1. YAZARLAR

  2. Ahmet Mayalı

  3. Yaşamak, Celladına İkna Olmamaktır

Yaşamak, Celladına İkna Olmamaktır

Ekim 1998A+A-

Bozkırın ortasında bir Anadolu kentinin taze sabahına uyanan "alışılmış" insanlar, işlerine güçlerine koşturuyorlardı. Eylül güneşinin ışılan ışığı, kentin en büyük caddesinden daracık sokaklara taşarken, sabah koşturmacasına katılmayanlar da vardı.

Geceden artakalan genç adamlar, büyük cadde üzerindeki eski binanın en üst kalındaki iki odalı büroda, kaynayan üçüncü demliğin buharıyla tütsüleniyorlardı.

***

"Kolay bir mesele değil Haluk. Kelimelere yükleyiverdiğimiz anlamlar gibi, kestirmeden felsefesini yapıp kenara koyacağımız türden bir konu değil bu".

- "İyi güzel de, kelimelere yüklediğimiz anlamlar hakkında neden haksızlık ediyorsun. Onlar en hafifinden bir birikmişliğin dışavurumlarıdır. Kestirmeden bir iş yaptığımızı düşünüyorsan, çok daha fazla haksızlık ediyorsun derim".

- "Bunları kastetmediğimi biliyorsun; bu konuda konuşurken, daktilo tuşuna dokunurcasına dökülmemeli sözcüklerimiz diyorum. Tartmalıyız; yontmalıyız; elemeli, öyle söylemeliyiz".

Konunun fazla dağıldığına inanan Hakan, üzerinde tartıştıkları metne geri dönmeyi teklif ederek, "Her ikiniz de haksız değilsiniz aslında. Ama ne yapacağımıza dair bir karara varamaz-sak, hepimiz haksız olacağız" dedi.

- "Haklısın" diye karşılık verdi Sabri...

Haluk da başıyla tasdik etli ve gerilen ortamı yumuşatmak isteğiyle, "Çayın yanına birşeyler alayım. Ne yersiniz?" diye sorarak yerinden kalktı. Öbür odaya geçtiğinde, Niyazi ve Atılgan'ın sandalye üzerinde kıvrılarak uyumaya çalıştıklarını görünce, içini anlam veremediği bir sevinç kaplamıştı.

Sekiz aydır çıkarmayı başardıkları edebiyat dergisinin dokuzuncu sayısını tartışmışlardı bütün gece boyunca. Aslında derginin tümüne girememişlerdi. Tek bir metin üzerine yoğunlaşmıştı ilgiler ve büronun solgun perdelerine vuran sabahın ilk ışıkları da yeterli olamamıştı "karar" cümleleri kurmaya.

Derginin dördüncü ve altıncı sayılarında yayınlanmak üzere iki küçük şiir getiren ve bu vesileyle tanışmış oldukları Orhan Sönmez'in kaleme aldığı öyküydü, tartıştıkları metin. Kendilerinden yaşça büyük olan Orhan Sönmez'in ilk şiirini yayınlamışlar, ikincisi üzerinde mutabık olamadıkları için, düzeltmek ve geliştirmek üzere kendisine geri iade etmişlerdi. Orhan, -şimdiye kadar rastlanmadık şekilde- iade olayına oldukça sevinmiş; bunu bir tür kaale alınma olarak değerlendirmiş, yazdıklarının kalitesi dışında (darıltmama, soğutmama gibi) bir takım sebeplerle, kendilerini şiiri yayınlamak zorunda hissetmemelerinden ötürü onlara teşekkür bile etmişti. Nitekim yedinci sayıda, "Şehinşahlardan Artakalan Kahkahalar" isimli şiiri, derginin beşinci sayfasının en üstünde yerini almıştı.

Orhan Sönmez'in üç demlik devirten öyküsü, teknik unsurları ve anlatımı ötesinde, ülkedeki darbe süreciyle birlikte yaşanan gelişmelerin önemli bir boyutunu, başörtüsü zulmünü yansıtması itibariyle tartışılmayı hak etmişti. Belki bu meseleyi, farklı cephelerden defalarca konuşmuş olmalarına rağmen, Niyazi'nin bir-iki denemesi hariç tutulursa, dergide "adamakıllıca" işleyememişlerdi. Bürodaki beş kişi açısından, başörtüsü mücadelesinin dergiye yansıtılmasında, genel hatlarıyla bir beis görülmüyordu. Bazı nüanslarla birlikte, edebiyatın mücadeleye katması gereken değerler bulunacağı, aynı şekilde mücadelenin de edebi üretimi besleyeceği konusunda hemfikirdiler. Bu nüansların bir ucunda Hakan, diğerinde ise Niyazi bulunuyordu.

Hakan, ne denli hayati de olsa, siyasal konuların belli rezervlerle dergide yer alması gerekliğini savunurken; Niyazi siyasal konulara, (hatta) siyasal dili kullanarak yer verilmesinden yanaydı.

Haluk, bir elinde sıcacık simitlerin buharlaştırdığı poşet, diğer elinde kişi başına 40 gram düşecek kadar kaşar peynirle bürodan içeri girdiğinde, Atılgan, iyi kurulanmamış yüzü ve kalkar kalkmaz yaktığı sigarasıyla odaya sabah mahmurluğunun yanında, kesif bir duman yaymaktaydı. Niyazi, yarı yarıya açılmış solgun perdenin ucuyla gözünü güneşten sakınarak, caddedeki sabah telaşını seyrediyordu. Hakan ve Sabrı ise yeni kalkanların nöbetini devralmamak için yoğun bir çaba sarfederek, iki gün öncesinin gazeteleri üzerinde beraberce turlamaktaydılar,

Haluk, gür sesiyle:

- "Susamlı kebaplarımız, hazır arkadaşlar! Fransız usulü gerdirilmiş peynirimizle birlikte, bir doğu-batı sentezi yiyeceğiz. Şimdiden afiyet olsun" diyerek, elindekileri sehpanın üzerine bıraktı.

Pencere kenarından hafifçe geri çekilerek Haluk'un ellerine bakan Niyazi, "iyi sabahlar"dan sonra, günün ilk cümlesini kurdu:

- "Sakın 'gazete almadım' deme!"

Atılgan sigarasını söndürürken, yanıtladı: -"Peynirin hacmine bakılırsa, variyeti yetmemiş".

Kısa bir sessizlikten sonra Haluk, en iyi becerdiği aldırışsız tavrını takınarak cevap verdi: -"Gazete, bir variyet sorunu değildir. Aslında adına 'sıradan halk' denilen kitleler olayı bu şekilde ele aldıkları için, gazeteciler değil holding patronları gazete kurmuşlardır. Peynire gelince, bu tür peynirler insanın midesinde genişlemekle; 40 gram, mide salgısıyla birleşince 240 grama çıkmaktadır. O yüzden 'az yiyip çok doymak', hazım problemi açısından da vazgeçilmez bir formüldür".

Sabri, mutfak olarak da kullanılan tuvaletin yanındaki lavaboda, bardakları yıkamaya koyulmuştu. Sabaha doğru gerginleşmeye yüz tutan tartışmalarının. Haluk'la aralarında bir soğukluğa yol açmasını önlemek amacıyla iyi bir fırsat yakaladığını düşünerek: - "Katılıyorum. Ne demiş şair: 'Az yiyip çokça doydum / Gökyüzü kadar sonsuz bir açlıktı benliğim / Doyunca kentlimi yerde buldum".

Haluk, gecikmedi: - "İmza: Sabri Tektaş".

- "Hayır, bu şiirinde müstear kullanacak: Göksel Doygun". Atılgan, iyi bir espri olduğunu düşünmesine rağmen, odadakilerden ses gelmeyince konuşmasını sürdürdü: - "Sigara içen insanları, hele de bırakmak için gayret gösterenleri dışlamamak lazım arkadaşlar. Bir espri yaptıkları zaman nezaketen de olsa gülmek; olmuyorsa, gülümsemek; o da mümkün değilse boğazdan gelen bir 'hıhı' sesi çıkarmak, onları hayata yeniden bağlayacaktır".

- "Bunu kaydet Niyazi. Sigara içenlerin hayattan kopuk olduğunun bir sigara içer tarafından itirafıdır bu cümleler. Tarihe geçiniz lütfen!".

Atılgan, Hakan'ın takılmasını cevapsız bırakmadı:

- "Evet beyler, tarihe geçişler sağ taraftan... Sırayı bozmayalım lütfen..."

***

Bu karşılıklı takılmalar, kahvaltı boyunca devam elti. Suskun kalmayı yeğleyen Sabri, soğumaya yüz tutmuş çayından yüklüce bir miktar çekerek arkasına yaslandı. Arkadaşlarının gülümseyerek, kimi zaman kahkaha alarak sürdürdükleri sohbet, uykusuzluğun da kattığı iğretilik yüzünden onu pek açmamıştı. 6-7 saat öncesinin çok ciddi ve hararetli siyasal ortamı, yerini gülücüklere bırakmıştı.

- "Ne tuhaf değil mi?" diyerek söze bir yerden başlamak İstedi ama, tam o sırada Hakan'ın kıvrılmış gömlek kolu kaşığa takılarak, çayın dökülmesine sebep olmuştu. Eski gazetelerle sehpa ve yerler kurulandıktan sonra Sabri, kararlı ve ciddi bir ses tonuyla sözü aldı:

- "Hayat ne tuhaf değil mi? Geceyarısı, hayatî denilebilecek konular hakkında ciddi ciddi laflar ederken; bize yaşamı dar etmeye niyetli insanlara karşı nasıl mücadele edeceğimizi konuşurken; gün ağardıktan sonra yanaklarımızdan gamzeler fışkırıyor".

Kısa bir sessizlik ve bakışmaların ardından;

- "Belki de tuhaf olan hayat değil, biziz", diyerek Niyazi sözü aldı. - "Ama hayat denilen şey de tekdüze bir gidişat değil. İniyorsun, çıkıyorsun: ağlıyor ve gülüyorsun. Herhalde iş, bütün bunları ne adına yaşadığını unutmamakta, ona sahip çıkabilmekte".

Hakan, hafiften çaylanan gömlek kolunu buruşturarak;

- "Bu mevzuyu daha önce de konuşmuştuk sanırım", dedi. -"O zaman da işin içinden çıkamamıştık. Hatta hatırlarsınız, Psikoloji'den Doğan da vardı ve neredeyse bize 'şizofren' teşhisi koyacaktı. Bence tümden ciddi olmak ya da tümden koy vermişlik hallerinin ikisi de normallik alameti sayılmamalı. Bizler normaliz Sabri. Bence bize ayak uyduramayan, hayatın kendisi".

Atılgan: - "Hah işte! Doğan burada olsa, şimdi de paranoyak damgasını yerdin".

Haluk: - "Bana kalırsa, bu konuyu yeniden açmamakta fayda var. Düzenli yaşamayan, gece uyumayan her insanda bir miktar şizofreni oluşabilir. Ama illa konuşalım diyorsanız, bunu iki hafta sonraki fakülteler toplantısında gündem yapmayı teklif ediyorum".

Açtığı konunun pek rağbet görmemesini anlayışla karşılamaya çalışan Sabri, yine de son noktayı kendisi koymak istedi.

- "Sıcak mücadele içindeki insanlar da böyle midir acaba? Mesela yeraltında çalışıyor olsaydık, arkadaşımızın soluğunu ertesi gün hissedememek düşüncesi ya da ne bileyim, kendi varlığımızın her an yoklukla tanışabileceği gerçeği, bizleri farklı kılar mıydı?. Sanki, doludizgin bir mücadele kavrayışından yoksunmuşuz gibi hissediyorum bazen. Bunu bir suçlama ya da yargılama olarak kabul etmeyin ama, bir şeyler eksik sanki ve biz bu eksiklere gülüyoruz".

Sabri'den sonra konuşan olmadı. Akşam yine büroda buluşmak üzere sözleşerek dağıldılar. Haluk ve Atılgan, kayıtlar sırasında tanışabilecek birilerini bulmak ümidiyle fakülteye; Niyazi emlakçıdaki işinin başına; Sabri şehrin çıkışındaki küçük tuhafiye dükkanına doğru yola düştüler. Hakan büroda kaldı; ortalığı topladıktan sonra, çekyatı devirerek uyumaya koyuldu.

***

"Kentlerin 'eve dönüş' saatlerinde insan yüzleri bir başka olur. Küçük, orta, büyük fark etmez; sabahki mahmurluk ve sıkkınlık ifadelerinin yerini güleçliğin ve dinginliğin aldığına tanık olunur her kentte. Her bir insan yüzü, ayrı bir coğrafyayı mimler gibidir. Bazısı yükseltili, bazısı oyuk; bazısı derin, bazısı sulak... Kiminde acı yüklüdür, vadi tadı bırakır; kiminde şarıl şarıl akan bir şelalenin kahkahasını duyarsınız. Aslında insanlar, yüzlerindeki basit bir ifadeyle ele verirler içlerindeki depremi ya da yoksulluğu..."

Fakülteden doğruca büroya gelen Haluk, kısa bir uykudan sonra pencere önüne çektiği sandalyeye oturarak dışarıyı izlemeye koyulmuştu. Sözleştikleri vaktin gelmesini beklerken, "Kentte insan yüzleri" başlığını koyduğu denemesine bir giriş yazmaya çalışıyordu. Canı isteyince çalışan büronun eski teybinden hafif hafif yükselen keman sesinin hüznü, baterinin hoyrat ritmiyle muazzam bir titreşim yaratıyor; sanki kaset, Haluk'un sözcüklerle yaptığı dansa eşlik etmek için dönüyordu.

Kapıyı ilk çalan Sabri oldu. Hakan, Sabri'yi karşılarken, kıyafet değiştirdiğini farketti. Aralarında evli olan tek kişi oydu. Hakan'ın dikkatini sezince, "Dükkanı ilk defa çırağa bırakıp, eve gittim. Hem dinlendim, hem de ter kokmaktan kurtuldum" diyerek, lavaboya yöneldi.

Atılgan ve Niyazi de geldikten sonra, akşam namazını kılmak üzere saf tuttular. Tam ikinci rekatı yarılamışlarken kapının zili çalmaya başladı. Namazın bütün hususunun bozulduğunu hissettiler. Gelen her kimse, içeri girmekte ısrarlı görünüyordu. Namaz bitene kadar, tam altı kez daha zile bastı. Selam verdikten sonra, kapıya en yakın olan Atılgan davrandı; gelen, Sabri'nin ağabeyi Hasan idi.

Biran evvel dergi tartışmasına girmek ve özellikle Orhan Sönmez'in öyküsünü halletmek istedikleri için, Hasan abisinin gelmesi Sabri'nin canını sıkmıştı. Hasan Tektaş, üniversite mezunu olmasına rağmen, edebiyatla, okumayla pek ilgisi olmayan, ancak samimi ve konuşulabilir bir insandı. DSİ'de âmir olarak çalışıyordu. Hal-hatır sorma faslından sonra Hasan, durumun farkına varmakta gecikmedi. Birden kalkıp gitmeyi de uygun bulmadığı için, - "Öylesine bir uğrayayım dedim; bizim şairler ne yapıyor merak ettim" diyerek, gideceğinin sinyalini verdi. Hemen ardından, kendince günün en önemli olayını anlatmaya koyuldu:

- "Otobanda yine kaza olmuş. Peltekler kavşağına 300 metre kala, kamyonla otobüs burun buruna girmişler. Üç-dört ölü var diyorlar ama, bana kalırsa epey can gitmiştir orada. Bir türlü halledemediler şu yolu kardeşim. Sonra canavardı, bilmem neydi... Devlette hiç hata yok sanki".

Haluk, - "Sen kazayı gördün herhalde Hasan abi?" diye sordu.

- "Su borusu patlamıştı yine. Teknisyenleri gönderdik; kaza haberini alınca, ben de bir gidip bakayım dedim. Kireç yüklüymüş kamyon. Kasası olduğu gibi inmiş aşağı. Otobüs desen, akordeona dönmüş".

Kısa bir süre daha devanı eden kaza muhabbeti sonunda, Hasan Tektaş müsaade isteyerek bürodan ayrıldı.

Niyazi, Orhan Sönmez'in öyküsünün birisi tarafından yüksek sesle okunmasını, aralarda notlar alınarak, Öykünün daha çok teknik düzeyde tahlilinin yapılmasını önerdi. Siyasal değiniler de yapılabilirdi, ancak geçen geceki gibi sıçramalı giderlerse, sonuç almakta zorluk çekeceklerini hatırlattı. Diğerleri de bu öneri ve uyarıya katıldılar, Atılgan, öyküyü okuma işini üzerine aldı. Bu arada çay da demlenmişti. Başladılar.

"Yaşamak, celladına ikna olmamaktır".

Hakan: - "Başlık üzerinde yeniden tartışacağız belki ama, hemen düşüncemi söyleyeyim; bir edebi metin için fazlaca yargı belirten bir başlık olmuş".

Niyazi: - "Seninle bu konudaki tarihsel uyuşmazlığımız sürüyor sanırım. Bence başlık mükemmel. Hatta şöyle de olabilirdi: 'İkna olma, celladını yaşatma!". Altına da italik ve biraz daha küçük puntolarla "Hayal ellerindedir!" yazarız.

Haluk: - "Bence de başlık iyi sayılır. Hakan'ın daha iyi bir önerisi yoksa, öyküye devam edelim".

Hakan: - "İyi bir öneri olup olmadığına birlikle karar verelim. Ben şunu öneriyorum: 'Yaşamak, İkna 0lma(ma)k ve Cellatlar Dansı'.

Sabri: - "Bu da fazlaca liberal oldu".

Atılgan: - "Kendi başlığı kalmalı bence. Çünkü yargı belirtmemiz gereken bir konu bu".

Öyküye döndüler...

"Şehirlerarası yolculukları seviyorum. Gece yolcusu olmak, otobüsün buğulu camında kırılan kasaba evlerinin sönük ışıklarına dalmak; o evlerin içindeki hayatları tahayyül etmek, müthiş bir büyü katıyor yolculuklara..."

Niyazi: - "Buradan sonraki iki sayfayı okumayalım islerseniz. Güzel mekan ve ruh tahlilleriyle devam ediyor bu bölüm. Ne eksiği, ne de fazlası var. Vakit kaybı olmasın".

Niyazi'nin önerisi onaylandı. Hakan, bir paragraftaki anlatım bozukluğuna işaret etti. Gecenin kâtibi Haluk, bunu not aldı. Üçüncü sayfadan devam ettiler.

"İnsanların yaşarken birşeylere inanması, inandığını yaşamasından daha kolay olsa gerek. Anlık inançların sahibi de olabiliyor insanlar. 'Ben şu konuda şöyle düşünüyorum, olaya şu açıdan yaklaşıyorum' diyorlar ama, belki de dile getirdikleri düşünceler, anlık fikri yansımalar oluyor.

Bu arada uyku, düşünceleri zorluyor; düşünceler düşlere dönüşüyor.

Otobüs, öğleye doğru otogara girdiğinde, Billur'un hissettiği şeyleri mi hissediyorum diye kendimi yokluyordum..." Atılgan, "Tasvirler ve ruh çözümlemelerinden sonra somuta geçiş pek tumturaklı olmamış. İleri ki bölümlerde de bu tür sırıtan yerler var. Bence bunları da not edelim", dedikten sonra okumaya devam etti:

"... diye kendimi yokluyordum. Bir ağabey olarak sorumluluklarımı gerektiği gibi yerine getiremediğimi duyumsuyordum. Billur çok fazla 'kendine ait' bir çocuk olarak yetişmişti. Duyarlılıkları, ilgileri, beğenileri, rahatsız edecek ölçüde kendine has şeylerdi. Hayatın avuçlarımdan akıp gittiği yıllarda, onun da çocukluk dönemi geride kalıyordu. Değil ona, kendime sahip çıkmaktan aciz olduğum yıllardı. Alkolün damarlarımdaki tahribatı, beynimi dondurmuştu; düşünemiyor, karar veremiyor, vücuduma ve duygulanma sahip olamıyordum. Çıldırmanın sınırından yeniden hayata dönüşümü bir bakıma Billur'a borçluyum. Onun hayatını kendi hayatım için amaç edinerek yeniden kurmuştum yaşamımı. Onun ilgilerini ilgi, beğenilerini beğeni edindim. Lise ikide okuyorken, elinde kalın bir kitapla içeriye girmişti. Okumayı sevdiği için yadırgamamıştım; izleyen günlerde, konuşmalarında, hareketlerinde, yaklaşımlarındaki farklılık çok belirgin bir hal almaya başlamıştı. Hayattan düşmek üzere olduğum günleri yaşıyordum. Hiçbir şeye tutunmak istemiyor, her şeyden kaçıyordum; çıldırmayı kurtuluş bellediğim ve bunu kolaylaştıracaklarına inandığım için cebimden sinir hapları eksik olmuyordu. Ama Billur benim için her şeydi. Zihnimin diri kalmış tek yanını o işgal ediyordu. Orayı da kaybettim mi, sınırın ötesine geçmek kaçınılmaz olacaktı.

Bir akşam eve başörtülü olarak döndü Billur. Şaşırmadım, bir şeyler olacağını bekliyordum, hazırdım. Sevindim desem yalan olmaz. Bu giysiyi başka bir hayat olarak, yeni doğmuş bebeğin ıngâsındaki bilinçsiz, saf bir tepki olarak kucakladım. Billur beni kurtaracaktı, ben ona sahip çıkacaktım, insanlığa dönüş mükemmel birşeydi..." Hakan: - "Bence bu bölümlerde sorun var. Öykü, hayattan kopuk olmamalı diyoruz ama, otobiyografi olsun da demiyoruz herhalde. Başlangıçtaki tasvir ve tahlilleri çıkartıp sayfalara da tarih koysak, bir günceden farkı kalmayacak bu metnin".

Niyazi: - "Önemli olan metnin anlattıklarıdır. İster günce diyelim, isler öykü, isterse deneme... Bütün bu türler kaskatı kalıplara hapsedilemezler. Bence bu öyküde hepsinden bir parça var ve hayatın içinden bir kesit sunmasını yadırgamak da doğru değil."

Atılgan: - "Bu teknik benim de hoşuma gitti. Sorun biraz da, bizim Orhan Sönmez'i çok iyi tanımayışımızdan kaynaklanıyor sanırım. Ben Billur'la bir kez görüşmüştüm. Onun anlattığı kadarıyla, alkola bulaşmadan önce sol bir grupla ilişkisi olmuş. Alkol devreye girdikten sonra, bırakmak zorunda kaldığı fakülteyle birlikte, onlardan da kopmuş. Ama okuma-yazma işlerine devam etmiş. Bence bu otobiyografik unsurları bilinçli olarak kullanıyor. Kendisiyle konuşmadan herhangi bir müdahalede bulunmamız doğru olmaz".

Sabri: - "Keşke Orhan Sönmez de burada olsaydı. Çok daha iyi bir tartışma olacaktı".

Haluk: - "Ben dün aramıştım Orhan abiyi. Birkaç gün önce, yeniden İstanbul'a gittiğini söylediler. Billur'la beraber gitmişler, bugünlerde döneceklermiş; belki de dönmüşlerdir".

Sabri: - "O zaman biz notlarımızı alalım, son halini bir kez de ona okutup, öyle yayınlarız".

***

Birinci demliğin son çaylarını dolduran Hakan, çayın yanına birşeyler almak üzere dışarı çıktı. Döndüğünde, üzeri ıslaktı. Haluk, kalkıp pencereyi açtı, yağmurun yaydığı taze kokuyu ciğerlerine depoladıktan sonra yerine oturdu. Yeni bir demliğin suyu konmuştu bile. Öyküye devam ettiler.

"Yeniden insan olmak; hayata, olgulara, varoluşa yeni bir anlam yüklemeyi gerektiriyordu. Bir tür empatiyle öğreniyor, kavrıyordum yeni hayatımı. Billur'la beraber yürüyorduk; o benim ellerimden tutuyordu; artık tutunuyordum, en azından tutunmak istiyordum. Billur, bir kardeşin sıcaklığını alabildiğince boca etti yüreğime, beynime, hücrelerime...

Pırıl pırıl sabahlara uyanıyordu gecelerim. Ne gecem bitsin istiyordum, ne de gündüzüm. Hayatı daha çok yaşamak için çırpınıyordum. Geçmişin yaşanmamışlıklarını bir an önce telafi etmek için zamanın donmasını, o dondurulmuş zamanın içine iyilikleri yerleştirmeyi arzuluyordum. Zaman, en büyük belalımdı. Acıkmış çocuğun sabırsız iştihasıyla Kur'an'ı okuyor, kavramaya ve kavratmaya çalışıyordum". Hakan: - "Abi burada olay biraz kopuyor ya! Bir hidayet romanından alınma epizotlar dinliyoruz sanki".

Haluk: - "Yok, bence iyi oturmuş. Bu bireysel serüveni yaşayan çok insan var".

Sabri: - "Yanılmıyorsam, bundan sonraki bir-birbuçuk sayfa bu tonda devam ediyor. Bana kalırsa buraları geçip, öykünün ana damarına girsek daha iyi olacak. Neticede öykü, Orhan Sönmez'in yaşamı üzerine değil, Billur Sönmez'in üniversite kaydı üzerine kurgulanmış".

Niyazi: - "Ama üniversite kaydına Orhan Sönmez'in yaklaşımı, onun hayat hikayesinin dolayımıyla verildiği için, yaşamı da önemli bence".

Sabrı: - 'Tamam. Zaten buraları, kendisi geldiğinde birlikte yeniden ele alacağımız için, kayıt bölümüne geçebiliriz".

O sırada caddeden seri bir fren sesi geldi. Ardından bir çığlık koptu. Haluk, "gitti kedicik" diyerek pencereye koştu. Hakan, tedirgin bir ifadeyle "çocuk olmasın sakın" diyerek peşinden pencereye yöneldi. Yukarıdan bir böcek büyüklüğünde gözüken kedinin cansız bedeni cadde üzerine serilmişti. Hakan, hemen aşağıya indi. Kediye vuran araba çoktan uzaklaşıp gitmişti. Caddedeki tek-tük insanların kimi, en hafifinden "yazıklar olsun", "hayvan herif türünde cümleler kurarak tepkisini gösteriyor, kimi kibar giyimli bayanlar ise, gövdesinin altından taşan bağırsaklara böğürerek yollarına devam ediyorlardı. Hakan, çalı süpürgesiyle kediyi kenardaki çöp birikintisine doğru süpürdü. Yağmur yeniden başlamıştı, caddenin tek-tük insanları da yavaş yavaş kayboluyordu.

Hakan döndükten sonra, elini yüzünü yıkadı. Manzaradan etkilenmiş olduğu anlaşılıyordu. Sesi titrekti: - "Hasan abinin anlattığı kaza aklıma geldi. İnsanların yere yapışan organlarını da böyle mi süpürüyorlar acaba? Hayata bir çalı süpürgesinin ucunda veda etmek... Yazgıya bak sen!"

Çay içecek halleri kalmamıştı. Birlikte yatsıyı kıldıktan sonra Atılgan, bir-buçuk sayfa atlayarak okumaya devam etti:

"Billur, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ni kazanmıştı. Bu, yeni hayata, yepyeni bir mekanda devam edeceğimiz anlamına geliyordu. Memleketteki gayrimenkülleri satıp, dört tane daire alabilecektik. Uygun bir iş de buldum mu, kimileri gibi büyük-şehri büyük kahırlarla değil, inancımız ve bağlılıklarımız açısından nimetlerle kucaklayacağımızı düşünüyorduk. Onunla beraber benim içim de kıpır kıpırdı.

Ancak sınav sonuç belgesiyle birlikte postalanan "ek"i okuduğumuz andan itibaren, yüreğimizin bir köşesine kesif bir sancı hücum etmiş ve kayıt zamanı yaklaştıkça bu sancı giderek çoğalmıştı. T.C. Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı antetini taşıyan bu ek; terörden, şanlı Türk bayrağından, Atatürk'ten bahsediyordu, Asıl gayesini ise, "Kayıt için gereken 12 adet ... ebadındaki fotoğraflar, son altı ay içinde; önden, başı ve boynu açık, adayı kolaylıkla tanıtabilecek şekilde çekilmiş olmalıdır. Bir hukuk devletinde..." şeklinde devam eden bölümde anlatıyordu. "Başınızı açarak gelin" diyorlardı bize. "Burası Atatürk'ün ülkesi" diyorlardı, "burada baş kapatılmaz". Billur ilk tepki olarak, yırtıp atmıştı bu eki.

Ona sarılarak, - "Üzülme, hallederiz" demekten başka birşey yapamamıştım. Nasıl halledeceğimi bilemiyordum, ama halletmek zorundaydım. Billurun eskiden kalma açık fotoğrafı yoktu; olsa da vereceğini sanmıyordum. Halledecektim, halledemezsem okulu yakmayı bile düşünmeye başlamıştım. Tutunduğum hayatı yaşayamazsam; varoluşum, bilincim, insanlığım yangın yerine dönmüş demekti zaten. Billur'un incinmesine katlanamazdım. Bunun bencilce bir duygu olduğunun farkındaydım; burada bireylerin önemli olmadığının, toplumsal mücadele gereğinin ayrımındaydım. Ama o toplumsallığı ben Billurla yakalamıştım ve bırakmaya da niyetim yoktu.

Şehrin bir ucundaki kampüse taşınan kayıt yerine geldiğimizde, Billur'un renginin uçtuğunu fark ettim. Başörtülüler ayrı ayrı yerlerde bekleşiyorlardı. Bir tanesinin yanına yaklaşarak, gidişatı öğrenmek istedik. Tepemizde bitiveren görevli kılığındaki adam, ayrı durmamızı istedi. Nedenini sorduğumda, "öyle gerekiyor" cevabını aldım. Kimsin, ne karışıyorsun tartışması uzayınca, polisler geldi. Onlar da "öyle gerektiğini" bildirdiler. Faşizmin, bir gereklilikler toplamından ibaret olduğunu biliyordum, uzatmadım: - "Şimdi bu bayanı da yanımıza alıp, kardeşimle birlikte kampusun dışına çıkacağız, hadi orada da müdahale edin bakalım" diyerek yürümeye başladık.

Tablo kötüydü. İnsanları "ikna odaları" tabir edilen odalara tıkıp, kamera karşısına oturtuyorlarmış. Kendini psikolog olarak tanılan iki kişi, başını açacağına dair taahhütnameyi imzalayanlara uzun bir konuşma yaptıktan sonra, "Hadi bir kere aç bakalım başını. Korkma, bizden başka kimse yok burada. Pardesünü de çıkarabilirsin. Hem senden önceki arkadaşların da aynısını yapmışlardı" şeklinde telkinlerde bulunup, tek isteklerinin bu olduğunu vurguluyorlarmış. Şimdiye kadar bir kişi tepki gösterebilmiş bu 21. yüzyıl zorbalarına... 'Sadece başını açmanı istiyoruz, bir kerecik olsun aç' demişler. Kızcağız, 'burada kameraların ne işi var' diye yüksek sesle sorduğunda, 'şenlik var, şenliği çekiyorlar" cevabını almış. 'Şenliğiniz de, siz de yerin dibine geçin; diye bağırarak terketmiş salonu. Ama bize bunu anlatan bayanın dediğine bakılırsa, birçok kız bu tuzağı atlatamamış. Salona girip başını açmayanlara kimlik verilmeyeceği yolunda sürekli bir söylenti dolaşıyormuş. Kendisi de daha fazla dayanamayacağını, çok yalnız kaldığını, odaya girdikten sonra başı açık fotoğraf vermeyi düşündüğünü söyledi.

Billur'un gözlerinin dolduğunu görünce, yüreğimin alev alev yandığını hissetlim. "Ah bir gazlı şişe / bir fitil ve çakmak / yangın yerlerinde doğmak / çat çat çat" şiirini anımsadım. Mutlaka halledecektim. Faşizm oradaydı, 200 metre ötemde; güzel sıvanmış binalarda ikâmet ediyordu, eti-kemiği vardı. Halledecektim...

Billur'un bitkin sesi, dalgınlığıma son verdi: - "Abi, geri dönmek istiyorum".

- "Hayır" dedim. "Halledeceğiz. Gerekirse o odaya birlikte girip, kameraların karşısına geçeceğiz. 'İnanıyoruz ve inandığımızı yaşayacağız' diyeceğiz. 'Buna ne siz, ne de sizin uşaklığını yaptığınız büyükleriniz engel olamayacaklar' diyeceğiz. 'Halkın çocuklarına kapattığınız bu binalar başınıza yıkılacak' diyeceğiz. Dönmek yenilmektir kardeşim; biz yenilmeyeceğiz!", Öykü bitmişti. Odadakilerin yüz hatlarındaki gerginlik had safhadaydı. Yağmurla beraber içeriye doluşan sivrisinekler bile kimsenin kılını kıpırdatmıyordu. Suskunluğu Sabri bozdu:

- "Öykü burada sona erdi; ama bana kalırsa Orhan Sönmez öyküyü burada bitirmek istememiş. Zaten Hakan'a teslim ettiğinde de daha sonra birkaç paragraf ekleyebileceğini belirtmiş".

Atılgan: - "Aklıma takıldı şimdi. Orhan abi neden tekrar İstanbul'a döndü acaba? Neden Billur'la beraber gitti? Şimdi endişelenmeye başladım bak".

Atılgan'ın tedirginliği üzerinde fazlaca durmadılar. Kedi olayından sonra ara verdikleri çay faslına yeniden döndüler. Öykünün teknik ayrıntılarını tartıştılar; aldıkları notları düzenleyerek sıraya koydular. Kısmi birtakım düzeltmeler yaptıktan sonra, dokuzuncu sayının diğer malzemelerine gelmişti sıra. Bir demlik de diğer malzemelerle birlikte tüketildi.

Sabah ezanının müthiş ahengiyle, oturuma ara verdiler. Namazdan sonra iki saat daha devam etti dergi sohbeti. Hakan, yiyecek birşeyler almak için dışarıya çıkarken Niyazi seslendi: - "Gazete almayı unutma. 'Öteki'lerden de bir tane al".

Hakan döndüğünde, Haluk ve Niyazi gazeteleri, diğerleri yiyecekleri aldılar. Sofra hazırlanırken Niyazi'nin 'öteki' gazeteye ilk tepkisi - "Şerefsizler' oldu. Gazete, sekiz sütuna manşet bir başlık altına, aynı ebatta, başörtülü öğretmenlerin yer aldığı kocaman bir fotoğraf döşenmişti. Başlıkta "Bunlar nasıl öğretmen!" ifadesi vardı.

Niyazi, sayfayı çevirdi. Üçüncü sayfaların değişmez unsurları olan kaza ve cinayet haberlerine göz gezdirdi: - "Hasan abinin anlattığı kazayı yazmışlar'' dedikten sonra, birden damarlarındaki kanın çekildiğini hissetti. Saniyenin belki yüzde biri kadar bir süre içerisinde vücudunun soğumaya başladığını, donup kaldığını ayrımsadı. Gazeteyi elinden bıraktı, ayağa kalktı. Pencereye doğru yürüdü, ellerini basma götürdü; yağmurun ıslattığı pencere camına sertçe başını vurdu. Belli belirsiz "...O'na döneceğiz" sözleri döküldü ağzından...

Odadakiler duruma bir anlam verememişlerdi. Sabri birşeyler anlar gibi oldu. Gazeteyi yerden aldı, okumaya başladı:

- "... ilinin Peltekler mevkiinde meydana gelen kazada dört kişi öldü... /.../ Billur Sönmez olay yerinde, Orhan Sönmez ise kaldırıldığı hastanede yaşamlarını yitirdiler".

***

Ölüm soğuktu; apansız ve ürkütücüydü. Ama, insan sıcağını soğulmaya yetmiyordu. Hayat devam etmeliydi ve her zaman da öyle oluyordu. Ölüm insana yakışıyordu belki de...

Dokuzuncu sayı, gecikmeli olarak ve siyah bir kapakla çıktı. Orhan Sönmez'in öyküsü, şu ithafla birlikte yayınlanmıştı: "Celladına ikna olmadan son nefesini verenlere..."

Öykünün sonunda, "tamamlanmamıştır" şeklinde bir not vardı.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR