
Şekip Arslan’ın Batı’ya karşı mücadelesi
Batılı işgalci emperyalistlerin müdahale ettiği hemen her yerde bir görev adamı, direniş adamı olarak Şekip Arslan görülecektir.
Mehmet Şah Çınar / Haksöz Haber
Batıya Karşı İslam -Şekip Arslan’ın Mücadelesi-William L. Cleveland-
Özellikle 17-20. yüzyılların Ortadoğu coğrafyası üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü tarih profesörü Cleveland’ın Şekip Arslan’ın Mücadelesi adlı eserini geç zamanda fark etmenin mahcubiyetini taşıdığımı belirtmeliyim. Batı karşısında güçsüz duruma düştüğümüz 18. yüzyıldan günümüze değin değerli çabalar içine girmiş olan kendi coğrafyamızın mümtaz şahsiyetlerinden bihaber oluşumuz, hicap duyulası bir durumdur. Onları tanıtan kişilerin de Batılı vicdan sahibi kalemler olması, hicabımızı arttırıyordur. Bu çabayı koyan şahıslardan biri de merhum Şekip Arslan’dır. 29 Aralık 1869’da Osmanlı toprağı olan Beyrut’un güneyindeki Şüveyfat ilinde dünyaya gelen Arslan, 9 Aralık 1946’da vefat eder. İleri gelen Dürzi ailelerinden birine mensuptur. Yirmili yaşlardan sonra İslam’ın sahih anlayışını benimseyecektir. Doğduğu il, Dürzilerin merkezi olup yönetim yeriydi; ailesinden Dürzi emirliği yapanlar olmuştur. Bölge Dürzilerinin ileri gelen ailelerinden biri Arslan, diğeri Cambulatlardır. Lübnan Dürzi lideri olan Velid Cambulat, Arslan’ın torunudur. Dürzilik, Fatımi halifesi el-Hakim (996-1021) döneminde ortaya çıkan namını “ed-Derazi” adlı davetçilerden alan, temelinde el Hakim’in uluhiyeti, tanrının birliği ve bilinmezliği ile mehdi inancına dayanan bir inanıştır; İsmaili kabul edilir. Aşiretçi, kapalı ve savaşçı bir topluluktur; çoğunlukla Lübnan’da, Suriye’nin güneyi ile Filistin kuzey bölgelerinde bulunurlar. Osmanlı Devleti’nin himayesinde prensler tarafından idare edilirler. Arslan ailesi de bu prens ailelerdendir. Varlıklı, eğitimli bir ailedir. Arslan da, ilk eğitimlerinin sonunda, yirmili yaşlarda Afgani ve Abduh ile tanışır. Bu tanışmalar onda büyük bir dönüşüm gerçekleştirir.
Bu temasın sonucu olarak Şekip Arslan, kısa zamanda, İslam’ın ve Müslümanları adanmış savunucusu ve tavizsiz bir Osmanlı taraftarı olacaktır. Uluslararası bir İslam vaizine dönüşecektir. Yüksek bir belagata sahip, iyi bir şair, yazar ve aksiyon adamıdır. Hitabeti, şair ve yazarlığı öyle bir raddeye ulaşır ki sonradan “Emir’ül Beyan” olarak tesmiye edilecektir. Batı karşısında Osmanlı’nın yekpare ve güçlü kalmasının başarıya giden yolun olmazsa olmazı olduğunu düşünür. “Parçalanırsak yok oluruz” der. O yüzdendir ki azınlıkların bireysel ve bölgesel isteklerin ertelenmesini salık verir. Ona göre Trablus’un çölünü muhafaza etmezsek, Şam’ın bahçelerini de muhafaza edemeyiz. 1911’lerdeki İtalyan işgaline karşı Trablus’a gider, Enver Paşa ve ekibiyle çalışır. Osmanlı Mebusan Meclisi’nin azası olur. Teşkilat-ı Mahsusa’ya dahil olur. Batı’yı hayran olunacak bir kültür olarak görmez; onları emperyalist bir tehdit olarak görür. O yüzden de Batılı işgalci emperyalistlerin müdahale ettiği hemen her yerde bir görev adamı, direniş adamı olarak Şekip Arslan görülecektir. Afgani’yi doğu uyanışının arkasındaki büyük güç olarak tarif eden Arslan, sonraları adeta yeni bir Afgani olacaktır. Abduh, onu gazeteciliğe yönlendirir. Devrin en önemli iletişim ve propaganda araçlarından biri gazetecilikti. 1890-1940’lı yılların en velud Arap muharrirlerinden olur. Gazete ve şiiri fikirlerini yayma aracı olarak kullanır. Bu yönüyle Mehmet Akif’i andırır. Kusursuz Avrupai giyinişi, entelektüel kabiliyetine karşın laik ve Batıcı değildi. Çok seyahat etmiş, gittiği yerlere bir turist olarak değil, bir dava ve görev adamı olarak gitmiştir. Kuzey Afrika, Avrupa, Suriye, Arabistan, Türkiye, Lübnan, Filistin, Balkan ülkeleri… gittiği yerlerdir; oralarda bulunan Müslüman direnişçileri örgütlemiş, etkilemiş ve desteklemiştir. Bosnalı öncüler (Aliye ve arkadaşları) etkilemiş, onlara kitap tavsiyelerinde bulunmuştur. Şekip Arslan bir mücadele adamıydı. Ona göre önemli olan iyi bir hükümet ve demokratik prensipler değildi. Asıl önemli olan Müslümanların hakim güç olmalarıydı. Elzem olan buydu. İyi bir hükümet talebi, demokratik prensipler lazım olandı ama elzem olan Müslüman birliği ve hakimiyetiydi. Bu birliği sağlayan halife, tüm kusurlarına rağmen desteklenmeliydi.
Balkan Savaşı’nda (1912) mazlumlara Kızılay yardımlarını organize etti. Ülkenin birliği adına iktidara gelen İttihat Terakki’yi de destekledi. Yeter ki ülke dağılmasın derdindeydi. Abdulaziz Caviş ile Arap diyarlarında Osmanlıcılık fikirlerinin savunucuları olurlar. Arslan’ın İttihatçı desteği birçok kimsece eleştirilse de o davasından, tutumundan emindi. Eleştirilerden etkilenmeden bildiği yolda azimle yürüyordu. Zira ona göre: “Müttefik merkezi otorite, bölgesel otonomi anarşisinden evla idi.”
İttihatçılarla da arası iyi olan Arslan, Suriye’de görevli Cemal Paşa’ya yakındı. Fakat Cemal Paşa’nın gaddar uygulamaları sonucu araları bozulur. Bu durum (İttihatçılarla yakınlığı) Araplardan da ciddi eleştiri alır. 1. Dünya Savaşı sonucu İttihatçıların sonu gelir. Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti yönetim kadroları ile doku uyuşmazlığı yaşar. Türkiye’den umudunu keser ve Arap-İslam sonunculuğuna soyunur. Bu davanın adeta sözcüsü olur. Cemiyet kurucusu, kongre başkanı, genç milliyetçilerin lideri, üretken bir gazeteci, Suriye’nin Milletler Cemiyeti’ndeki temsilcisi gibi özellikleri şahsında toplayarak sahne alacaktır. Tüm Müslümanların birliği mümkün olamayınca Arap Milletler Cemiyeti fikrini savunur. Bu görüşü Irak Kralı Faysal’a iletir, takdir görür. Dürziliği kendisine zaman zaman engel olmuştur. O ise Dürzilerin de Arap olduğunu izah etmeye çalışıyordu. Dinen de ayrılıklarının olmadığını belirtiyor, Fatımi İsmaililiğine bağlılığını bildiriyordu. Arslan, Dürziliğin içe dönüklüğünden yaşamıyla kopmuş, cemaat dışından evlenerek örften de kopmuştur. Lakin o, İslam’ın çıkarlarına hizmet eden, Kuran’a bağlı bir Müslüman olduğunu kabul ettirmiştir. Hatta Lübnan Dürzilerinden bir kesim onun İslam’a dönüşünü kınayarak eleştirmiştir. Reşit Rıza ile önceleri araları açık olan Arslan, daha sonra Rıza’nın en yakın dava arkadaşlarından olur. Rıza, onun topluma çok iyi seslenebildiğini, cesur ve açıksözlülüğünü, kendi kanaatlerine yakın düşündüğünü ve ikisinin de Abduh’un izcileri oluşunu fark ediyordu. Arslan’dan istifade etmenin isabetli olacağını biliyordu Rıza. Arslan, İslami uyanışın dinamik bir sözcüsüydü artık. Rıza, 1935’te ölene kadar Arslan’ı destekleyecektir.
İki savaş arası dönemde Arslan, emperyalistlerin işgalindeki coğrafyaları özgürlüğüne kavuşturmak için didinir. O, kendini bir mücahit addeder. Cihadı, yurduyla sınırlı değildi. 1930’larda “La Nation Arabe” (Arap Milleti) adlı gazetesi, bu çabalarında çok ses getirir. İhsan el-Cabiri ile bu gazeteyi çıkarırlar. Biyografi, şiir, tefsir, tarih gibi alanlarda neşriyat işinde hayli ilerlemişti. Seyahatlerden yorulmuyor, nerede bir bağımsızlık hareketi varsa oraya ulaşıyor, onlara katkı sunmaya çalışıyordu. Modern Afgani olmuştu. Kızının deyişiyle: “Tek Müslüman barındıran her yere uzanmak, tavsiye ve teşvikte bulunmak arzusundaydı.” Bu seyahatlerinden biri olan 1929 yılındaki Hicaz yolculuğu önemlidir. İngilizler, Şerif Hüseyin’i Hicaz Kralı olarak tanıyor, oğlu Abdullah’ı Ürdün'e, diğer oğlu Faysal'ı da Irak'a kral yaptılar. Şerif Hüseyin, lağvedilen hilafete talip olacak kadar cüretkârdı. Hanedanın bu şekilde genişlemesinden rahatsızlık duyan Mısır Kralı Fuad da halifeliği istiyordu. 1926'da Şerif Hüseyin'i mağlup eden İbn Suud'un zaferi, Araplar arasında hanedan ve halifelik çekişmelerini hızlandıracaktır. 1926'da Mısır'da, daha sonra da Mekke'de hilafet kongreleri düzenlendi. Mekke'deki kongreye Şekip Arslan da davetliydi. Bu kongrede Reşid Rıza, adayının geçici olarak Yemenli İmam Yahya olduğunu belirtir; Arslan da aynı görüştedir. Arslan, tek halife olamayacaksa bile, İslami ahkama bağlı iki veya üç hükümdarın hilafet misyonunu ifa edebileceğini düşünüyordu. Arslan, hükümetin güç gerektirdiğinden hareketle, Kureyşiliğin ve ilmi donanımın şart olamayabileceğini bildirir. Bu durumda Mısır'ın hilafete daha uygun düşeceğini ifade eder. Daha sonraları bu görüşünden de vazgeçerek Suud'un halifeliğini savunacaktır; bu amaçla hacca gider 1929'da. Amacı, Müslüman birliğini en uygun şekilde sağlamaktı. Şekip Arslan'ın nüfuzunun en çok hissedildiği yer Mağrib'dir; Mağrib hareketlerinin lider kadrosunun çoğu ya öğrencisi ya da ondan ilham alanlardır. 1930'larda Cezayir sosyalist devrimcilerinden Messali Hacc'ın İslami dönüşümünde de etkili olmuştur Arslan. Arslan'a göre Müslümanların geri kalışı “arzu, cesaret ve irade” eksikliğine dayanıyordu. Müslüman dünyanın iç hastalıkları olarak da; bağnaz gelenekçiler ile laik Batıcıları görür. Dünyadan ilgisini kesmiş zikir ehli dervişleri “İslam toplumunun felç olmuş azaları” olarak tarif eder. Arslan'a göre İslam kafi derecede esnektir. Çağdaş her duruma kolayca uyum sağlayabilir. Ona göre “halk yararına olan hiçbir şey İslam’ın gayeleri ile çelişemezdi.” Sosyal gelişimde rasyonel bir yaklaşıma sahipti. Pozitif ve ilerici bir dini ahlaka sahipti. Müslüman ümmetle her bir müminin kişisel sorumluluğunu vurgulayan bir eylem alanı sunuyordu. Buna modern cihad ahlakı diyordu; İslam’ın pozitif ve dinamik bir güç olduğunu ifade eder. Ona göre: “Akla dayalı bir cihada sarılmak, Müslümanları layık oldukları mevkiye çıkaracaktı.” Arslan: “İcap eden her şey, müsaade olunan şeylerdir.” der. Arslan'ın yanlış terakki için olumsuz gördüğü örnekler şunlardır: Kahire merkezli, Taha Hüseyin, Muhammed Hüseyin Heykel, Dr. Şahbender ve Mustafa Kemal. Bunları liberal, milliyetçi ve Batıcı olmaları dolayısıyla tehlikeli görüyor. Ona göre Mustafa Kemal Türkiye'sinin icraatları en tehlikeli olanıydı. Hiçbir İslami mesele Arslan'ın kafasını Kemalist reform programı kadar yormadı. William L. Cleveland'ın ifadesiyle: “Atatürk, Arslan'ın mazisini mezara koyuyor, o da buna karşı kükrüyordu.” Kemalistlerin önerilerinin tamamını reddediyordu Arslan. Arslan’a göre; “Kemalistler, İslam'a savaş açmışlardı.” Onları “baltalayıcı modernist” olarak görür. Arslan, Alman ve İtalyan hükümetleri ile ilişkisi vesilesiyle çok eleştirilmiştir. Ancak bu yakınlığı, Arap-Müslüman dünyasının İngiliz-Fransız sömürüsünden kurtuluşunu sağlamak amaçlıdır. Özellikle Alman desteğini önemli görür. Bu ülkelerle karşılıklı çıkar ilişkisi geliştirmiştir. Düşman gördüğü İngiliz-Fransız emperyalistlerini dengelemek amaçlı ilişkiler geliştirmiştir. Amaç, Müslümanların çıkış yolu bulmasıdır. Arslan; Arapça, Farsça, Türkçe, Fransızca, İngilizce ve orta düzeyde Almanca bilir. 1935'te yazdığı bir mektupta; 176 makale, 1781 özel mektup ve 1100 sayfaya tekabül eden kitaplar yazdığını belirtir. İslam birliği fikrini Afgani'den, ıslahat düşüncesini Abduh'tan, dini ilim merakını Tahir el-Cezari'den, tarih anlayışını İbn Haldun'dan, edebi usulünü İbnü'l-Mukaffa, Cahiz ve el-Hemadi'den alan Arslan'ın yayımlanmış eserleri şunlardır:
1- El-Baküratü’lNazmi’l Emir
2- İttihatçı Bir Arap Aydının Anıları
3- Osmanlı'da Aylık Yanlışı Araplara Sesleniş
4- Bir Arap Aydının Gözüyle Osmanlı Tarihi
5- Senusi'nin Son Yolculuğu
6- Müslümanların Gerileme Sebepleri.
HABERE YORUM KAT