1. YAZARLAR

  2. ŞUAYB MEKEÇ

  3. "Rahman’ın has kulları; tevazu ve vakar sahibidirler!"
ŞUAYB MEKEÇ

ŞUAYB MEKEÇ

Yazarın Tüm Yazıları >

"Rahman’ın has kulları; tevazu ve vakar sahibidirler!"

12 Mart 2022 Cumartesi 11:25A+A-

Furkân Suresi - 63-66

  • وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذٖينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْناً وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَاماً 
  • وَالَّذٖينَ يَبٖيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّداً وَقِيَاماً 
  • وَالَّذٖينَ يَقُولُونَ رَبَّـنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ.اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَاماً
  • اِنَّهَا سَٓاءَتْ مُسْتَقَراًّ وَمُقَاماً 

‘’Rahman’ın has kulları yeryüzünde tevazuyla yürüyen, cahiller onlara laf attığı zaman, “selâm” deyip geçen kullardır. Gecelerini rablerine secde ederek, huzurunda durarak geçirirler. ‘Ey rabbimiz, derler; bizi cehennem azabından uzak tut; çünkü onun azabı bitip tükenme bilmez. O cehennem ne kötü bir yerleşme ve kalma yeridir!’’

O kullar ki rablerinin iltifatına mazhar olmuşlar. Sekinet, vakar, tevazu içinde bir ahlakı ve itidali kişiliklerine mal etmişler. Bunları kimliksel haslete dönüştürmüşler. Kişiliklerinde ittika ile tevazuyu harç eylemişlerdir. Cehalete asla pirim vermezler. Sadece rablerine kulluk edip ve O’nun rızasına uygun bir ahlaki duruşu kendilerine şiar edinmişlerdir.

 Câhiliyeye ve cahillere karşı, onların kabalıkları, çokbilmişlikleri karşısında son derece dikkatlidirler ve vakar sahibidirler.  Kendini beğenmişlik, mağrurluk, müstekbirlik, şımarıklık tuzaklarına düşmezler. Bu vasıfları tepkiden dahi olsa benimsemezler. Sataşmalara selâm diyerek karşılık verirler. Müslümanı küçük gören, onu hiçe sayana karşı mukabele sataşanın yöntemini benimsemek değildir.  Selam diyerek vakar içinde verilen cevapta ahlaki bir incelik gizlidir. Karşı tarafa oradan uzaklaşırken dahi mesaj veren bir ahlaki tutum sergilemek müminin şiarındandır. Müslüman her zaman zikrullah, Allah’ı anmak haleti ruhiyesine, muttaki kulların edebine sahiptir. O Rabbine vereceği hesabın hassasiyeti içindedir.

Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde yumuşak adımlarla, tevazuyla yürürler. Kendini bilmezler onlara sataştıklarında selam der geçerler.

Müminler her zaman sorumluk içinde davranırlar. Her daim hayırlı işler peşindedirler. İbadet bilinci tüm hayatlarını kuşatmıştır. Her zaman ciddi meselelerle iç içedirler. Malayani işler onların meraklarını çekmez. Gereksiz, keyfi, nefisleri azdıran, kibir, riya ve hasede davetiye çıkartan eylemlerin şeytani bir fısıltı olduğunun bilincindedirler. Hayatın her anını muhasebe içinde kurgular, Müslümanca çözüm yollarına odaklanırlar. Yaptıkları hiçbir iş boş ve yararsız değildir. Onların her eyleminin yeryüzünde imtihan olduklarına dair bir değeri ve işleyişi vardır.

Onlar geceleri Rablerine secde ederler ve onun huzurunda kıyamda dururlar. Onlar derler ki; Ey Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak tut, çünkü cehennemin azabı sürekli bir afettir. Orası ne fena bir konut ve ne fena bir barınaktır.

Rahmanın kulları Rablerine secde ederek, O’nun huzurunda ayakta dikilerek gecelerler. Müminlerin muhasebe anları, ibadetle donandıkları anlar, duayla mücehhez anlardır geceler. Bilincin, muvahhid duruşun ve şahidliğin inşa saatleridir geceler. Onlar gerçek mutluluğu keşfetmişlerdir. Onlar Rablerine yönelmekle gerçek saadeti yakalamışlar, ilmen, zihnen, ruhen mutlak hakikati idrak etmişlerdir. Rablerinin huzurunda ayakta dikilirken, secdeye varırken, Rahman’ın arşını temaşa ederlerken; kalpleri takvayla ve ahiretteki hesabın haşyetiyle dolarak şöyle derler: “Ey Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak tut, çünkü cehennemin azabı sürekli bir afettir. Orası ne fena bir konut ve ne fena bir barınaktır.”

Rablerine yalvarırlarken ağızlarından şu kelimeler dökülür; “Çünkü cehennemin azabı sürekli bir felakettir.”

Kulluk her şeyi yaratan rabbimizle kurduğumuz özel ilişkiyle biçimlenen halin adıdır. Kulluk içindeki tüm ibadetler rabbimizin özelindedir, O’nun korumasındadır. Müminin her anı O’nun merhameti ve güvencesi altındadır. Düşkünlük, fakirlik, güçsüzlük, muhacirlik, zenginlik, fakirlik, makam statü farklılıkları bu özel korumayı ayıran faktörler değildir. Rabbe kulluk ilahi bir zırhla ihata edilmiştir. Gerçek liyakat mümin kardeşlerimizi el üstünde tutmaktır. Kardeşlerimize Rabbimizin merhametinin uzanan eli bilinciyle mukabele etmektir.

En'âm Suresi - 52 de şöyle buyurulur;

  • وَلَا تَطْرُدِ الَّذٖينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِيِّ يُرٖيدُونَ وَجْهَهُؕ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمٖينَ  

‘’Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları yanından kovma! Onların hesaplarından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur, yoksa onları yanından uzaklaştırıp da zalimlerden olursun’’

Bir rivayete göre Rasulullah (sav), Abdullah b. Mes‘ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir gibi bazı yoksul ve kimsesiz sahabelerin de bulunduğu bir toplulukla birlikteyken müşriklerin ileri gelenleri kendisiyle görüşmek istediklerini, ancak bunun için yanındaki Müslümanları oradan uzaklaştırması gerektiğini; kölelerle ve yoksullarla bir arada bulunmayı kendilerine yakıştıramadıklarını bildirmişlerdi. Resûlullah “Ben müminleri kovamam” cevabını verince, hiç olmazsa kendileri geldiğinde onların ayakta durmasını istediler. Allah’ın Rasulü (sav) onların belki İslâm’ı kabul edecekleri umuduyla bu teklifi kabul etmeyi düşünürken kendisini ikaz eden bu ayet inmiştir. (Müslim; Sahîh “Fezâilü’s-sahâbe”, 45-46)

“Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur...” cümlesindeki “onlar” Müslümanlardır.  O Müslümanlar rablerinin nezdinde özel bir konuma sahiptirler –ki Allah nezdinde her Müminin konumu aynıdır- anlamında ‘onlar’ vurguyla zikredilmektedirler. Her müminin yapıp ettiklerinin sorumluluğu kendine aittir. Ama mümin kardeşliğinin çemberi her zaman çevremizi kuşatmalıdır. Hiçbir dünyalık heves ve ihtiras onu kısıtlama altına alamaz. Elitist tutumlar, seçkinci-kadrocu projeler, zekâ-bilgi üstünlüğü, statü ayrıcalığı, zenginlik, seçkin aileye sahip olmak gibi dünya süsleri, eğlenceleri bu konuda bir ayrımcılığı asla meşrulaştıramaz. Tevazu ve sadelik müminin temel hasletlerindendir. Ayetin sonunda Rasûlullah’a sorumluluğu hatırlatıldıktan sonra, kâfirlerin, mütekebbir kesimin gözünde değersiz görülseler dahi, iman ve yaşayışlarıyla Allah nezdinde değerli olan bu insanlara karşı küçültücü davranışlarda bulunan kim olursa olsun ‘zalim’ olarak nitelenmiştir. Ayetten sonra Rasulullah (sav) ile yoksul Müslümanlar arasındaki yakınlık o kadar artmıştır ki meclislerde diz dize oturur, onlarla bir aradayken incitici olmasın diye daima onların kalkmasını beklemiştir (Zemahşerî, II, 16).

“Rabbinizin bağışına, takvâ sahipleri için hazırlamış olduğu, genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun. O takvâ sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah rızâsı için mallarını harcarlar; öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah da böyle güzel davranışta bulunanları sever” (Âli İmrân  133-134)

 “Sakın sana iftira edene öfke ve intikam duygusuyla karşılık verme. Hilim ve vakar içinde güzel cevap ver. Hiç şüphen olmasın ki üstünlük ve kuvvet daima halîm olanındır” (İbnü’l-Mukaffa, el-Edebü’l-kebîr, s. 45-46).

Müminler arasında merhamet ve vakar, İslam düşmanı ve inkârcı kesimlere karşı da ölçülü ve ilkeli bir duruşa sahip olmak

 ‘’Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah’ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların, Tevrat’taki vasıfları ve İncil’deki vasıfları da şöyledir: Filizini çıkarmış onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir’’(Fetih / 29)

Rasulullah (sav)’i önder bilen Müslüman;  ahlakı, sevgiyi, nefreti kendi nefsine göre değil Allah Teâlâ ve Rasulünün rızası ve İslam istikameti üzerine düzenler.  Bu Müslümanların imanlarının gereğidir. Onlar, İslâm’a ve Rasulullah’a düşman olanlara karşı gerektiğinde sert ve ilkeli bir duruş sergilerken kendi aralarında şefkat ve merhamet içindedirler.

Kur’an-ı Mübin’in öngördüğü kardeşlik karesidir zikredilenler. Toplumdaki insanlarla ilişkilerde hangi ahlaka sahip olunacağının ölçüleridir; “Kâfirlere karşı çetin kendi aralarında merhametlidirler”

“Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün.”

Onların kalpleri, duyguları imanın, takvanın coşkusuyla doludur. “Allah’tan lütuf ve rıza isterler.” Yüzlerinde, hallerinde ve simalarında ibadetin ve Allah’a yönelmenin izlerini taşırlar. “Yüzlerinde secde izlerinin nişanları vardır”. “Onların Tevrat’taki vasıfları budur”. Bundan sonra arka arkaya gelen aktarımlar onları tıpkı İncil’deki aynı anlamı kuvvetlendiren tanımlamayla gözlerimizin önüne sermektedir. “Filizini yarıp çıkaran”… “Onu kuvvetlendiren”… “Ve kalınlaşan”… “Gövdesi üzerine dikilen”… “Çiftçilerin hoşuna giden ekin gibi.” Bu örnekler rablerinin çağrısına kulak veren müminleri tanımlar, onları över ve onları tüm ümmete modelleştirir. Bir de bu anlatımlar ellerindeki kitabın aydınlığından, vahyin inanç sisteminden, adaletten, Rablerinin yasalarını koyduğu şeriattan ve ahlaktan uzaklaşanlara da mesajlar verir.  Ve tamamen inkâr yolunu seçenlere, İslam düşmanlığı üzerine plan yapanlara dönük muazzam uyarılardır. O kullar rablerinin koruması, merhameti ve gelecek müjdesi altındadırlar. Sabır gayret ve irade bütünlüğü içinde hedeflerine doğru rablerinin izniyle ilerlemektedirler. Ne mutlu; inanç, amel, düşünce ve ahlaklarıyla gerçek mümin olmak azmi taşıyanlara!

‘’Ekin örneğinin seçilmesi ne kadar mükemmel.  Çiftçiler, ekinin yetişeni ile solgun olanını, verimlisiyle verimsizini bilirler. Bu işte aşamaları, seviyeyi ve ilgiyi ekini eken çiftçi en iyi bilir. “Ki bu çiftçilerin hoşuna da gider”. Buradaki çiftçi güçlü, verimli ve imrendirici ekinin sahibi olan Rasulullah (sav) dir. Onun irtihalinden sonra bu mirası taşıyan onun takipçileridir. Bu yolun sadakat sahibi vefalı davetçileridir. Salih geleneğin taşıyıcılarıdır.  Umutlarını, çabalarını, ümmeti yeniden yeşertmek için çabalayan;  vahyin aydınlığıyla dünyaya saadet getirecek hayatlar bina etmeye yönelmiş mümin muttaki ıslah erleridir’’ (Fizilalil Kuran, Fetih - 29 tefsiri)

Kibrin yıkıcı tesiri

Bu görevde sadakatten uzaklaşan, kararlılık ve azimden kopan veya çözülen, İslam’ın meselelerine, ümmetin dertlerine arkasını dönen, Müslüman kardeşine karşı tevazu ve sevgi yerine şeytani bir dürtüyle kalbi katılaşan ve kardeşlerine karşı kibir hastalığına tutulan Müslümandaki kibir, tekebbür ne kadar da yaralayıcıdır. Ondaki ne etkili bir şerdir; yayılan bedbaht bir haslettir. Kibrin İslam düşmanı bir insanda tezahür etmesi normaldir. Tercih ettiği hayat tarzı imandan ve takvadan değil maddiyat ve bencillikten, büyüklenmeden beslenir. O bu yönüyle de övünür. Statü onun için önemlidir. Dünya mevkileri ve kazançları ona çok değerlidir. Ama müktesebatı dünyalıklarla ve dünya yaşamıyla sınırlı kalacaktır. Fakat Müslümanın ahlakı ve yaşam biçiminde bu özelliklere yer yoktur. Müslümanda her zaman hesap bilinci vardır. Takvanın hakkını vererek bir karakter inşa etme kaygısı vardır. O diğerkâmdır. Paylaşımı infakı önemser. Selam vermek onun sadakasıdır. Mümin kardeşine sevgi göstermesi onun dertleriyle dertlenmesi onun imanının bir gereğidir.

Rasulullah (s.a.s) bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Kim Allah için huşusundan dolayı tevazu gösterirse, Allah onu kıyamet gününde yüceltir. Her kim kibrinden dolayı böbürlenirse Allah da onu kıyamet gününde alçaltır.”(İbn Hanbel, III, 76.)

Kibre düşen bir insan güzelliklerini kaybeder. Kardeşliği daraltır. Bir dönem paylaştığı hasletleri, güzel ince davranışlarıyla mücehhez kişiliği ve sadaka saydığı letafeti yok olmaya başlar. Allah korusun mümin kardeşlerinden uzaklaşmak, dar ve elit bir çevreye müptela olmak kişiyi müminin tevazusundan, güzelliğinden uzaklaştırmaya başlar. Müstağnilik imanı azaltır. Kalbi karartır. Gaddarlığı davet eder. Müminlerin işleriyle ilgilenme isteğini yok eder. Kalbi İslam işlerinden uzaklaştırmaya başlar.

Kibrin hâlleri çoktur, ondan kurtulmanın yolu ise tektir: Kur’an’a ve Rasulullah (s.a.v.)'in örnekliğine sarılmaktır.

Allah Rasûlü, bir kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında ashâbına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashâbından biri; “Yâ Rasûlallâh, onu ben keseyim.” dedi. Başka biri; “Yâ Rasûlallâh, yüzmesi benim vazifem olsun.” dedi. Bir diğeri; “Ey Allah’ın Rasulü, pişirmesi de bana ait olsun.” dedi. Rasuli Ekrem:“O hâlde odunu toplamak da bana ait olsun.” buyurdu. Sahabeler; “Yâ Rasûlallâh! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok.” dedilerse de Allah’ın Nebisi (sav): “Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu. (Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385)

Rasûlullah (sav) devlet başkanlığı, ordu kumandanlığı, insanların önderi gibi pâyeleri temsil ettiği halde benzersiz bir tevâzû ve sade yaşam örnekliği sergilemiştir. Bu azim ve gayretleri, Allah Teâlâ’nın inayeti ve istikametiyle buluşunca kendisine büyük fetihler lütfedilmiştir. Ümmetiyle insanlığı bahtiyar eyleyecek bir medeniyetin temellerini atmak lütfuna ermiştir.  Tüm bunlar Rasulullah’ın (sav) tevâzusunu en küçük bir şekilde zedelememiştir. Allah Rasulu’nun fetihten sonra Mekke-i Mükerreme’ye girişi en büyük tevâzû örneklerindendir. Sahabe bu hâli şöyle tasvir ederler:

“Rasûlullah, Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnada devamlı olarak: ‘’Ey Allahım! Hayat ancak ahiret hayâtıdır’’ diyordu (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk,1)

Allah’ın elçisi sav, bunca zaferlere rağmen insanlara karşı mütevâzî davranmaktan hiçbir zaman geri durmadı. Bir gün Rasûlullah, Muhâcirler ve Ensâr’dan bâzılarıyla birlikte Muâz bin Cebel’ (r.a.) Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muâz (r.a.) binek üzerinde gidiyor, Allah Resûlü ise onun yanında yaya olarak yürüyor ve bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Muâz (r.a.): “Yâ Rasûlallâh! Ben binitliyim, Siz ise yayasınız! Ben de inip Siz’inle ve ashâbınızla birlikte yürüsem olmaz mı?” diye mahcûbiyetini dile getirdi.

Onu teskîn eden Rasulullah, kendisini meşgul eden esas düşüncenin ne olduğunu şöyle ifâde buyurdu: ‘’Ey Muâz! Ben bu adımlarımın Allah yolunda atılan adımlar olmasını ümid ediyorum ve Allah’tan bunların karşılığında bana ecir lûtfetmesini istiyorum!”  “Ey Muâz! Bugünden sonra seninle tekrar görüşebilecek olsaydık sana olan tavsiyelerimi kısa tutardım ama seninle Kıyâmet Günü’ne kadar bir daha görüşemeyeceğiz!” (Diyârbekrî, II, 142)

Hasan Basri’ye şu tespitler isnat edilir: “Müslüman'ın başlıca alametleri şunlardır. Dininde güçlü, kararlı ve yumuşak, imanı sağlam, bilgili ve halim, zeki ve merhametli, hem haklı hem bağışlayıcı, hem zengin hem tutumlu, hasta olduğunda tahammüllü, güçlü ve iyiliksever, arkadaşlık ve dostluğun sıkıntılarına katlanır, zorluklara sabreder, öfkesine mağlup olmaz, gurur ve kibre kapılmaz, ihtiraslarına yenilmez, midesi tarafından şerefsizlik yapmaz, hırsı yüzünden küçülmez, basit hedeflerle yetinmez, mazluma yardım eder, zayıfa acır, cimrilik yapmaz, israf etmez, kendisine kötülük edeni bağışlar, cahili hoş görür, nefsi sıkıntıda olsa da herkes kendisinden yararlanır.”(Gazzâlî, İhyâ, III, 166, İlmihal 11, 498-501 )

Rasulullah sav; “Yücelik ve ululuğun Allah'ın şanına lâyık sıfatlar olduğunu, bu sıfatların bir tanesinde bile Allah'a ortak olmak isteyenlerin azaba uğratılacağını” bildirmiştir. (Müslim, Birr, 38)

Dünya hayatı geçicidir. Ahireti unutan kişi dünyaya sarılır. Makam mevki dünyalık itibarlar artık onun hayatının tezyini haline gelir. Müslümanların dertleri dert olmaktan çıkar, külfete dönüşür.

Müslümanların mücadeleci bir hat üzerinde iman ve ahlak bina etmeleri şarttır. Bu düşünce ve eylemi tevhid zemininde inşa etmekle mümkün olabilir. Bunun bir kıvama sahip olması için sürekliliğe ihtiyacı vardır. Kaldı ki Müslüman olmak ve Müslüman kalmak da bu sürekliliği gerektirmektedir.

Yeryüzünde niçin varız, nelerden sorumluyuz, hangi iman ve eylem çabalarımızla bir kimlik inşa edebiliriz. Dünyayı İslam’la tanıştırmak görevi üzerimize hangi sorumluluklar yüklemektedir. Öncülerimiz Allah’ın Rasullerinin örnekliklerinden çıkaracağımız dersler nelerdir. Son Nebi Rasulullah (sav)’ın önderliği ve sahabesinin örnekliği bize nasıl bir hayat modeli sunmaktadır. Bu gün Müslüman muslihler olmak görevimizi hayata tatbik ederken, İslami bir uyanışı harekete geçirmek ve belli bir seviyeye çıkarmak, İslami oluşumlarımızı geliştirmek konusunda diğer Müslüman kardeşimizle geliştireceğimiz projelerde sahip olacağımız ahlaki meziyetler nelerdir konuları bizleri tevazu, yumuşak davranışlar ve İslam düşmanlarına karşı ölçülü ilkeli bir tedbirlilik ve davranışlar içerisinde olmamızı gerekmektedir. Bu imani bir görevdir.

"Nefsini arındıran (tezkiye eden) felaha erer. Nefsini günah ve masiyetle kirleten ise ziyana uğrar." (Şems 9-10)

Ömer (ra) isnad edilen şu sözler ne kadar da vecizdir: “Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz, amelleriniz mizan da tartılmadan önce siz onları mizan da tartınız. Allah’a arz olunacağınız büyük hesap günü kendinizi Salih amellerinizle süsleyiniz. Şüphesiz kendilerini dünya da hesaba çekenler için ahret hesabı kolay olacaktır.”

Rasulullah (sav)’in şu dua cümleleriyle bitirelim;

’Allah'ım, bizi açık ve gizli bütün günahlardan koru! Allah’ım, ürpermeyen kalpten ve doymayan nefisten sana sığınırım. Allah’ım, bizi dostlarınla dost, düşmanlarınla düşman olanlardan eyle!’’ (Taberani, Tirmizi]

YAZIYA YORUM KAT

4 Yorum