1. YAZARLAR

  2. ALİ EMRE

  3. Ramazan, Hırka ve Şiir
ALİ EMRE

ALİ EMRE

Yazarın Tüm Yazıları >

Ramazan, Hırka ve Şiir

05 Eylül 2008 Cuma 21:56A+A-

Ramazan’da ve halk tarafından önemsenen, dini bir içeriğe sahip olduğu kabul edilen diğer günlerde, tekke türbe ziyaretleri artmakta ve bu durum basını da fazlasıyla meşgul etmektedir. Sıradan ve insani bir merakın ötesinde cahili reflekslerin, bid’at ve hurafelerin, akla hayale gelmez tuhaf ritüellerin sergilendiği bu günlerde, dini anlayışa bulaştırılan her türlü kirlilik ve sapmayla karşılamak olasıdır. “Hırka ziyaretleri” de bu bağlamda gündeme gelmekte ve halkın geniş bir teveccühüyle karşılaşmaktadır.

Kendilerine dini bir kutsallık izafe edilen bu hırkaların ilki,  Kâ’b bin Züheyr ile ilgilidir. Bugün Topkapı Sarayı’nda sergilenen bu hırkanın, Hz. Peygamber’in, ashabından Kâ’b bin Züheyr’e hediye ettiği hırka olduğu kabul edilmektedir. Yaygın olarak “hırka-i saadet” adıyla anılan bu hırkadan başka, Hz. Peygamber’in Veysel Karani’ye verilmesini vasiyet ettiği söylenen bir hırka daha vardır. İstanbul Fatih’te bulunduğu camiye de adını veren bu hırkaya ise “hırka-i şerif” denmektedir. Ancak tarihî kaynaklarda her iki ismin birbirinin yerine kullanıldığı da görülmektedir.

124 cm. boyunda geniş kollu, siyah yünlü kumaştan dikilmiş krem renginde yün astarlı bir giysidir “hırka-i saadet”. Uzmanlar tarafından yapılan inceleme sonucunda, Hz. Muhammed devrine ait olduğu kanaatine varılmıştır. Bu hırka, Muallakat-ı Seb’a şairlerinden Kâ’b b. Züheyr’in (630) yılında Müslüman olduğu sırada Hz. Peygamber’in huzurunda okuduğu kaside dolayısıyla bizzat Hz. Peygamber tarafından şaire giydirilmek suretiyle hediye edilmiştir. Bu sebeple, okunan bu şiir daha sonra İslâm literatüründe Kasidetü’l Bürde / Hırka Kasidesi adıyla meşhur olmuştur.

Merak edip baktık fakat İbn İshak ve İbn Hişam gibi ilk dönem siyer müelliflerinin kitaplarında bu olaya dair bir bilgiye rastlayamadık. Bu hadise, ulaşabildiğimiz kadarıyla ilk kez, Hicri 3. yüzyıl müelliflerinden İbn Selâm el-Cumahî ve İbn Kuteybe’nin şairleri merkeze alan tabakat kitaplarında aktarılmaktadır. Bu aktarımlarda, hırkayı Muaviye’nin satın aldığı ve ilk dönem yöneticileri tarafından bayramlarda giyildiği de belirtilmektedir. Muaviye hırkayı 10 bin dirhem gümüş karşılığında satın almak istemişse de Kâ’b buna razı olmamış; fakat o öldükten sonra Muaviye, ünlü şairin mirasçılarından 20 bin dirheme satın almıştır. Hırka daha sonra Emeviler’e ve Abbasiler’e intikal etmiş, törenlerde giyilmesi alışkanlık haline gelmiştir. Bu bilgiler, İbn Kesir ve İbnü’l Esir’de de yer almaktadır.

Kaynaklar, “hırka-i saadet”in Moğol istilasından sonra Bağdat’tan Mısır’a götürüldüğünü belirtmektedir. Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı alınca Mekke şerifi II. Berekât tarafından, sultana bağlılığının nişanesi olarak oğlu aracılığıyla Kahire’ye gönderilen Mekke’nin anahtarları ve diğer “kutsal emanetler”le birlikte İstanbul’a getirilmiştir. Topkapı Sarayı’nda, “has oda” adı verilen bir mekânda, bu eşyaların korunması için 40 kişi görevlendirilmiştir. Bu odanın girişinde nöbet tutulmuş ve sürekli Kur’an okunması da bir gelenek halini almıştır. Kimi Osmanlı padişahları da bu hırkaya değer vermiş ve bazen yolculuklarda ve seferlerde bile yanlarında taşımışlardır. Ramazanın belirli günlerinde hırkanın açılıp görülmesiyle ilgili devlet törenleri yapıldığı da dile getirilmektedir.

“Hırka-i şerif” ise İstanbul’da aynı adı taşıyan camide bulunmaktadır. Hikâyesi şöyle özetlenebilir: Hz. Peygamber’in vasiyeti üzerine Hz. Ömer ile Hz. Ali, Yemen’deki Karen köyüne giderek bu giysiyi Veysel Karani’ye hediye etmişlerdir. Yünlü bir kumaştan yapılmıştır. Krem rengidir. Veysel Karani, Sıffin’de Hz. Ali’nin saflarında savaşırken şehid olunca, hiç evlenmediği ve evladı da olmadığı için bu hırkayı kardeşine vermiştir. Üveysiler bir ara Kuşadası’na gelip yerleşmiş, ziraatla uğraşmış ve kendilerine saygı duyulmuştur. Daha sonra I. Ahmed’in isteğine üzerine aile İstanbul’a gelmiştir. Ailenin özenle koruduğu hırka da Fatih civarındaki Yavuzselim’de sergilenmeye başlanmıştır. Padişah Abdülmecid 1851’de bir cami inşa ettirerek, hırkayı, sakalı ve bazı eşyaları buraya koydurtmuştur.

Kâ’b b. Züheyr’e ait olduğu kabul edilen şiir de söz konusu hırka kadar ünlüdür. İslami edebiyatın ilk örneklerinden sayılan ve aslında Suat adlı devenin betimlemesiyle açımlanan ve sonlara doğru Hz. Peygamber ve arkadaşlarından söz eden bu kasidenin, süreç içerisinde benzerleri / nazireleri de yazılmıştır. Önceleri İslâm’a ve Müslümanlara hakaret eden, o dönemde “satın alınmış medya”ya mensup bir müşrik aydın olarak öne çıkmıştır Kâ’b. Hz. Peygamber’in öldürülmesini emrettiği şairlerden biriyken, Müslüman olmuş ve Rasulullah’ın huzuruna gelerek söz konusu şiirini okumuş ve bağlılığını bildirmiştir. Durumdan memnun olan Hz. Peygamber, onu affetmiş ve hırkasını vererek ödüllendirmiştir.

Kimi okuyucularımızın ilgisini çekebileceğini düşünerek, bu kasidenin usta şair Sezai Karakoç tarafından yapılan çevirisini aktarıyoruz:

 

KASİDE-İ BÜRDE

 

Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi
Suat'ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki!

Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin.
Tan vakti Suat göçtü buralardan. O ne mağrur bakışlardı Rabbim
ve ne müstağni.

Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli,
Tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.

Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı,
Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki.

Vadi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular.
Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat'ın ağzındaki.

Süpürürse rüzgâr nasıl üstündeki bulutları, nasıl yıkarsa pırıl pırıl
geceleri yağmur, tepeleri
Ağzındaki su o yağmur suyu Suat'ın, dişleri o beyaz kum tepeleri.


Soylulukta en soylu, cömertlikte bir eşi yok bir sevgili iken Suat,
Ne kendi sözünde durdu, ne de dinledi beni.


Suat bu, işi gücü bana oyun, naz, vefasızlık, söz verip dönmek.
Benim kaderim böyle, onun aşk felsefesi.


Bulut bir zavallıdır onun yanında biçimden biçime girmekte,
Renkten renge girmekte yaya kalır bukalemun, gulyabani.


Sen ne aptalsın ki yahu sandın Suat durur sözünde.
Kalburda su durursa, Suat da durur sözünde tabii.


Suat'tan söz aldım diye böbürlenip durmak ha!
Hayaller kurdun, umutlandın! Ama umutlar uçucu, aldatıcıdır
rüyalar gibi.


Suat'ın vuslat sözleri geçse yeridir atlatışlar tarihine.
Bir söz istedin mi kendinden, hemen kesilir meşhur yalancı
Urkub'un teki.


Böyle arkandan atıp tutuyorum ya Suat, elbet ayrılık acısından.
Onun için affet beni, sen yine de sev beni.


Suat şimdi mutlaka öyle bir yerdedir ki, vakit de akşam;
Saf kan ve yörük dişi develerdir ancak develerin oraya götüreni.


Evet, ta ötelerde konaklıyan Suat oymağını tutmak için
Yüreğe korku veren, dağ gibi rüzgâr tempolu hecin develer gerekli.


Öyle deve gerek ki, terlerse ırmak aksın kulağının ardından,
Uçsuz bucaksız çöl yollarını seve seve tepmeli...


Bir deve ki, bakışı iki hançer ufuklara saplanan.
Eşi gitmiş yabani bir aksığın gibi öyle uçsun ki, o dursun, altından
kaysın ateş çölü ve ateş tepeleri.


Gerdanı sağlam, ayakları, yer sarsan vücudu kıvrım kıvrım ve
ölçülü biçili.
Soy sopça en arık damızlık develerden haydi haydi ileri.


Böğrü enli, boynu uzun ve kalın, çehresi geniş.
Bir erkek deveyi andırmalı tıpkı; Suat'ı tutar o zaman belki.


Derisi daha parlak olmalı kabuğundan deniz kaplumbağasının.
Ve ondan daha sağlam. Kızgın güneş altında aç azgın keneler bile
onu örseleyememeli.


İlk bakışta dağ gibi korku vermeli görünüşü bakana:
Boyu yüksek mi yüksek, çevik mi çevik ayakları, tertemiz şeceresi.


Gürbüz, etine dolgun, bakımdan öyle semizlemiş olmalı ki,
Oyluklarından tırmanan salkım salkım keneler derinin cilâsından
kayıp kayıp düşmeli.


Yürürken baldırından, et fırlasın etinden, iki ön bacağı ok gibi
Çıksın dolgun göğsünden, serbest atılışlı çalım çalım üstüne bir
yaban merkebi örneği.


Gözlerle gerdan arası, başın yular takılan yeri
Sert ve katı olmalı bileği taşı gibi.


Ve upuzun kuyruğu ipek tüylü, sarksın memelerin üstünden.
Öyle dokunmalı ki memelerin ucunu ürkütmemeli.


Kapkara iki mızrak bacakları, rüzgâr gibi uçmalı:
Şüpheye düşmelisin ayakları yere değdi mi, değmedi mi.


Yumru burnundan, kulağından, beyzi çehresinden bu türlü develeri
Tanır derhal deveden anlayan yekta bir bilirkişi.


Ayakları demirdenmişçesine çakılları fırlatır iki yana.
Deri mahfaza bile takmaksızın aşar kayalıkları bu eşsiz develer ki.


Çalışkan bir işçi gibi terler coştukça, terledikçe coşar...
Aşar kuşlar gibi serap derelerini, sahra tepelerini, ateş çöllerini...


Kertenkelenin güneşte yanan sırtı sıcaktan külde pişmiş ekmeğe
Döndüğü günler bile kimse durduramaz koşmaktan şu bizim deveyi.


Bir sıcaklık ki, “A yolcular dinlenin!” der kervan sahibi
Ve taş altına gizlenir siyah çekirgeler, o sabır ateşleri.


Ama bizim meşhur devemiz gün ortasında koşusunu bitirmez,
Başlamıştır yolculuğa sanki daha yeni.


Sıcak artar, değişir yürüyüşü; sıcak arttıkça değişir. Ve ön ayaklarının
Çırpınışlı hızlanışı andırır ölmüş çocuğuna göğüs döven bir anneyi
ve ona bakıp (anıp kendi ölmüş yavrularını
da) hıçkıran yırtınan öbür anneleri.


Evet o yürüyüş, o ayak çırpınışları göğsünü paralayan yaslı bir
annenin çırpınışları.
Akla elveda diyen bir annenin, alır almaz ilk yavrusunun kara haberini.


Göğsü kan içinde kalan, üstü başı yırtılmış,
Saçları darmadağın çılgın bir annenin haberini.


Söz taşıyıp öç alan iki yüzlü şiir ve kabile düşmanlarım:
"Ey Ebi Sülman’ın oğlu, sen mahvoldun." dediler. Suat'ın derdi
bana yetmezmiş gibi.


"Ey Ebi Sülman’ın oğlu, sen kendini ölmüş bil." Ben de koştum
güvendiğim dostlara:
Kime başvurdumsa ama: "Biz yokuz bu işte, var git kendin bak
başının çaresine!" demezler mi?


Ben de onlara dedim: "Gidin gidin beni yalnız bırakın,
Neye hükmetmişse o olur, hükmeden o Allah ki.


Yaşamak dediğiniz nedir bin yıl yaşasa bile
Eninde sonunda insanoğlu o kambur tahta kutuya girmeyecek,
binmeyecek mi?”


Haber geldi: "Peygamber, seni öyle bir cezaya çarpacak ki!"
Siz ne bilirsiniz, hey zavallılar! İşte onun kapısındayım, yüreğimde
sonsuz bağışlanma ümidi.


Ondan özür dilemeye geldim, af istemeğe geldim;
Çünkü O sırrını bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin, O

affedenlerin en affedicisi.


İçi hidayet öğüdü en yüce gerçekler dolu Kur'an’ı
Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.


Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların.
Senin hükmün onlara değil, hakka ayarlı ve ben de bir parça
suçluyum belki.


Ama senin makamındayım şimdi. Fillerin bile titrediği makamda.
Bir makam ki, titrerdi bir fil benim gördüklerimi görse, işitse
işittiklerimi.


Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır:
Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi.


Beni ancak o kurtarabilir burda. Yalnız O. Şimdi söz yalnız Onun.
Ama O "Sen suçlusun, cezanı çekeceksin!" dese önünde eğik bulur

boynumu adaletin heybeti.


En heybetli manzara bu olur benim için. Çünkü Asserde,
İç içe açılan sonsuz aslan yataklarının en içindeki


Muhteşem yurdunda hüküm süren aslanlar başbuğudur O.
Bir arslan ki, erkenden ava çıkar, yavrularının besini insanoğlu,
insan eti.


Bir arslan ki, savaş alanında kendi düşmanı dengi
Bırakmadan çarpışmayı, haram sayar kendine savaşı terk etmeyi.


Heybetinden kısılır sesleri yırtıcı çöl arslanlarının,
Arslanlar arasında bile o dağıtır adaleti.


Parçalandı silâhları ve elbiseleri, kurda kuşa yem oldu
Bu vâdide, kendi gücüne bileğine güvenen nice kişi.


Şüphe yok ki, Peygamber, en keskin bir kılıçtır kılıçlarından Allahın.
Sonsuz bir kurtuluşa, nura ve hidayete alıp götüren bizi.


Ve arkadaşları O'nun, Mekke vâdisinde İslâmı kabul eden
Kureyşin en ileri gelenleri... Cömertlikte ve yiğitlikte hiç birinin
yok dengi.


İlk günler, göçmek gerekliydi, hemen göçtüler, zerre tereddüt etmeden.
Bırakarak yurtlarını, tüten ocaklarını, mal ve mülklerini.


Yerlerinde kalanlar çarpışamıyacak güçte olanlardı.
Onlar da, müdafaasız ve silâhsız, çepçevre küfürle çevrili, bugünü
hazırlamış beklemişlerdi.


Evet, bunlar, başları dimdik gezen yiğit üstü yiğit,
Davud’a mahsus demir gömlektir, zırh diye giydikleri.


Zırhları pırıl pırıl ve upuzun. Çelikten büklümleri öyle ki,
Birbirine geçip kaynaşmış bir ayrıkotunun halkaları gibi.


Mızrakları düşmanı devirse yere, gurur nedir bilmezler,
Yenilirlerse bilmezler nedir umut kesmek, yok ya yenildikleri!


Ak soy develer gibidir gidişleri. Korunmaları da saldırış.
Vurulunca göğüslerinden vurulurlar. Onlar ürkmez, onlardan
ürker dev dalgalı ölüm denizi.

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum