Mesela “ihanet”… Hemen “ihanet”ten kapıyı açıyoruz ve o ihaneti de ne yapıyoruz? Bazen annesine babasına götürüyoruz, bazen kanında arıyoruz, bazen sütünde arıyoruz, bazen konuştuğu dilde ya da mezhebinde, cemaatinde, mensup olduğu cemiyetinde vs. arıyoruz. Asıl sorun suçun ya da kabahatin şahsiliği aşıp onu bir bölümü, bir bölüğü, bir kesimi, bir toplumsal tabakayı itham etmek üzere adeta elimizde bir silaha dönüştürmemizden kaynaklanıyor.

“Herkes ‘Vatanımı en çok ben seviyorum’ yarışında, kime sorarsanız bu işlerin şampiyonu adeta!”

Hiç kimse “Ben vatansever değilim. Ben milletimi sevmiyorum, ben ülkemden nefret ediyorum” falan demiyor. Kime sorarsanız bu işlerin şampiyonu! Yani herkes şampiyon! Herkes “en çok ben seviyorum” yarışında! Ama belki de sorun en çok sevme iddiasından kaynaklanıyor. Çünkü “en çok ben seviyorum” demeye başladığınız andan itibaren diğerlerinin sevgisini, samimiyetini, niyetini bir sefer suizanla itham etmeye başlıyorsunuz. Onu bozguncu biçimde değerlendirmeye adım atmış oluyorsunuz.

“Türkiye’nin toplumsal kutuplaşma sorunu AK Parti ve Erdoğan ile başlamadı”

Evet, Türkiye'de bir toplumsal kutuplaşma sorunu var ama bu “AKP hükümeti geldi milleti böldü” veya “Erdoğan milleti böldü” havasında sunulduğu gibi değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kullanmış olduğu bir siyasi retorik ve yaptığı birtakım konuşmalar var.  Hükümetin bir 15 Temmuz öncesi bir de 15 Temmuz sonrasında ortaya koymuş olduğu siyasal açılımları var. Bunları değerlendirirken burada doğruydu, burada eksikti; burada iyiydi şuradan sonra bozuldu filan deniliyor. Bu tür değerlendirmeler doğal.

Benim gördüğüm şu: İşte birileri çıkıyor efendim “Türkiye siyasetiyle toplumuyla aslında Gazi Mustafa Kemal döneminde mükemmel bir düzende yaşıyordu. Herkes kardeş idi ama ne zamanki çok partili hayata geçtik işte o zaman o siyasi partilerin körüklediği siyasi kutuplaşmalar bizi mahvetti” diyor. Böyle tabansız, temelsiz, mantıksız bir söylem… Ben bunu reddederim ama siyasette (ister iktidar ister muhalefet, ister sol ister sağ, ister dindarlar fark etmez) kimin hatası kusuru varsa makul mantıklı ölçüler içerisinde yani bunun çerçevesini çizerek ve genişletmeden üzerinde konuşmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.

Mevcut iktidar bir şey söylerken muhalefet de ona ses yükseltiyor. Bir cemaat lideri farklı bir cemaat lideri ile adeta rövanş alırcasına bir şeyler söylüyor. İnsanlar ifade etmek istediklerini, söylemek istediklerini söyleyemediğinden mi böyle oluyor, mevcut koşullar oraya mı itiyor?

“Failin kim olduğu üzerinde açık yüreklilikle konuşmamız icap ediyor”

Mevcut koşullar kendiliğinden oluşmuyor, onları da bizim gibi insanlar oluştururlar. Dolayısıyla faili meçhul yapmak yerine failin kim olduğu üzerinde açık yüreklilikle konuşmamız icap ediyor. Tabii hadi biz mesela modern dönemi değerlendirirken işte aklın aydınlığında ilerlemenin, pozitif hukukun, bilimin çok süper, harika bir toplumsal düzen sunacağını zannettik. 18-19. yüzyıldaki böyle modern kuramlara baktığımız zaman burjuvazi bir tarafa savrulup atılacaktı, aristokrasi bir tarafa savrulup atılacaktı, gericilik denilen o da bir tarafa savrulup atılacaktı ve böylece tertemiz bir toplum, siyaset, kültür oluşturulacaktı.

“Ölen de Allahu Ekber diyor, öldüren de” denildi az önce. Evet, bu hakikaten çok acı ama düşünün ki Irak ya da Afganistan ya da Mısır ya da Yemen ya da Doğu Türkistan'da insanlar, devletler, sistemler demokrasiyi getirmek üzere, aydınlık getirmek üzere katliam yaptılar. Yani kıyımın, katliamın, işkencenin, toplama kampının, işkence halinin bunlara göre meşru bir zemini vardır. “Biz bunları aydınlatmak istiyoruz, bunlar gerici. Biz onları bu gericilikten kurtarmak istiyoruz kardeşim!” dediler…

“15 Temmuz’u FETÖ yaptı; peki, ya diğerlerini? FETÖ’yü lanetlerken darbeci Kemalist geleneği de lanetliyor muyuz?”

Mesela biz bir durumu düzeltmek istiyorsak önce samimiyetle tövbe etmek isteriz değil mi? Ama şimdi mesela Türkiye'de bir darbe sürecini konuşuyoruz, 15 Temmuz'u konuşuyoruz. 15 Temmuz’un ortaya çıkardığı yaralar çok çok derin ama şimdi biz zannediyoruz ki Türkiye'de darbecilik denilen şey 15 Temmuz'dan ibaret ve FETÖ ile sınırlıdır. Hâlbuki bu ülkede darbeleri düşündüğümüz zaman bir tanesini FETÖ yaptı ama ya diğerlerini kim yaptı? Muhtıralar, darbeler, askeri vesayet kimin eseri? Okulları kim kışlaya çevirdi? Üniversitelerden başörtüsünü, namazı söküp atmanın mücadelesini verenler kimdir? Ezanları “Allahu Ekber”den ayrıştıranlar kimlerdi, hangi iktidarlardı? Yıllar yılı küçücük çocukları dahil yani ilkokula adımını atar atmaz küçücük çocukları bir yemine, toplu biçimde bir sadakat yeminine mecbur tuttular…

Bu mantık neydi? Bu ülkenin, bu devletin, bu toplumun, bu yer üstü ve yer altı varlıkların sahipleri biziz. Sizin de sahibiniz biziz. Bunun için bizim koyduğumuz ilkelere, prensiplere siz her daim, her zaman ve her zeminde sadakat bildirmek zorundasınız!.. İlkokulda da böyleydi, lisede de böyleydi. Askere gittik, böyle; memur olacağız, böyle; parti kuracağız, böyle; milletvekili olduk yemin edeceğiz, böyle.

Ne yaptınız? Kendi iradenizin, kendi ideolojinizin, kendi sınıfsal ayrıcalıklarınızın dışında hiçbir iradeyi kabul etmediniz. Yani ortaya çıkan bu çarpıklıklarda maalesef bu arkadaşlar hiç demiyorlar biz niye bunları yaptık? Aksine “Devrim için gerekliydi” diyorlar. O İskilipli Atıf'ı sallandırmak lazımdı diyor, Dersim’de o Seyit Rıza'yı oğluyla beraber şöyle bir idam etmek lazımdı diyor, Şeyh Said'i şöyle şöyle yapmak lazımdı diyor ya da Said-i Nursi'ye hayatı dar etmek lazımdı diyor. Şimdi bakın bu saydığım isimlerin hiçbirinin mezarı yok biliyor musunuz? Şimdi bundan daha büyük bir zulüm olabilir mi? Öldürüyorsunuz ve öldürdüğünüz insanın cesedini yok ediyorsunuz ve ben bunu konuştuğum zaman “bir dakika” diyorsunuz, “Sen şimdi ülkemizin kurucusuna, kurtarıcısına, milleti yaratana laf mı söylüyorsun” diyorsunuz (Aynen böyle ifade. Bursa'da 1927 senesinde dikilen heykelin altında “bir ülkeyi, bir milleti kurtaran, bir devleti kuran, bir ulusu yaratan” deniliyor.)… Bize çizilen profil nedir? Modern bir külttür, modern bir totemdir, modern bir puttur ve bana, bize ve bu ülkeye diyorlar ki “Yok, yok. Siz mutlaka buna yemin edeceksiniz, ona sadakat bildireceksiniz.”; “Ben bir yol açtım, bir ülkü kurdum ve o ülküde sapma olmaz” diyor.

“Tüm darbeciler ‘yurtta sulh’ diyerek yola çıktı”

Mesela siz az önce Kur'an'dan bahsettiniz. Mehmet Ali Bey de dedi ki “’Akletmez misiniz?’ ayetinden başlayıp bir okusak…” Aslında buna çağrı yapan çok sayıda ayet sayabiliriz. Mesela yaratılıştan bahsetti Siyami hocam. Mesela özgür iradeden bahsetti. İnsanı insan yapan temel unsurun özgürlük olduğundan bahsetti değil mi?.. Bilmek tek başına bir şey ifade etmiyor. Eğer bilmek ya da Kur'an'ı güzel okuma tek başına bir şey ifade etseydi (eski zamanları bir kenara bırakalım bu zamanlara hemen dönelim) mesela Kabe imamlarından Sudeysi… Hepimiz dinliyoruz, mest oluyoruz ama Sudeysi bir konuşma yaptığı zaman cinayeti de savunuyor, işkenceyi de savunuyor, Suud hanedanının Amerika ile işbirlikçiliğini de savunuyor, mezhepçiliği de savunuyor. Demek ki Kur'an'ı bilmek ile Kur'an'ı idrak etmek, yaşamak, onu istikamet edinmek, onu bir hayat kitabı haline getirmek bambaşka şeyler.

İşte burada iş çatallaşıyor. Ülkede darbe yaparken sadece 15 Temmuzcular “yurtta sulh” demedi ki! 27 Mayısçılar da “yurtta sulh” diyerek yola çıktı, tüm darbeciler “yurtta sulh” dedi. Yani hiç kimse yurtta ve dünyada savaş istemiyor! Mısır'daki darbeyi savunuyorsun, Libya'daki darbeyi destekliyorsun, Suriye'deki katliamı destekliyorsun ama “yurtta sulh cihanda sulh” diyorsun ne enteresan değil mi? Nasıl bir şey bu? Demek ki kendimizi ve etrafımızı ıslah etmek istiyorsak öncelikle gerçekten samimi olmamız lazım. Yani kendimizle çelişmememiz lazım. Mesela nasıl ki Amerika demokrasi dediği zaman, insan hakları dediği zaman tutarlılığa davet ediyorsak kendimizi de aynı şekilde tutarlılığa davet etmek durumundayız...

“Kürt sorunu diye bir sorunumuz var mı? Bu dün nasıldı, yarın nasıl olmalı? Bu sorundan nasıl çıkarız?”

“Adaleti, Merhameti, Hikmeti terk etmiş olan siyaset çürümeye ve çürütmeye mahkumdur!”

Durum öyle bir hal aldı ki bir meseleyi makul yapıcı bir şekilde tartışmaya adeta imkan tanınmıyor… Örneğin şu kadar belediye 31 Mart seçimlerinde HDP tarafından kazanıldı değil mi? Bazıları yüzde 65 bazıları yüzde 75 oyla kazanılmış belediyeler var. Evet, HDP ile PKK arasındaki ilişkinin mahiyetini az çok biliyoruz… Diyelim ki kayyum atandı geçen dönem olduğu gibi; peki, tekrar seçime girildiği zaman acaba HDP ya da HDP’nin temsil etmiş olduğu o siyasal program kazanamayacak mı oraları? Kazanacak.  “Ülkeyi böldürmeyiz!”, ne hoş ama bugün inanın Türkiye'de “ben merkezi temsil ediyorum” diyen partilerin önemli bir kısmının, önemli bir kesiminin orada yüzde bir oy alma bile imkanı yok…

Şimdi siz kalkıp derseniz ki “böyle bir problem yok”, o sizin tercihinizdir. Ama bunu demekle vakayı bir hal yoluna sokmuş olmuyoruz. Hal yoluna sokmak için yapılması gereken bir takım işler var, atılması gereken bir takım adımlar var. Evet, bu sorun yüzyılın sorunudur. Bu sorun bölgenin sorunudur. Bu sorun üzerinde müdahil olan bölgesel ve küresel aktörler var. Bunların tümü doğrudur ancak başka bir öncelikli doğru var ki o da bizim bu meseleyi çözmek zorunda olduğumuzdur. Yani o var, bu var, üst akıl alt akıl falan; bunlara gerek yok. Biz ne yapıp edip bu sorunu çözmek durumundayız… Mesele siyaset yaparken bizim ölçümüzün her halükarda 1- Adalet, 2-Merhamet, 3-Hikmet üzerine kurulmasıdır.  Adaleti, Merhameti, Hikmeti terk etmiş olan siyaset çürümeye ve çürütmeye mahkumdur!

“Gösterişçi dindarlığa ihtiyacımız yok!”

O yüzden bugün ehliyet diyoruz, liyakat diyoruz, İslam medeniyeti diyoruz, Osmanlı'dan şöyle mirası aldık diyoruz falan ama şimdi bunlar aynı gırtlaktan aşağıya geçmeyen Tevhid söylemleri gibi… Tamam söylüyorsun da kalbe inmemiş, inanç olmamışsa, benim gerçekten geceleyin uykularıma girmemişse; benim çocuğumla, akrabalarımla, ticaretim olan ilişkilerimi tanzim etmiyorsa bu söylem artık bir gösteriştir. Bizim gösterişçi bir dindarlığa ihtiyacımız yok! Gösterişçi dindarlık insanları ahlaka celp etmez aksine onları oradan kaçırır.

O yüzden biz eğer burada ağır bir sorumluluğun faturasını ödemek istemiyorsak yapmamız gereken iş söylememizin muhakkak surette Adalete, Merhamete ve Hikmete uygun olmasıdır.

“’FETÖ oyunu’ yaftası dönemin modası”

Hep “Adalet, Adalet, Adalet” diyoruz da aldığımız yol henüz bir arpa boyu kadar…  Bir yandan her şeyi süper görenler var ama Cumhurbaşkanı 11 Kasım'da bir konuşma yaptı ve dedi ki “biz adalette reform yapacağız”, başladı bizim (bu her şeyi çok süper gören) gazeteci arkadaşlar “Evet, adalette reform yapmalıyız” demeye… Halbuki biz bu arkadaşlara diyorduk ki birtakım insanlara haksız muameleler var, haksız cezalar var. Beraat almış olan insanlar mesleklerine, işlerine geri dönemiyor…

Biz bir Fransız ihtilalini tekrarlayıp da binlerce insanı Giyotin altına sokacak filan değiliz diyoruz ama “Vay vay vay FETÖ'nün oyunu” tepkisiyle karşılaşıyoruz.  Bu şimdi bir sakız gibi dönemin modası haline geliyor ve bütün perspektifi o belirliyor. Bir zamanlar neydi? Şurada bir arıza var dediğimiz zaman hemen söylenen şey “Acaba bu işte Sabataycılar mı var?” tepkisi idi. Yahu Sabataycılar filan değil kardeşim! Ortada bir sorun var. İşçinin sorunu var, çiftçinin sorunu var, emeklinin sorunu var, öğrencinin sorunu var, kiracının sorunu var, doğalgaz ya da elektrik faturasını ödeyemeyen insanların sorunu var… Sen şimdi “Sabataycılar”dan ya da “Kripto Ermeniler”den ya da “Kripto FETÖ'cüler”den dem vurarak bu meseleyi çözemezsin.

“Mülakatın adaletle, hukuk devleti ile bir alakası yok!”

O zaman bizim yapmamız gereken bakın az önce Türkiye'yi bu duruma getiren bir takım sıkıntılardan bahsettik; tek parti rejimidir, ihtilallerdir, askeri vesayettir, resmi ideolojidir, TÜSİAD mantığıdır falan filan… Ama şimdi bizim aynı zamanda orta ve uzun vadede yapılması gereken bir eylem planı çıkartmamız lazım. Bu eylem planında ne olursa olsun adaletin merkeze alınması lazım. Mesela şöyle düşünün: Normal şartlarda 1999 ya da 2000 senesinde devlet memurluğu sınavı diye bir şey çıkmıştı, sonra ismini kamu personeli sınavı vesaire yaptılar. Tamam da bu sınav varken niye mülakat yapıyorsunuz arkadaş? Mülakatın mantığı nedir ya? Ha Milli İstihbarat Teşkilatına eleman alıyoruz da mülakat yapalım derseniz anlayabilirim ama ben öğretmen alırken, memur alırken, Tapu Kadastroya uzman alırken ya da bilmem işte belediyeye hukukçu alırken niye mülakat yapayım ki? Annesini soruyor, babasını soruyor, kayınpederini soruyor, kayınvalidesini soruyor… Bunun adaletle, bunun hukuk devleti ile bir alakası yok! Bizim bunu çok net bir biçimde ortaya koymamız lazım, bir sefer bunların muhakkak surette terk edilmesi lazım.

“Yeni yüksek güvenlikli cezaevleri inşa ederek olmaz”

Adalet noktasında Allahu Teala o kadar büyük dehşetli sözler söylüyor ki mesela yeryüzünün ve gökyüzünün tamamen Adalet üzerinde ayakta durduğunu söylüyor. Yani adalet olmazsa onlar ayakta durmaz duramaz diyor. Ve diyor ki “Annenizin, babanızın, hatta kendinizin aleyhine bile olsa siz” diyor “Allah için adaleti ayakta tutan Adil şahitler olun.” Allahu Teala bize emrediyor ama ben şimdi ne yapıyorum? Şu davayı görürken diyorum bu arkadaşı mümkün mertebe kurtarın ama şu davayı görürken diyorum bu arkadaşa verilebilecek en ağır cezayı verin. İyi de böyle olmaz ki! Böyle olduğu için sıkıntı bitmiyor. Ne yapıyoruz? Ya yeni yüksek güvenlikli cezaevleri inşa etmek durumunda kalıyoruz ya da 5 yılda bir (af çıkarmıyoruz hukuk sistemimiz çok başarılı!) infaz düzenlemesi yapıyoruz. Yani olmayacak işlere amin demeye kalkıyoruz.

“İktidarın da muhalefetin de dilini yumuşatması lazım”

Az önce güzel söylediği Metin Bey. Dedi ki farklılıklar gözetmemiz gereken imkanlardır. Bu ülkenin hakikaten farklı akıllarından, farklı duygularından, farklı zihinlerinden istifade etmek lazım…

Muhalefetin veya iktidarın dilini yumuşatması lazım, dilini kuşatıcı bir hale getirmesi lazım, dilini kısa vadeli polemiklerden çıkarıp orta ve uzun vadeli kazanımlara endekslemesi lazım. Bununla birlikte iktidarın sorumluluğuyla muhalefetin sorumluluğunu karşılaştırdığımız zaman elbette ki babanın evladı ile olan münasebetinde olduğu gibi iktidarın sorumluluğu daha ağırdır. O yüzden biz ona daha çok nasihat edeceğiz, daha çok ikaz edeceğiz ama iktidarı ikaz ederken muhalefete de onu doğru yola getirmesi yolunda bir takım usulleri ve üslupları da tavsiye etmekte bir beis olmadığı kanaatindeyim.

“Sayın Alpay son olarak toplumsal uzlaşı adına ne söylemek istersiniz?”

“Eskinin günah galerileri canlı tutularak toplumsal uzlaşı sağlanamaz”

Toplumsal uzlaşı adına birçok ayet-i kerime, birçok hadis-i şerif var. “Affı al” bunlardan bir tanesi. “Affı al, iyiliği emret” diyor. Ama biz sürekli cemaziyelevvel araştırıyoruz. Yani sürekli bir eskinin günah galerilerini unutturmamaya çalışıyoruz. Oysa geçenlerde bir Siyer hocamız ifade etmişti: “Biz hep Uhud tepesinde okçuların nasıl büyük bir rehavete yol açtığını konuşuyoruz ama sahabe hiçbir zaman için Uhud tepesini terk eden arkadaşlarını konuşmadı ve Siyer kitaplarına okçular tepesinden inenlerin isimlerini yazmadı.”

Şimdi bu çok enteresan bir şey! Düşünsenize Hz. Peygamber’in hayatı tehlikede, öldü ölecek, kazanılan bir zafer kaybediliyor fakat sahabe tutup “Hadi sen gel Uhud tepesini o gün kaybeden arkadaş” filan demiyor, bunu kitaplara yazmıyor.

Bu, birincisi.

İkincisi de enteresan bir biçimde ayet-i kerimede mü’minlere yapılan tavsiyelerden bir tanesi de “Öfkeyi yutkunmak”...

Öfkeyi yutkunmakta haklı olunca veya haksız olunca mefhumu yok. Bu ne demek? Öfke yutkunmak aslında muhatabı bir noktada affetmek ya da bir noktada muhatap ile aradaki ilişkiyi kesmemek, köprüyü yıkmamak anlamına geliyor. Yoksa affedersiniz “Ben ahmak olayım, aldatılayım, istismar edileyim” değil tabii ki! Ancak buradan bizim Özellikle de gazeteci olsun, aydın olsun, siyasetçi olsun siyasette, toplumda, iş dünyasında karşılığı olan, temsiliyeti olan insanların topluma dönük ciddi bir örnek olması gerekiyor. Yani o örnekte nasıl ki birtakım şekiller, şemailler, kötü alışkanlıklar ekranlarda gösterilmiyorsa biz de göstermeyeceğiz. Böyle çok çabuk parlayan, zaten siz şusunuz busunuz, beni şöyle şöyle yapmamışsınız falan değil hakikaten yapmak istiyorsak, yapıcı olmak istiyorsak o zaman ona uygun rol oynamamız icap ediyor. Ona uygun rol oynamadan ağzımız çok tatlı, dilimiz çok tatlı ama yüzümüz limon satıyorsa ne anladı şimdi karşı taraf bundan?

“Bu toplumu her bir ferdi ile kucaklamak durumundayız”

Bu toplumu her bir ferdi ile kucaklamak durumundayız. Allahu Teala insanlara kötü lakap takmayın diyor, alay etmeyin diyor çünkü mesela Kur'an-ı Kerim hiç mü’minleri alaycı tavırla vasfetmiyor. Alay etmek, tahkir etmek, tahfif etmek müşriklerin tavrı ama biz trol diye bir şey oluşturmuş, adeta toplumun yeni kahramanları şeklinde sunmuşuz.  İşte bizim, Kur'an'da Allahu Teala'nın asla yapmayın, sakın yanaşmayın diye sakındırdığı bu türden ahlaki zaaflara düşmememiz icap ediyor. Olgun olursak, olgun tavırlar sarf edersek bunu çocuk da anlıyor ve inanın hayvan bile anlıyor!

*

Programın tamamını aşağıdaki videoyu tıklayarak izleyebilir, dinleyebilirsiniz:

HABERE YORUM KAT

2 Yorum