1. YAZARLAR

  2. YILMAZ ÇAKIR

  3. Seçmek ve seçim üzerine, fasıllar ve asıllar
YILMAZ ÇAKIR

YILMAZ ÇAKIR

Yazarın Tüm Yazıları >

Seçmek ve seçim üzerine, fasıllar ve asıllar

13 Mayıs 2023 Cumartesi 03:25A+A-

1. Fasıl: Öz, Sıfat ve Siyasete Dair

‘Öz’ün bir şeyin değişmez esası, mahiyeti olduğu bilinir. O, bir nesnenin değişmeden kalan, değişime uğramayan aslıdır. Sıfat; bir şeyin, nesnenin, varlığın; oluşan, bozulan, gelişen, değişen yanını, yönünü ifade eder. Misal; herhangi bir elma, elma olmak yönünden, diğer bir meyveden, diyelim ki armuttan ayrılır. Elmayı, armuttan veya başkaca bir şeyden; ağaçtan, kuştan, taştan farklı kılan, onun kendine has “öz”üdür. Elma o öz sayesinde, tüm o diğerlerinden başkadır. Ama aynı elma, kendi dünyası, kendi dairesi içinde hep aynı kalmaz. Büyür, çürür, acı olur, ekşi olur, tatlı olur, yeşil olur, kırmızı olur. İklime göre, bölgeye göre değişir, farklılaşır. Elmayı, elma yapan o içeriksel hal aynı kalmasına rağmen, değişen nedir? Pek tabiî ki sıfat. Değişmeyen “öz”ün, değişime konu kısmını “sıfat” teşkil eder. Bu bakımdan bir şeyi, cismi, varlığı, kendisi yapan “öz”üdür. Öz değişmeden, içerik aynı tutularak salt sıfatsal değişimlerle özdeşlik, aynılık sağlanamaz. Elmadaki sıfatlardan “yeşil”i ele alalım. Yeşil, vasıf olmak itibari ile armut için de söz konusu edilebilir. Hatta daha çok da yeşil armudun sıfatıdır. Şimdi bu iki renk benzerliğinden hareketle, elma ile armudu aynı meyve saymak, sanmak makul ve makbul sayılır mı? Aynılık kadar, ayrılık ve gayrılığı belirleyen mahiyettir, özdür. Sıfatlardan hareketle kurulan paralellikler, özdeşliğe değil, benzerliğe işaret eder. Benzerlikler bir şeyi o şey kılan, neyse o yapan özün, kabuğunda, dışında cereyan eder. Benzerlik bir yönüyle, bu yönüyle, iki şey arasındaki ontolojik farklılığın da ilanıdır. Bizim aynımız, bize benzemez, o “biz” olur. Sıfat benzeşir, değişir yanıltır. Çünkü öze değil, göze hitap eder. Göz yanıltır, öz yanıltmaz.

Meselemizi ve maksadımızı, Kitab-ı Kerim’de haklarında hüküm bulunan iki canlıdan bahisle açımlamaya çalışalım. Bunlardan ilki domuz, diğeri sığır olsun. Bu iki mahlûk da bazı yönlerden benzeşirler. En başta hayvan olmaları itibariyle ortak bir kümeye aittirler. Lakin konu yenilir olmaya gelince helallik açısından tümden ayrışırlar. Domuz için bu durum her halükârda ve mahiyet itibariyledir. Küçük, büyük, dişi, erkek, steril veya değil hiç fark etmez. Ondaki sıfatsal değişimler, değişiklikler neticeye tesir etmez. Domuz özü itibariyle haramdır. Sığıra gelirsek o, özü, esası itibariyle helaldir. Buna rağmen Kitabımız, onun da haram olduğu yerler olabileceğini bize bildirir. Misal, Allah adına kesilmeyen veya leş durumunda bulunan bir sığır yenmez. Yiyen, haram işlemiş olur. Buradaki muharremiyet, öze, esasa tekabül etmeyip duruma, vasfa, sıfata mütealliktir. Hülasa sığırda esas olan mubahlık iken, domuzda asıl olan haramlıktır. Özü bozuk, çürük olanın iyi sıfatları bulunsa dahi, onlar onun cevherini temiz görmeye, göstermeye yetmez. Özü temiz olup vasfı bozuk olana gelince; ona arız olan hal, marazi durum ortadan kalkınca o temiz olur.

Tüm bunları insanla ilişkili olarak ele aldığımızda, inancımız ve dinimiz muvacehesinden hadiseye baktığımızda, İslam’a göre insan özü itibariyle şerefli bir varlıktır. Allah’ın halifesi olarak hususi bir mevkie sahiptir. Ne ki o, imtihan edilmek üzere yeryüzüne gönderilmiştir. Hristiyanlığın veya kimi felsefi yaklaşımların; misal, Platoncu ve hassaten Yeni Platoncu sûdurculuğun, Doğu dinlerinin ve felsefelerinin iddia ettiği gibi insan; maddi, cismî, bedenî ve dünyevi varlığı ile kötülüğü, bayağılığı, düşüşü ve düşüklüğü simgelemez. O, tercihleriyle tanımlanır. İyiye veya kötüye, hayra veya şerre yönelmesi ile isimlendirilir. Doğuştan günah anlayışı bize yabancıdır. İbn Kayyim’in de hatırlattığı gibi, Allah-u Teâlâ Hz. Âdem’i ve Hz. Havva’yı cennetten kovmadı, onlar oraya daha büyük bir mükâfatla dönsünler diye geçici bir süre için çıkarıldılar. Bu atılmak değildir. İtikadımızda kimse kimsenin günahını yüklenmez. Efendimizin beyanıyla da doğan her çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Onu çevresi ve kendi tercihleri biçimlendirir. Bundan sonradır ki o insan, özünü kirletir, örter (küfr) veya cilalar, parlatır (şükr). İnsan söz konusu olduğunda evveliyatta tek bir özden bahsedebiliriz. Ne ki bu, değişmez bir öz olmayıp tercihlerle, isteklerle şekil alan ve giderek değişen bir özdür. Bu bağlamda Müslüman ve kâfir isimleri zuhur eder. Bunlar iman ve amelle beliren iki ayrı tutumun adları olurlar. Müslüman insan, yaratılışın amacından, gayesinden kopmadıkça insani özü, fıtratı temsil eder. Bu aynı zamanda “ahd”i (‘Kalu bela’yı) hatırlamaktır. Kâfire gelince; o, arzu ve isteklerinin kulu olmayı benimseme cihetinden insan olmaktan uzaklaşıp hayvanlık derekesine düşmüştür. İşte tam burada baş gösteren mevki kaybıyla, başlangıçta sahip olduğu “öz” de değişmiş olur. Kâfirlik, müşriklik; bile isteye oluşan yaklaşımların neticesi olarak, Müslümanlıkla temelden, kökten, esastan ve de özden ayrılır/ayrıdır. Onun sıfatsal, vasıfsal olumluluklar taşıması arızi olup içteki, derindeki kiri pası örtemez, temiz gösteremez. Şirkin affedilmez bir günah olmasının sebeb-i hikmeti buradadır. Özü, esası, itikadı, mahiyeti düzeltmeden, birtakım amelî yani sıfatsal olumluluklar içinde görünmek kifayet etmez. Tağutu reddetmeyen, haram ve helal hassasiyeti olmayan, putlara içtenlikle tazimde bulunan, Allah ve Resul’üne karşıtlıktan hayâ etmeyenlerin sıfatlarına da suretlerine de bakılmaz. Çünkü onların bu halleri kötülüğü, şerri -her daim olmasa dahi- mümkün kılan, teşvik eden bir potansiyeli havidir. Müslümana gelince, bu isim en başta itikat ve öz olarak sahih olmayı kapsar. Fakat insan olmanın getirdiği zaafları, hata ve günahları önlemeyi garanti etmez. Bu meyanda Müslümanların da günahları, kabahat ve kusurları olabilir. Allah’tan başkasının kulluğuna tâbi olmadıkları müddetçe, zaaf ve günahlarını düzeltme, tövbe etme potansiyel ve imkânını taşırlar. Günahlar Müslümanda arızi iken, kâfirde sevap arızidir. Çünkü bu iki kategori derinde ve özsel olarak ayrıdır, ayrışmıştır. İmdi, hayatın her yerinde, insanın bulunduğu tüm zaman ve mekânlarda sözü edilen bu farklılıkların, ayrılıkların ya da benzerliklerin bilinci ile hareket etmek, buna göre tavır, tarz ve dahi siyaset geliştirmek Müslümanlık şiarı olmalı değil midir?

2. FASIL: CELLÂDI İLE SELFİ ÇEKENLERE DAİR

“Tom Amca’nın Kulübesi”ni okuyanlar hatırlayacaklardır. Tom Amca yaşlı, iyi kalpli, dindar, itaatkâr bir “zenci”dir. Efendisi onu bu yönüyle çok sever. Fakat efendi maddi açıdan biraz sıkışınca, istemeyerek de olsa onu satar. Uzatmayalım, Tom Amca gittiği yerlerde de bu iyi huylu, Hristiyan teslimiyetçiliğini hep gösterir. Fakat yeni “sahip”ler ilki gibi davranmazlar ona. En sonunda ölümüne sebep olan vahşi uygulamalarla, hoyratlıklarla bitirirler hayatını. Ondan geriye; “Efendi beni hep yerimde bulmuştur, yine bulacak.” sözü kalır hafızalarda. Merhum Malcolm X, sıkça Tom Amca’ya gönderme yapar. Beyazların çok hoşlandığı simgesel bir figür olarak bahseder amcamızdan. Efendiye tam bir itaat ve teslimiyet! Oysa Alex Haley’in dediği gibi Malcolm X’i ayartmak mümkün değildir. Bunun için, onu da efendiler değil, ezilenler çok sever. Malcolm’un efendileri tarafından beğenilen bu zavallılar için söylediği sözler müthiştir ve tam bir basirete işaret eder: “Hristiyan din adamları bu ‘zenci’lere bir yanağına vurulduğunda öbür yanağını da çevirmeyi, acı çekerken gülümsemeyi öğretmişti.

Şimdi gelelim bize; dindarların bu ülkede kendi düşmanlarını Tom Amca gibi gülümseyerek alt etmesi, yumuşatması, değiştirip dönüştürmesi ne kadar gerçekçi, ne kadar mümkün? Ülkemizde on yıllardır kendilerini “beyaz efendi” konumunda gören Batıcı, seküler kesimler istiyorlar ki yıllardır bize, bu halka yaptıklarını unutalım, geçmişi hiç hatırlamayalım. Onların “seçimlik tebessüm”lerine bağlanalım, birer “mankurt” olalım. Hani, Cengiz Aytmatov’un, “Gün Olur Asra Bedel”inde anlatılan; düşman esaretinde gördüğü işkencelerle hafızası yitirtilen, belleği silinen şu adam gibi. Kendisine yapılanları ve en yakınlarını bile unutan bu şahıs, düşmanlarını dost sanıp onları sevmekte, dahası onlara tam bir sadakat duymaktadır. Çünkü onun artık hiç hatırlayamadığı bir mazisi vardır. Bu hal üzere yaşarken, kendisini kurtarmaya gelen, tanıyamadığı anasını dahi ona öldürtürler. Hafızasız bir “mankurt”tur artık o. İşte bugün ülkem Müslümanlarından istenen de budur. Unutalım, hatırlamayalım ve hatırlatmayalım. Ne darbeleri ne yasakları ne başörtüsü zulümlerini ne de saymakla bitirilemeyecek haksızlıkları. Her şeyin üstüne sünger çekelim; olmadı su içelim. Unutalım efendiler unutalım! Unutanların unutulduğunu, unutmadan, utanmadan unutalım!

Son olarak kısa bir kıssa. Adı: Akrep ile Kurbağa.

Efendim, bir gün akrep dere kenarına gider. Niyeti karşı kıyıya geçmektir. Fakat bu tek başına kendisi için imkânsızdır. Kenarda duran bir kurbağaya seslenir. Akrebi gören kurbağa korkuyla zıplar. Onun korktuğunu gören akrep, hemen oracıkta etkili ve inandırıcı bir söylev çeker. Uzatmayalım, kurbağa ikna olur. Akrebin verdiği garanti dâhilinde birlikte karşı yakaya geçerler. Sonra ne mi olur? Akrep aslına rücu eder, akrepliğini yapar! Ama siz diyorsanız ki bizim akrep değişti. Günümüzde öyle şeyler olmaz. O zaman ben de derim ki hele siz bir karşı kıyıya varın, öyle konuşalım. Konuşabilirseniz tabiî!

3. FASIL: OLGULARA, ALGILARA VE KORKULARA DAİR

Edward Hallett Carr, “Tarih Nedir” adlı eserinde önemli bir hususa dikkat çeker. Der ki: “Olgular yalnızca tarihçi onlara başvurunca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir.” Yine aynı yazar başka bir yerde mealen şöyle söyler; olgu olduğu ileri sürülen, varsayılan malzemeleri kullanarak belli hükümlere, ilkelere varırız. Sonra döner bu ilkelerle olguları anlamlandırırız. Evet, Carr çok haklı. Olgu diye şurada burada öne sürülenlerin, gökten vahiy olarak inzal olmadığı, onları bir niyet ve maksat dâhilinde, birilerinin karşımıza çıkarttığı, en çok da siyasal alanda durumun bu minvalde gerçekleştiği ortadadır. Olguları konuşturmanın ve bilahare onları nesnel, objektif birer delil haline dönüştürmenin yollarından biri; onları/olanları sunma ve sıralama biçiminde gizlidir. Diyelim ki 20 yıldır bir yerde yöneticisiniz. Sizin bu süre zarfında o iş yerinde yaptığınız pek çok iyilik, güzellik olmuş olsun. Buna mukabil aynı uzun süre zarfında yaptığınız kimi hataları da ben toplamış ve not etmiş olayım. Sizden de hoşlanmıyorum. Kötü adamlığınızı temsil edecek resim için sadece iki şeye ihtiyaç duyarım. İlki, 20 yıllık dönemde olanların genel bir dökümüne, envanterine hiç sıcak bakmam. Aksi takdirde, büyük ve gerçek tablo ortaya çıkar. Bu durumda sevaplarınızın çokluğu, günahlarınızı örter, önemsiz kılar. Yapmam gereken sevaplarınızın üstüne perde çekmek veya onları önemsiz, değersiz saymaktır. İkinci olarak, sizin 20 yılda işlediğiniz kusurların zaman aralıklarına müdahale etmem gerekir. Hatalarınızın tümünü art arda koymalıyım ki yan yana getirilen film karelerinin oluşturduğu hareketi ve devamlılık hissini verebileyim! Yoksa o kadar zamanda, “Bu kadar kusur kadı kızında da olur.” diyecek pek çok kişi karşıma dikilir. Burada bir anlığına üstlendiğim Erol Taş rolünün sonuna gelmiş bulunuyoruz. Sonuç olarak olgu diye, delil diye sunulan pek çok şey istendiğinde, onu sunanın oluşturmak istediği algıya hizmet eden bir araca dönüşür. Bilmeyen, anlamayan veya kasıt içinde olanların bu oyuna dâhil oldukları sıklıkla vakidir. Adaletli, hakkaniyetli, faziletli kişiler hatasız kul olmayacağını bilirler. O sebeple insanları genel durumları içinde ele alırlar. Ağaca işaret ederken, ormanı gizleyenlerin niyetlerini, maksatlarını okumak ancak ferasetle, basiretle ve hikmetle olur. Bütünlük, bütün şeylerde, bütün işlerde, fark edilmesi, hissedilmesi gereken önemi haizdir. Olgu ve algıdan sonra sıra, başlığımızdaki “korku”ya gelmiş sayılır. TDK sözlükte korkunun tanımı şöyle yapılmış: “Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü.” Korkunun gerçek olması, gerçekten korkulacak şeylerin bulunması kadar, sahte korkuların olduğu, üretildiği, öğretildiği de vakıadandır. Bu nevi sahte korkulardan olarak, F. Fanon’un, “Siyah Deri, Beyaz Maske” kitabında anlattığı, beyaz çocukların; “Anne, anne zenciye bak, korkuyorum!” diye seslenmelerini hatırlayabiliriz. Beyaz adamların her türlü eza ve cefayı kendisine reva gördüğü siyahi insanlara ve onların yüreklerinde tesis ettiği gerçek ve derinlikli korkulara rağmen, beyaz çocuğun kaygısı, sahici bir tehlikeden kaynaklı değildir. Bu, belletilen, öğretilen ve zihne çizilen “pis zenci” algısıyla yakından ilgilidir. Büyüdüğünde, ebeveynlerinin yolundan gitmeyi, zulüm politikalarını gerekçelendirmeyi, meşrulaştırmayı imkânlı kılacak, sahte bir korkudur, sözü edilen. Tıpkı ülkemizdeki irtica korkutmaları gibi. Yıllarca Müslümanları bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olarak resmeden, romanda, hikâyede, tiyatroda, sinemada ve dahi pek çok alanda bu tutumlarını ısrarla sürdürenler, siyasette de baskıcı ve faşizan zorbalıklarına mazeret bulmuş oluyorlardı. Daha şurada on küsur yıl önce bile, “Tehlikenin farkında mısınız?” diye kampanyalar, büyük mitingler tertipleyenlerin esas amaçları, iktidarı yeniden ele almaktan başka değildi. Kendilerinin asırlık zorbalık tatbikatlarına rağmen, dindarları öcüleştirerek etrafa korku salmak kötü niyetin ta kendisi değil miydi? Peki, aynı unsurların, aynı çevrelerin ıslah olduğuna, tövbe ettiğine dair bugün elde ne var? Onların bizden korkmaları, Fanon’un anlattığı, annesine sarılan beyaz çocuğun, öğretilen korkusu ile aynı değil mi? Peki ya bizim korkumuz, bu halkın kaygısı? Tüm bunların sahici olduğunu, az bir zaman öncesine kadar ve uzun yıllardır iliklerimize kadar hissettiklerimizi, tattıklarımızı, gördüklerimizi kim inkâr edebilir? Burada mankurtlara veya rüzgâra göre dümen kırmaya hazır, tuzu kuru, gevşek ve gevrek, “burjuvalaşmış” muhafazakârlara sormuyorum. Yine ömürlerinde, “yumurta küfesi”ni hiç sırtlamamış liberallere de değil sorum. Siyasetin “küsurlar” mevkiinde bulunan ve bu halleriyle CHP gibi ülke Müslümanlarını en üst derecede kaygılandıran bir partiye omuz vermekten imtina etmeyen, hikmet fukaralarını ise hiç dikkate almıyorum. Göreceksiniz, tarih en başta onların hakkından gelecektir. Kemalistlerin, seküler kesimlerin, muhayyel ve sahte kaygılar ileri sürerek kendilerinin Müslümanlara yaşattıkları korkuları yeniden hortlattırmamak, şimdi öncelikli vazife olarak tebarüz etmektedir.

4. FASIL: DUYULARA, DUYGULARA, AKLA VE KUYUYA DAİR

İnsanın bilgi elde etme vasıtalarından olan “beş duyu organı” canlılar âleminde salt ona has bir hususa işaret etmez. Kartalın gözlerinin keskinliği, köpeğin kuvvetli koku alma kabiliyeti, kimi böceklerin hissetme becerileri insandan çok daha fazladır. Duyularının gücü bakımından insan, birçok canlının gerisinde kalır. Buna rağmen “tatmayan bilmez, görmeyen ne anlar” gibi ifadelere dilde sıkça rastlarız. Bu söyleyişlerdeki tatmak, görmek ile duyulara gönderme yapılırken, aslında kastedilen yaşananlar, tecrübe ile elde edilenlerdir. İşte bu tecrübe etme hali ve bunu dillendirme yeteneği sadece insana mahsustur. İnsan konuşan canlı olarak, düşünen, akleden, dersler çıkartabilen tek varlıktır. Tüm canlılar arasında, tarihi, kültürü ve medeniyeti olan yegâne yaratıktır. Onu farklı kılan bu özellikler, ona “emanet”in tevdi edilmesine de sebeptir. Hâsılı insan, duyularıyla; yedikleri, içtikleri, tattıkları, kokladıkları ile değil, aklıyla, iradesiyle ve tüm bunların hasılası olan ahlakıyla insandır. Ahlaksa ancak hürriyetle, seçim yapabilme özgürlüğü ile mümkündür. İzzet Begoviç’in “Doğu Batı Arasında İslam”da söylediği gibi: “Fazilet kanununa göre hareket eden insanlar çok değildir elbet. Fakat bu son derece küçük azınlık insanlığın ve her insanın gurur kaynağını teşkil ederler. Kendi hayatımızda sırf fazilet kanununa göre hareket ettiğimiz anlar azdır, fakat buna rağmen menfaat ve faydamıza bakmadan kendi kendimizin üstüne yükseldiğimiz bu anlar, ne kadar az olursa olsun, hayatımızın yegâne zeval bulmaz değerleridir.” Ahlakı kimi felsefi anlayışların sunduğu gibi akla veya faydaya dayalı kılmak, sahip olduğumuz değerler dünyası açısından saçmadır. Biz Müslümanlar, fazileti/erdemi ille de bir menfaate, kâr ve yarara bağlı görmeyiz. Yaratılış amacımız dâhilinde, ilahi rızaya matuf ve karşılıksızlık esasına göre hareket etmeye çaba gösteririz. İtikadımızca razı edilecek yegâne varlık, tüm mahlûkatın rabbidir. Yolda, işte, okulda, çarşıda, sokakta böyle olmak gereğini kalben olamasa bile en azından zihnen onaylarız. Mahlûkatın insan dışında kalan türlerinin duyularda ve duygularda takılı kalan tüm nevilerine karşı, aklımız ve imanımızla yani menfaat duygularından azade, fazilet ve Allah-u Teâlâ’yı razı etme düşüncesi ile hareket etmeye çabalarız. Modern Batı önce aklı, rasyonaliteyi merkeze alarak, kendi inanç evrenine, o evrenin biriktirdiği çer çöpe tavır almaya çalıştı. Çok geçmeden bu tek boyutluluğun mahzurları kendini belli edince, insanın ruhsuz, duygusuz bir robota, makineye benzediği fark edilince, bu sefer tersinden bir yaklaşımla, aklı kenara alan, duyguyu sahaya süren yeni bir eğilim, Romantizm belirdi. Artık sarkacın çubuğu akıl tarafında değil, duygu safında hizalanmıştı. Akleden bir varlık olmak yönünden değil, duyan, hisseden, seven, kızan, öfkelenen cihetinden tanımlanır olmuştu insan. Her şeyi bu duyuşlar, sezişler temelinde ele almak, bir yönüyle akılla telifi mümkün olmayan pek çok saçma inanca, düşünce ve tatbikata değer vermek de demekti. İnsanlar bir kez daha, yağmurdan kaçarken doluya yakalanıyorlardı. Oysa parçalı yapı görüntüsü verse de bir bütünlükten müteşekkildi insan. Ruh-beden bütünlüğü gibi, akıl-kalp bütünlüğü de ayrıştırılıp parçalanamazdı. Yaradan böyle yaratmıştı. Duyu, duygu, sezgi akılla birleşik ve bütünleşik olmalıydı. İnsan öfkelerinin, nefretinin, incinmelerinin veya sevgi ve tutkularının esiri olmamak için akla; aşırı hesaplamaların, rasyonelleştirmelerin, makam ve mevki gibi tüm hırsların, kâr tutkularının kontrol altına alınabilmesi için de kalbe, duyguya, acımaya, sevmeye, merhamete muhtaçtı. O, bütünlüğün adı olmalıydı. Vahiy bütün bunları içeren hakikat yolu olarak ona sesleniyordu. Aklın ve duyguların yaratıcısı, onları yok saymadan, onları yok etmeden ama onları aşan, onların üstüne çıkan bir şekilde sesleniyordu. İşte Hz. Yusuf, kendisini kuyuya atan kardeşlerini, üstelik de onlardan dilediği gibi intikam alabilecek bir durumdayken affetmişti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-ü Ekrem, sevgili amcası Hz. Hamza’yı öldüren Vahşi’yi, ona her şeye yapabilme kudret ve kuvvetindeyken affediyordu. Oysa biz olsak, anasını ağlatırdık yanlış yapanların. Kimse de haksız göremezdi bizi. Hadi akılla, olmadı duyguyla izah edelim peygamberlerin bu davranışlarını. Ezcümle, hepimiz vahye mutabık hareket etmeye çabalamalıyız. Hayati kararlar verirken affedici olmak, nefsimizden feragat etmek, geniş zaviyeden bakmak, kişisel menfaat ya da kızgınlıklar açısından değil, olaylara ümmet açısından yaklaşmak lüzumu yok mu? Kanaatimce bu faziletçe yüksek bir davranıştır. Ey kuyuya atılanlar, kuyuya atıldığını düşünenler! Tüm incinmelerinize, acılarınıza saygı duyuyorum. Yusuf olmak en çok da size yakışır, Yusuf olmak, size ne de çok yakışır.

5. FASIL: ÜTOPYA YA DA CENNET MAHALLESİNE DAİR

Bizim varlık olarak, “En Mükemmel Olan” tarafından yaratılmamız münasebetiyle, onca halimize, perişanlığımıza aldırmadan mükemmellik aradığımız çok olur. Kim bilir, bunda yaratılmamız esnasında üzerimize sinen ilahi kokunun ya da ruhumuza üflenen nefesin de bir tesiri vardır. Buradaki mükemmellik ve ütopyadan kastım, insanın ahlaki yükselişini ifade eden kemalat arayışı değildir. Onun hep önde daimi bir hedef olarak durması burada bahis konusu değildir. Kimilerinin, cenneti dünyada yaşamak veya yaşatmak isteği olarak kodladığı ütopya, ideal devlet formuyla birçok felsefecinin, düşünürün hayallerini süslemiş ve onlara birçok eser kaleme aldırtmıştır. Bunlardan bilebildiğimiz en eskisi Platon’a ait olan “Devlet”tir. Eseri Platon’un başyapıtı sayanlar da vardır. Platon kitaba, adeti veçhile hep yaptığı gibi, soru sorarak, onu tartışmaya açarak (diyalog) başlar. İlk soru; “Adalet nedir?” olur. Onun ideal aristokratik devletinin filozoflarca yönetilmesi gerektiği malumdur. İlk ve en eski ütopyacı olarak Platon, sayfalarca devlet ve yönetim konusunda yazmıştır. Zihnindekileri, Akademi’de öğrencilerine anlattıklarını, devlet fikriyatını, bilge bir kişi olarak dile getirmiş ve onlar da kitap olarak günümüze kadar gelmiştir. Peki, Platon’un bu kendince mükemmel tasarımı hayatta ne karşılık bulmuştur? Öyle ya sözler ağızda, yazılar kitapta durduğu gibi durmayabilir. Platon’un, hocası Sokrates’ten tevarüs ettiği ve büyük oranda ona iştirak ettiği, “Hayatta en önemli şey bilmektir.” kaziyesi ile eseri Devlet’e yaklaşacak olursak onun yönetimin sırlarını veren adeta kutsal bir kitap, yazarının da mükemmel devlet adamı kabiliyetine ve kapasitesine sahip bir kişi olduğuna hükmetmemiz icap eder. Yine bu durumda yönetim denen şeyin kralını, krallar veya yöneticiler değil, bilgelerin, bilim adamlarının bildiği sonucu kendiliğinden çıkar. Ve yönetimlerdeki eksikleri gidermek isteyen herkesin yapması gereken de anlaşılmış olur. Hatasız, kusursuz devlet de hayal olmaz. Yeter ki bilgeler yönetsin devleti. Alın size dört başı mamur bir siyaset, mükemmel bir devlet.

Dilerseniz şimdi de bu (hayal demeyelim) beklentilerimizi hayatın, yaşamın içine taşıyalım. Azıcık teorimizi teste tâbi tutalım. Peki, işe bizim Platon’dan başlasak mahzuru var mı? Hani şu “bilge kral” öğretisinin patent sahibi ile. Bunu yaparken, “bilmeyi, mutluluğun yegâne yolu” olarak öne çıkartan hocasına da selamlarımızı sunsak. Evet, ne dersiniz? Başlayalım o halde. Efendim bizim bu çok bilen, birçok konuda hüküm yürüten felsefecimiz -ki ondan çok yararlandığımızı da inkâr edemem- yönetim alanındaki bilgilerini uygulamaya koyduğu tam üç seferde (umarım yanlış hatırlamıyorumdur) hep bir fiyaskoyla karşılaşır. Hikâyesi kendisinin yazdığı ve bugün elimizde “Mektuplar” adıyla bulunan eserde ayrıntılı olarak vardır. Kabaca, filozofumuzu, İtalya, Sicilya’dan çağırırlar, Atina’dan oraya gelsin de yönetimdeki yanlışlıkları, haksızlıkları gidersin diye. Davet edildiği yerde aile içi iktidar kavgaları vardır. Uzatmayayım Platon, yani bilgemiz, ütopyamızın yazarı, yazılarını hayata geçirmek isterken büyük başarısızlıklara imza atar. Nihayetinde esir olmaya kadar varır işin sonu. Canını zor kurtarır. Evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Yönetim dedikleri şeyin kitaptakilere uymadığı bir kez daha teyit edilmiştir.

Ütopya işi Platon’la başlamış ama onunla bitmemiştir. Pek çok yazar, düşünür nice ütopyalar kurmuş ve yazmışlardır. Bunları küçümsemiyorum elbet. Ütopyalar, tüm ideal arayışları; mevcudu, realiteyi değiştirmekte, ileriye taşımakta, ıslah etmekte, elbette işe yararlar. Nitekim İslam dünyasında da ideal yönetim anlayışı ve arayışı hep var olagelmiştir. Farabi’nin Medinetul Fazıla’sı (Faziletli Şehir) gibi eserler yanında, yöneticiye nasihatleri muhtevi pek çok eser kaleme alınmıştır. Bunları küçümsemek, yadsımak kimin haddine? Ne ki, hayatın akış hızına, gücüne, yaşamın girift, karışık, hatta gizemli pek çok yönüne; muhtelif duygular, düşünceler, istek ve arzular taşıyan insan gerçeğine karşı bir kişinin veya kişilerin yazdığı ütopyalar ne yapsın, nasıl kuşatsın tüm bu genişliği, gerçekliği, değişikliği, karışıklık ve karşıtlıkları? Ütopyalar adeta cenneti yere indirmek, yeryüzünde yaşatmak için kurgulanmışlardır. Evde, mahallede, çarşıda, sokakta, hâsılı kendi hükümranlık alanlarımızda dahi pek çok güçlükler ortada iken, hayattan kopuk “masa başı” tabir edilen değerlendirmelerin bir anlamı var mıdır? Kur’an bile bir seferde ve topluca indirilmemiştir. Hayatın akışı, zamanın durumu göz önünde tutulmuştur. İnzalin yirmi üç yıl sürmesinin bir anlamı olmalıdır. İdealler ve gerçekler arasındaki kopukluğun giderilmesi, idealin gerçekleştirilmesi Rabbimizin yardımı ile olabilir ancak. Bazılarının mükemmeliyetçi tasavvur ve talepleri neticesi, “melekler mahallesi” aramaları kadar, hemen devrim talepleri de zannımca çocukçadır.

6. FASIL: KRONİK HASTALIK ANAKRONİZME DAİR

Sanırım hepimiz Cervantes’in Don Kişot’undan bir şekilde haberliyizdir. Hani okuduğu kitapların hayali dünyasının etkisinde, şövalyeler döneminin bittiğini fark edemeyip şövalye kılığına giren ve serüvenlere atılan komik adamdan. Don Kişot bütün sevimliliğine ve iyi niyetine rağmen tutulacak, tercih edilecek birisi değildir. Şüphesiz bu onu sevmemize mani bir durum değildir. Sevdiğimiz ve acıdığımız kadar kızarız da ona. Çünkü o, değişen dünyayı tanımamakta, anlamamakta inat etmektedir. Oysa eski düzenin feodal toplumsal yapısı artık değişmeye başlamıştır. Ülkesi İspanya, sömürgecilik faaliyetlerine hız vermiş, krallık kiliseye karşı önemli oranda güç kazanmıştır. Şövalyelik çoktan kalkmıştır. Don Kişot tüm bu olup bitenleri okuyamayan, sezinleyemeyen biridir. Sadece kendisini değil etrafını, yakınlarını da sıkça tehlikeye atar. Eh okuduklarımız birer kurgudur der gülüp geçebiliriz elbet. Fakat aslında Don Kişot bugün de birçok kişinin şahsında halen yaşamaktadır. Şöyle ki, dünün dünyasının tasavvurları ile hareket eden; iktisadi, kültürel, toplumsal ya da siyasal alana ilişkin yaklaşımları halen bu merkezde olanlar vardır. Meramımı, aklıma gelen birkaç eser üzerinden anlatmayı deneyeyim. Şeyh Sadi’nin “Bostan ve Gülistan” adlı güzel eserleri Osmanlı son döneminde mekteplerde (Rüşdiye’de) ahlak eğitimi maksatlı okutulurmuş. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Marifetname”si ise yakın bir zamana kadar müstefid olunan ansiklopedik bir eserdir. Aynı şekilde pek çok tasavvufi eser, evliya menkıbesi de sıkça okunur ya da aktarılırdı. Mesela, Feridüddin Attar’ın “Tezkiretul Evliya”sı (Evliya Hikâyeleri) bunlardan biridir. Şahsen gençlik yıllarımda bunları okumuştum, yine okudum. Örnekleri daha fazla çoğaltmaya hacet yok. Bunların neredeyse tümü yaslandıkları zemini yitirmişlerdir. Don Kişot’un yaptığı gibi yapanlar olabilir. Gerçekteyse onları şimdi okuyanlar maalesef çok azalmıştır. Bunlar ve daha yüzlercesi yaklaşık 13 asır kadar devam eden bir iklimin, atmosferin havasını, kokusunu taşırlar. Çok da yararlı olmuşlardır. Son yüzyıla kadar bihakkın vazife görmüşlerdir. Ne zaman ki dönem değişmiş onların eskisi kadar anlamı (değeri değil) kalmamıştır. Buna rağmen toplumsal hafızada, derin bellekte bıraktıkları izler halen etkilidir. Elbette, binlerce yıllık birikimden, maziden söz ediyoruz. Bugün devlet ve siyaset karşısında takınılan ya da takınılamayan kimi tavır ve tutumların kökeninde, değişen dünyayı iyi okuyamamanın olduğu açık değil mi? Kimileri için adeta ülkemize küfür hiç uğramamış, dünyamıza sekülerizm hiç sokulmamış, siyasal, toplumsal altüstler yaşanmamış, padişah ve/ya halife yukarıdaki eserlerde anlatıldığı gibi yerinde durmaktalar. Fakat birçok kez oldukları üzere dünyevileşmiş görünmekteler. Bizim de dünya denen bu kerih yerle işimiz olmamak gerektir. Siyasetmiş, yönetimmiş, bu tür dünyevi şeylere rağbet göstermek hoş değildir! Büyüklerimizin dediği gibi; emaret nedamettir! Binaenaleyh, bugün kim kursumuza, cemaatimize alan açarsa, kim talebelerimize daha fazla iaşe ve yardım sağlarsa o bin yaşasın! Hem siyaset denen şey lanetli olmasaydı, İbrahim bin Edhem Hazretleri tahtını, tacını bırakır mıydı?! Sanırım yukarıda, Don Kişot’u severken, ona bir yandan da kızar ve acırız demiştik değil mi?

7. FASIL: KELİMELERE VE İLKELERE DAİR

Allah-u Teâlâ atamız Âdem’i yarattığında ona kelimeleri, isimleri de öğretir. Yuhanna İncil’i ise “Önce kelam/söz vardı.” diye başlar. Gerçi onların bazıları bunu idealizmin, varlığı ve varoluşu açıklamaya çalışırken yaptıklarına benzer bir şekilde izah ederler. Derler ki, ezelde Tanrı ruhani, nurani bir varlık olarak bulunuyorken, Tanrı’nın istemesi ile kendi varlığından feyz yolu ile tüm varlıklar ve âlemler taşmak suretiyle oluştu. Varlığın özü, kaynağı işte bu nuraniyet/ruhaniyettir. Kelimeler ve söz ise ilahi olanın, ruhani, manevi olanın temsilidirler. Hatta Yuhanna İncil’inde olduğu gibi Tanrı kelime ile özdeş zikredilir. Çünkü kelimeler, sözler ruhtan süzülmüşlerdir. Müslümanların bazıları ise insana ilahi nefesin üflenmesinin manası olarak, ona isimlerin, kelimelerin ve dahi bunların açılımı sayılası konuşmanın ve akletme yeteneğinin bahşedilmesini gösterirler. Pisagor örneğinde olduğu gibi, kimi felsefecilerin sayılara ilişkin düşüncelerinde ise benzer bir biçimi, onların kâinatın ve kutsalın şifreleri olduğu fikrini görürüz. Tekrar biz kelimelere dönecek olursak, bugün de bazılarının, adeta kimi kelime ve kavramlara yaklaşımları yönünden, onları fetişleştirdiklerini sanabiliriz. Oysa kelimeler, kavramlar onları salt tekrar etmek yoluyla iş görmezler. Onlar şeylerin göstereni, ismi olarak vardırlar. Kelimelerin, kavramların temsil ettikleri, hatırlattıkları şeyler, nesneler dışında, özel, hususi, gizli bir anlamları bir alanları yoktur. Kelimeleri, kavramları temsil ettikleri alanın, işaret ettikleri sahanın dışında görmenin imkânı da lüzumu da yoktur. Onların temsil ettiklerini, işaret ettiklerini yok saydığımızda, kelimeler içi boş seslere, şekillere dönüşürler. Bugün kimilerinin siyasete veya sosyal hayata ilişkin şahsi, içtihadi tutumları için müşterek kelimelerimiz üzerine koymak istedikleri ipotek doğru değildir. Ne tevhid ne şirk ne de başka bir kavramımız, kelimemiz kimsenin inhisarındadır. Ortak değer ve kelimelerimizi, şahsi görüşleri dillendirirken slogana dönüştürmek kimseye hak değildir. Bal bal demekle ağız tatlanmadığı gibi, bir kısım kavramları tekrar yoluyla da salt maksat hâsıl olmaz. Maksada ancak o kavramların evrenine, sahasına, alanına ilişkin çok yönlü ve çok etraflı çabalarla varılır. Tıpkı Allah Resulü’nün daha ilk andan itibaren toplumun sosyal, siyasal meselelerine bigâne kalmaması gibi, geniş bir perspektifle kavramların içi doldurulur. Yoksa kelimelerimizin, sözümüzün özü kalmaz, tükenir biter.

8. FASIL: BEDEVİLİĞİN BEDELİNE DAİR

Muhammed Esed, “Mekke’ye Giden Yol”da şöyle der: “Bedeviler, genellikle kendileriyle uğraşılması zor insanlardır; önceden kestirilemeyen bir şeyler vardır onlarda her zaman; gökle yer bir araya gelse, yatıştırılmayan, hiçbir uzlaşmaya yanaşmayan duygusal bir coşkunluk.” Aynı sosyolojik kesimi, yine aynı özellikleri içinde, İslam tarihinin ilk döneminde Harici adı ile görürüz. Müsteşrik Watt’a göre onlar: “Tıpkı bir bedevi kabilesinin mensuplarının, arada bir anlaşma yoksa, öteki kabilelerin hepsinin mensuplarını düşmanlar olarak gördükleri gibi, Harici topluluklar da kendilerinin dışındaki herkesi, farklı görüşlerdeki Müslümanlar olsalar bile, kanı dökülebilecek düşmanlar olarak görmektedirler.” Bedeviliğin dinî bir kimliğe bürünerek siyasal bir hareket şeklinde Haricilik olarak tezahürü, salt tarihte olmuş bitmiş bir olay değildir. Keşke öyle olsaydı. Okur geçerdik. Oysa Esed’in dikkat çektiği insanlar dâhil, birçokları, yakın dönemin mahsulüdür. Günümüzde ise isimlerini bile zikretmeye değmez kimi oluşumlar benzer karakteristik özellikler içinde, aynı tarzı sürdürmekteler. Şahsen, böylesi yaklaşımları benimseyenleri niyet üzerinden değerlendirmeyi hiç doğru bulmam. Kimsenin, kalplerin özünü bilme, teşhis etme kabiliyeti olmadığına göre, elimizde kalan ameller, tatbikatlardır. Böylelerinin Müslümanlara verdikleri zararları hayırlı amellerden saymalarına gelince, burada itikadi anlayış meselesi gündeme gelir ve bu tartışılır. Kendi hariçlerinde kalan Müslümanlara karşı kâfir muamelesini ve ismini layık görenler, tarihteki Hariciler gibi, doğru konuştuklarını sansalar dahi, gerçekte bâtıla hizmet ederler. Günümüzde seçimden seçime meydana çıkıp oy vermeyi küfür olarak kodlayanlar, bir tür Neo Hariciler olmalılar. Muhammed Ebu Zehra böylelerini, Fransız İhtilalinin Jakobenlerine benzetir. Onlar gibi dillerinde birtakım ilke sandıkları/saydıkları kelimeler, insanlara saldırırlar. Aralarındaki fark giyotinle kılıç farkı olmalı. Haricilerin Müslüman olmayanlara, misal Hristiyanlara karşı oldukça hoş görülü olduklarına ilişkin çok şey anlatılır. Bugün de şiddetlerini sürekli içe akıtan, kâfiri, müşriki cami cemaatinde arayan kimseler, benzer davranış kodlarını temsil ederler. Onlara basiret, feraset ve hikmet dilemekten başka bir şey akla gelmiyor.

9. FASIL: ÖNCE YIKALIM, SONRA BAKARIZ DİYENLERE DAİR

Önce yıkalım, sonra bir yolunu buluruz diyenlerin anarşizan tavırları için tarih pek çok ibretli tabloyu önümüze çıkartır. Nihilizmin baş temsilcisi Nietzsche’nin kendince hayal ettiği “üstün insan”ı var etmek adına, o vakte kadar gelen, tüm dini, felsefi birikimi neredeyse tümden yıkıma tâbi tutma önerisi, nereye varmıştı hatırlayalım. Hitler her şeyi “çekiçle” yıkmak isteyen düşünürlerin izleğini sürdürerek varmıştı “üstün ırk” fikrine. Yerine neyi koyacağından habersiz, her şeyi yıkalımcıları, ibretlik sonları bulmakta gecikmemiştir. Kelime-i Tevhid’in “lâ”sı boşlukta tutulmamış, anında yeri doldurulmuştur. Yukarıda bahsi geçen Haricilik bunu idrak edememiştir. Onun için anarşi ve kaostan başka bir şeyle anılmamaktadır.

Bugünlerde 2. Abdulhamid örneği revaçtadır. Abdulhamid’e Fransızların taktığı “Kızıl Sultan” lakabını büyük bir iştiyakla sahiplenenlerin bir kısmı, Abdulhamid’den sonra, Fransız İhtilalinden mülhem, dillere pelesenk imitasyon “hürriyet”in, ne menem bir şey olduğunu tatmışlardır. İttihatçı çetenin baskıları ile padişahı kıyaslayıp nedamet getiren birçok kişi vardır. Bunlardan Süleyman Nazif, Abdulhamid dönemi için “istibdat” (baskı) diye tutturmuşken, padişahın ardından “istimdat” (yardım) diye yakarmıştır. İstibdattan istimdada varmak pek hüzünlü olmalıdır. Rıza Tevfik ise: “Tarihler adını andığı zaman / Sana hak verecek ey koca Sultan / Bizdik utanmadan iftira atan / Asrın en siyasi Padişahına.” Nazım Hikmet’in yakın arkadaşı Vala Nureddin ise “Bu Dünyadan Nazım Geçti”de Abdulhamid dönemi ile Kemalist CHP dönemini kıyaslar ve ortada açık bir fark görüp, Abdulhamid’i över. Özetle der ki: “Abdulhamid döneminde, Tevfik Fikret gibi biri rahatça yaşamıştır. Öyle ki bu adam ‘Bomba’ şiiriyle Abdulhamid’in öldürülmesini talep etmiş, ‘Tarih-i Kadim’ adlı şiiri ile de açıkça dine küfretmiştir. Buna rağmen Mutlakiyetçi o dönemde Fikret selametle yaşamıştır. Nazım’sa Cumhuriyetçi bir dönemde cezalara, baskılara uğratılmıştır.

Yine Abdulhamid sonrası oluşan kaotik ve baskıcı durumla ilgili Halide Edib, “Sinekli Bakkal”da şöyle yazar: “Temmuz ayında 1908 ihtilali oldu. Kör bir öfke borası gibi esti. … Sosyal ve siyasal düzen ve intizamı altüst etti. Öyle bir kargaşalık oldu ki, kim kimdir, ne nedir ayırt edilmez oldu.

Şimdi de Mehmed Akif’e bakalım. Kanaatimce Akif Safahat’ta Abdulhamid’den dolaylı özür diler. İstibdat diye feveran edenlerden biri olarak sonraki feryatlarının böyle okunacağını sanıyorum. Buraya onun Abdulhamid sonrası oluşan başıbozuklukları anlattığı uzun şiirlerinden alıntılar yapmak yerine sadece şu çığlığını not ediyorum: “Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk / Bak, nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!

Akif döneminin üç beyinsizi, Enver, Talat, Cemal yerine bugün kimleri koymalı dersiniz. Kanaatimce üç sayısı muhafaza edilmeli, isimler değiştirilmeli, tabiî bence. Yıkmaya odaklı olanların, birçok kez kendilerinin, yıkım kurbanı olmaları acı mıdır, hazin midir bilemedim. Rabbim akıbetimizi hayreylesin. Bizi olaylardan, olanlardan, geçmişten ders alan kullarından eylesin. Ümmeti bir kez daha sevinirken görmek niyazıyla Allah’a emanet…

YAZIYA YORUM KAT

8 Yorum