1. YAZARLAR

  2. Tuncay Alkan

  3. Yozlaşmış bilinçler

Yozlaşmış bilinçler

Kasım 1992A+A-

Ekim 1991'de Metis Yayınları arasından çıkan ve o günden bu yana bazı kesimlerde sürekli gündem oluşturan, özellikle de biz müslümanları ilgilendirdiği için daha fazla önem arz etmeye başlayan Yaralı Bilinç kitabı hakkında bir kaç söz etmek istiyoruz.

Şunu hemen belirtelim ki, bizi daha ziyade ilgilendiren kitabın İslam'a saldırıları değil, Kur'ani ölçüleri ve tevhidi kimliği henüz yeterince oluşmamış bazı müslümanların bu kitaptaki yaklaşımlardan etkilenmeleridir. Amaçları entellektüel bir çevre oluşturmak olanlar, modernist anlayışı bir nimet sananlar, İslami hareket mensuplarının samimi, kaygılı, devrimci çabalarına medeni (!) gözlükle bakanlar için kitap güzeldir, zengindir, çok bilgi vermektedir. Ama insaflı bir okuyucu, kitabın, akademik bir araştırmadan ziyade, taraflı ve ikiyüzlü bir yaklaşım sergilediğini hemen fark edecektir.

"Biz periferi (çevre) insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık bizi zenginleştirebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı iki yanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğine ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmektedir."

7. sayfanın 2. paragrafından alıntıladığımız bu cümleleri, yazar, kitabının ilerleyen sayfalarında unutmuşa benziyor. Çünkü, bırakın bu iki farklı bilgi bloklarını karşılaştırmak, Kur'ani İslam'ı görmezlikten gelerek atalar dinini gerçek dinmiş gibi gösterip Batı modernizminin ilahlığını savunmaktadır.

Tıpkı günümüz Türkiye'sinde yetiştirilen yerli oryantalistler (Nilüfer Göle, Nilüfer Narlı vd.) gibi kitabın yazarı Daryush Shayegan da, Fransa'da lüks içinde yaşayan, Avrupa'nın nimetlerine angaje olarak araştırmalar yapan, Orta Doğu hakkında bilgi veren İranlı bir devrimzededir. Bu tip şahsiyetlere şaşmamak elde değil. Hem özgürlük yanlısıdırlar, hem de kölelik statülerini göremezler. Shayegan'da tıpkı diğer mürted yoldaşları gibi (mesela, Salman Rüşdi) İslam'a saldırdıkları sürece Avrupalı mürebbilerinin yanında itibar kazanırlar.

Yaralı Bilinç dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, "Çatlama" adı altında Aralık 86'da Fransa'da yayınlanan bir makaledir.

Yazar, dünya müslümanlarının modernizme ayak uyduramadıkları için gelişemediklerini ve Batı'ya reaksiyoner davranmanın faturasını ağır ödediklerini iddia etmektedir. Daha da ileri giderek, Jacques Berque'den şu alıntıyı yapmaktadır: "Her bir sözcüğünün sonu Tanrı'ya varan Arap dili gerçeği kavramak için değil, örtmek için doğmuştur." (s. 11). Shayegan'a şunu sormak gerek: Özelde Araplar, genelde tüm İslam ümmeti, Batı'dan daha gelişmiş durumdayken, müslümanlar Fransızca mı, İngilizce mi, yoksa başka bir Batı dilini mi konuşuyorlardı?

Shayegan'ın düştüğü yanlış, günümüzü değerlendirirken tarihi süreci görememesi ya da görmek istemeyişidir. Şöyle ki Batı, bugünkü teknolojik gücüne birden ulaşmadı. Daha önce gelinen bir sürecin doğal sonucudur bu. Rabbimizin koyduğu sünnetullahtır: Bir uygarlık çöker, başka bir uygarlık başlar. Bir gün Batı'da, Batı modernizmi de iflas edecektir. Bu akibeti Batı modernizmi içinde üretilen postmodernist yaklaşımlar da kurtaramayacaktır. Bu eşyanın tabiatıdır.

Somut bir örnek verelim: Edison ampulü buldu. Bunu tarihi sürecinden kopararak düşünürsek Edison ampulü birden buldu olur ki, bu çok mantıksızdır, ama cebiri kullanmaya başlayan/bulan müslümanı görürsek şunu demek zorundayız: Cebir disiplini teknolojik çalışanların ifade dili haline gelmeseydi ampul bulunamazdı! Öyleyse tarihi kesik kesik algılamayı bırakırsak, Batı'nın ilahlık taslamasının ne kadar gülünç olduğunu görürüz.

Diğer yandan, müslümanların sömürüldüğünü vurgulayan yazar, zahmet edip de(!) neden söndürülüyorlar diye sormuyor. Emperyalistlerin insanları acımasızca sömürmesinden güç aldığını görmezlikten geliyor ve Batı modernizmini sevimli göstermeye çalışıyor.

Gelenek dilini Kur'an İslam'ı imiş gibi gösterip eleştirmekten kaçınmayan Shayegan, "mehdi anlayışını" anlatıp, "işte müslümanlar bu" demeye getiriyor. Ve müslümanların bir büyü bozumu yaşamaları gerektiğini savunuyor. Yazar sahih bir İslam anlayışını bilme ve konusunda bu çerçevede eleştiriler sunma bakımından oldukça yetersiz ve cahildir.

Şunu belirtmemizde yarar olacağını sanıyoruz: Yazarın iddiasının aksine, islam entegrist değildir (s. 31). islam Rabbimiz tarafından bize gönderilen bir bildirimdir. Hiç bir ideolojiyle bağdaşmaz ve doğrularının hayata hakim kılınmasında başka düşüncelere ihtiyacı yoktur, islam şuraya dayalı bir yönetim biçimi önerir, ama demokratik değildir; özel mülkiyet hakkı verir, ama kapitalist değildir; emirler çizelgesi vardır, ama faşist değildir; gelişmeye açıktır, ama modernist değildir. Maalesef yazar, bir türlü İslam'ı tek başına bir ideoloji, tek başına bir doktrin olarak düşünemiyor. Sanki İslam ümmeti, Batı'ya zorunluymuş gibi kurtuluşu hep Batı medeniyetinde, Batı modernizminde aramaktadır. Bu bir Batı kompleksidir, Batı saplantısıdır.

Müslüman, sisteme, Batı'ya rağmen İslam'ı hakim kılmanın mücadelesini vermektedir. Biz modernist olarak İslamcı olamayız. Ama şunu da karıştırmamak ve unutmamak gerek: Müslüman, Batı'nın ürettiği bir eşyayı kullanarak modernist olmaz. Ancak tüketim kölesi haline getirildiğinde, konformist bir anlayışa yöneldiğinde, hayatı veya dini vahyi ölçülerin belirleyiciliğinde değil de, Batılı değerlerin etkisinde değerlendirmeye başladığında modernist ve sekülerist olur. Bu konformizme yönelimini ve tüketim kölesi olup olmadığını da belirleyecek olan islami hareketinde/yaşantısında ortaya koyduğu samimi ve toplumcu pratikleri olacaktır.

İkinci bölümde yazar agnostik (bugünlerdeki moda fikir akımı: bilinemezcilik, agnostizm) takılmaya çalışıyor: "Gerçek hep başka yerdedir; gerçek bile değildir. Çünkü gerçeklik diye bir şey olduğunu farz etsek bile katıksız ve basit bir yanılsamadır." (s. 41). Bu bölümde de, diğerlerinde olduğu gibi demagoji yaparak, biraz da gizemli cümleler kullanarak kitabın akademik ağırlığını güçlendirmeye çalışıyor.

D. Shayegan, Batı'ya başkaldıran Cemaleddin Afgani, Ali Şeriati gibi şahsiyetlerin bu eylemlerini Batı'ya ulaşmak için yaptıklarını iddia ediyor ve ne kadar bilge(!) olduğunu ispatlıyor. Güya Afgani, Fransız Ernest Renan'a verdiği cevapta bilimi kullanmış. Bu konuda Afgani'nin cevabı ve bakış açısı tahrifata uğratılan bu tartışmalı mektupta değil; İslam dünyasındaki modernist gelişmelere ve Seyyid Ahmed Han'a karşı yazdığı Maddeciliğe Reddiye kitabında, Urvetu'l-Vuska külliyatında ve onun ortaya koyduğu aksiyonda aranmalıdır. Gerçekleştirilen komplolar ve yapılan ithamlar emperyalistlerin ve fasıkların birer oyunudur. O muvahhid insanlar, çağı İslam'a yorumlatma çabası vermişler, insanları tek ümmet, tek yumruk yapmaya girişmişler ve temel kaynağımız olan Kur'an'a yöneltmişlerdir. Günümüzdeki birtakım modernistler gibi İslam'ı çağa yorumlatarak çarpıtmamışlardır.

Üçüncü bölümde, Shayegan, yine Batı'yı temel alarak müslümanların fikri geç kalmışlığından, iki paradigma (model) arasında yani modernizm ve gelenek arasında sıkıştığından (s. 66) bahsetmekte ve 74. sayfada şunları söylemekte: "Bugün Batı ile üçüncü dünya arasındaki karşıtlaşmayı oluşturan paradigma çatışmasında benim gördüğüm kadarıyla, en yetenekli olanın var kalacağı bu Darwin'vari mücadele sonucunda, şu sıralar dinin ve kutsallığın gözle görülür bir geri dönüşüne tanık olsak da, üstün gelecek olanın modernlik olduğunu göz önünde bulundurmak zorunludur."

Batı modernizminin ilahlığını kayıtsız şartsız kabul eden yazar, üstü kapalı da olsa, din hakim olamaz, olsa bile modern olur diyor. Evet islam hakim olduğunda kendi teknolojisini üretecek/yaratacaktır ve bu üretim/gelişim yaşanan süreçten farklı olmayacaktır, ama İslam hiç bir zaman mutlu bir azınlık dünyası oluşumuna izin vermeyecek ve bilimi top­lumların üzerine acımadan atom bombası, nükleer bomba atan bir canavar haline getirmeyecektir. Çünkü bir insanı öldürmek tüm insanları öldürmek gibidir.

Ve şu hususa da oldukça dikkat edilmelidir. Gerek geleneksel yozlaşma ile ve gerekse modernist yozlaşma ile ifsad olanları Kur'ani ölçüler doğrultusunda ıslah etmeye, bozulan dünya düzenini yeniden imar etmeye çalışan ıslahatçı/tevhidi mücadele çizgisini yok saymak ve bu çizginin mensuplarına kara çalmak; gelenekçi veya modernist her iki akımın mensuplarınca da yaşatılan kötü bir ahlak olarak devam etmektedir. Tüm dünya insanları Batıya muhtaçtır sendromuna kapılan Shayegan, bakın ne diyor: "Batı ile özdeşleşmek bir tercihin sonucu olmayıp bir içe çekilmenin sonucu olduğu için, 'bilinç dışı Batılılaşma' olarak kendini göstermektedir. Dinsel kimliğimizde ısrar etmek ve dünyayı 'İslamileştirmek' dahi, bizi bir tür "tersten Batılılaşmaya" götürmektedir." (s. 87)

Yukarıda da görüleceği üzere hiç bir sosyolojik realite taşımayan bu iddia, değişime, dönüşüme inanmış bir insan topluluğun ne yapacağından da tabii ki habersiz olacaktır. Rad Suresi 11. ayette dendiği üzere "Bir millet kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez." Bu doğruları görememesi beraberinde 1979 İran İslam Devrimi'ne karşı gelmesine, devrimi anlayamamasına, anlasa bile "modernizm"e secde etmediği için "geri"likle suçlamasına neden olmaktadır, (s. 123-124)

Yazar, geleneksel toplumlardaki bilinçsiz kültürel gelişimin başkaldırıya dönüştüğünde bir müslümanın kapitalistleşme sürecinin anaforuna nasıl kapıldığını şöyle anlatıyor: "Batı'nın karşısına dikileyim derken kendisi Batılılaşmakta, dünyayı manevileştireyim derken kendisi kutsallıktan uzaklaşmakta ve tarihi reddedeyim derken bütünüyle tarihe gömülmektedir." (s. 87).

Bu değerlendirme İslami duyarlılıklarına rağmen Kur'ani ölçüleri tam netleşmemiş insanların akibetini aydınlatmaktadır. Ancak bu, geleneksel olumsuzluklardan kurtulamayan kişiler için olduğu kadar modernizmin büyüsüne kapılarak onu kutsayanlar için de geçerli olan bir sosyal realitedir.

Dördüncü ve son bölümde, dört insan tipolojisinden bahsedilmekte ve bunların toplumdaki statüleri ve fonksiyonları irdelenmektedir. Bunlar: Entellektüeller, ideologlar, teknotratlar ve Tanrı stratejistleri.

"İslam dünyasındaki entelijansiyanın büyük bir bölümünün çarpıklıklar alanında yüzdüğünü öncelikle belirtelim..."

"Toplumun 'mutsuz bilincini' temsil eden epistemolojik statüsü eleştiri olup ayrı bir grup oluşturan entellektüeller, bizim ülkelerde henüz görülmemiştir..."

"En çok rağbet edilen/gören entellektüeller iktidara muhalif olup, eylemleri her şeyden önce siyasi olanlardır..."

Shayegan kitabının 134. sayfasında entellektüel kavramına getirdiği/yüklediği/yorumladığı söylemler üç aşağı beş yukarı bizim de katıldığımız şeyler. Gerçekten de İslam dünyasındaki entelijansiya toplumun sorunlarını çözmekten çok, topluma yeni sorunlar üretirler. Zengin bir bilgi birikimine sahiptirler, ama bilgilerini topluma sunup sosyalleştiremezler. Bunun ne­deni ise Kur'an'ı sosyal hayata indirememeleridir.

Diğer yandan iktidara muhalif entellektüel, sistem için zararlı değildir. Çünkü bir düşünce eyleme geçmediği sürece zararsızdır ve kabul görür, hatta sistem tarafından desteklenir. Çünkü sistemin ufkunu açar.

İdeologlara gelince, yazara göre bunlar aktiftirler ve radikallerin kampına kayabilirler, biraz militandırlar (s. 157).

İdeolog toplumcu olmak zorundadır, çünkü ferdileşmemesi için bu gereklidir. O, hayata ve insanlara entellektüelin baktığı gibi bakmaz. Çevresinde bilinçli bireyler çoğaldıkça yönlenebilir, kaygılıdır...

"Teknokrat, üretimin hizmetine sokularak, alçaltılmış aklı, yani içerikleri boşaltılmış kavramların basit biçimsel kılıflar haline geldiği araçsallaştırılmış bir aklı temsil etmektedir." diyor Shayegan, 163. sayfada.

Yani teknokratın bir ideolojisi yoktur. O, yaşadığı andaki iktidarın adamıdır. Onun için tek şey vardır: Üretmek, gelişmek.

"Dünyada hüküm süren laiklik tarafından etkisizleştirildiği, hiç değilse evcilleştirildiği sanılan din adamları kastının siyasal olarak hortlaması" diye adlandırıyor yazar Tanrı Stratejisi Uzmanlarını 172. sayfada.

Evet, günümüz laik-modern dünyasında emperyalist sömürülerinin devam edebilmesi için en çok gereksinim duydukları sınıftır bu din adamları. Tarihtede bunlar hep olagelmiştir. Ve şu üçlü hiç bir zaman birbirinden ayrılmamıştır: Firavun, Karun, Samiri.

Tüm bu değerlendirme ve eleştirilerimizden sonra özet olarak şunu söylemek istiyoruz: Bilinçli müslümanlar olarak bizler, Batı'ya ve Batı'nın dayattığı tüm değerlerin karşısındayız. Bizler ileriye dönük ütopik düşünceler yerine, bulunduğu zamanı ve konumu değerlendirip, küfre ve sisteme karşı İslam'ı hakim kılma savaşı verip gelecek kuşaklara onurlu bir İslami çevre bırakacağız. Kendi bahçemizin güllerini kendimiz yetiştireceğiz ve İslami hareket engellenemeyecektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR