1. YAZARLAR

  2. Murat Ural

  3. Bir "Düşük Akıllı" Organizasyonu: İkna Odaları

Bir "Düşük Akıllı" Organizasyonu: İkna Odaları

Ekim 1998A+A-

İstanbul Üniversitesi'ne kayıt olmak isteyen başörtülü kız öğrenciler için kurulan ikna odaları özellikle, sürekli çekim yapan kameralarıyla bir sorgu odasını andırır oluşu sebebiyle gündeme geldi. Ancak kameralardan çok daha orijinal bir aksesuara sahipti bu odalar: Başörtülü öğrencileri başlarını açmaya ikna ile görevlendirilmiş uzman psikoterapistlere. Başörtülü öğrencileri terapi ile kararlarını değiştirebilecek, psikolojik tedavi ve ilgiye muhtaç kişiler olarak göstermeye matuf bu yaklaşımın üzerinde biraz durulması gerektiğini düşünüyoruz. Burada ilk etapta sorgulanması gereken şey ise, bizce, odadaki psiko-terapistlerin fonksiyonu olmalı. "Modern bürokrasinin psikiyatriyi muhaliflerine karşı bir toplumsal kontrol silahı olarak kullandığı iddiasını dile getiren anti-psikiyatristler, ikna odalarındaki psiko-terapistlerin fonksiyonunu anlamamız açısından önemli bir ipucu sunmaktalar. Egemen kültür ve değerleri kendine norm tayin eden psikiyatri bilimi, bu kültür ve değerlere muhalif davranışları "anormal" olarak etiketleyebilme işlevini bünyesinde barındırmakta. Tıbbın diğer dallarından farklı olarak somut ve nesnel bir normal ölçütüne sahip olmayan psikiyatri, hastalık tanımını büyük ölçüde hakim değer ölçülerine göre yapmaktadır. Midesinde ülser olan bir kişi hasta olarak değerlendirilirken, bunun midedeki ülserli yapı gibi somut bir karşılığı vardır. Ancak akıl sağlığı bozuk, hasta denilen kişinin çoğunlukla hiçbir görünür biyolojik kusuru bulunmamakta, bir toplumda anormal kabul edilen bir davranış, diğerinde normal kabul edilebilmektedir.

Anormal davranıyor olmakla etiketlenen bir kişi, aslında hakim değer yargılarına, yani normlara aykırı davranmaktadır. İşte bu noktada psikiyatrı ya da klinik psikoloji toplumsal bir kontrol silahı haline dönüşebilmekte, hatta akıl hastaneleri, cezaevlerinin farklı bir versiyonunu oluşturabilmektedir. Modern bürokrasi açısından cezaevleri, suç olarak belirlenmiş davranışları gösterenlerin toplumdan izole edildikleri ve bu davranışlarının ıslah edildiği rehabilitasyon merkezleri olarak sunulmaktadır. Hırsızlık, cinayet gibi adi suçları konumuz dışında tutarak, siyasi suçlar ya da düşünce suçları açısından bakarsak, burada da son derece keyfi ve göreceli bir suç kavramıyla karşı karşıya olduğumuz görülür. İşte modern bürokrasi, kendisine muhalif düşüncelere sahip olanları ya çoğunlukla cezaevlerine kapatıp ıslah etmeye, ya da onları anormal diye etiketleyip, bir zamanlar Sovyet Rusya'da olduğu gibi akıl hastanelerine kapatıp "normalleştirmeye" çalışmakta. Adına modern bürokrasi dediğimiz egemen cahili sistemin temsilciliğini üstlenmiş olan TC bürokrasisi de, -buna bazıları derin devlet diyor-, kendisine muhalif insanları çoğunlukla cezaevleri yoluyla toplumdan izole edip ıslah etmeyi öngörürken, bazı özel durumlarda da psikiyatrik yöntemlere başvurmaktan geri durmamakta.

Bu özel durumlara verilebilecek en son örnek, İstanbul Üniversitesi'nde kurulan ikna odaları oldu. Çeşitli yasal düzenlemelerle kamusal alandan tümüyle temizlenmeye çalışılan İslami kesimin, en tabii ibadetleri dahi, başörtüsü örneğinde olduğu gibi, hem cezai suç, hem de anormal davranış olarak tanımlanmaya çalışılmakta. Geçmiş yıllarda sıkça gündeme gelen "meczup" tartışmaları da bu bağlamda zikredilebilir. Taş bir mozolenin önünde saygı duruşunda bulunan zevata "taşlar sizi duymaz" dediği için hem hapis cezasına çarptırılan hem de "meczup" damgası yiyen Mahmut Kaçar acaba hangi nesnel ölçülere dayanılarak bu şekilde nitelenmişti. Gerek bu olayda, gerekse daha sonraki benzer olaylarda "meczup" sıfatının ısrarla kullanılmış olması, hiç de tesadüfi değildi. Yine iki yıl kadar önce Bilkent Üniversitesi mezunu bir genç kızın kendi isteğiyle tesettüre girmesini bir türlü anlayamayan malum çevreler, onu akıl hastası olarak etiketlemişler, hatta kızcağız babası tarafından bir süre özel bir akıl hastanesine dahi kapatılmıştı. Başörtüsü tartışmasının gündemde olduğu şu günlerde de, daha önce başörtülü olan, ama sonradan başörtüsünü çıkararak poz veren bazı kişilerin büyük bir sevinçle karşılanması ve şimdi onlar da normal bir hayat sürmeye başladılar şeklinde değerlendirilmeleri de, aynı yöntemin bir tezahürü olarak görülebilir.

İslami düşünce ya da inanç sisteminin sadece cezaevleri vasıtasıyla toplumdan izole edilmesi mümkün olmadığında, meczup, anormal tanımlarına ya da ikna odalarına benzer farklı tedbirler gündeme gelmekte. Başörtülü müslüman kadını, ikna yoluyla rehabilite edilmeye muhtaç anormal bir durumda göstermeyi amaçlayan ya da Mahmut Kaçar'ı meczup olarak niteleyen tutum, aslı itibariyle pek de yeni sayılmaz. Tarih boyunca sadece İslam dini peygamberi değil, hemen hemen bütün peygamberler ve onların izleyicileri de benzer tepkilerle karşılaşmışlar. Peygamberlerin çağrısına muhatap olan müstekbirler, hem çağrıyı, hem de peygamberleri küçümsemişler ve onları anormal kişiler olarak nitelemişlerdir. Kendi gerçeklik algılayışlarına muhalif görüşler ortaya koyan, örneğin ölümden sonra tekrar dirilinerek, hesap verileceğini söyleyen Peygamberimizi de cinlenmiş, mecnun, ne dediğini bilmez biri olarak etiketlemek istemişler, hatta ilk müslümanları da beyinsiz, dar kafalı, düşük akıllı olarak değerlendirerek, onlar gibi mi iman edelim diye büyüklenmişlerdir. Bu ruh hali daha sistematik bir biçimde şimdi de karşımıza çıkmakta. Geçmiştekilerin tavrıyla, şimdiki müstekbirlerinki arasında bilimsel ambalaj dışında pek bir fark bulunmamakta.

Başörtüsünü İkinci sınıf insanlara mahsus anormal bir giyim tarzı olarak değerlendirenler, başörtülü müslüman kadının şahsında aslında İslami değerleri aşağılamaya çalışmaktalar. İkna odalarında bulunan modern giyinimli, belki de dekolte kıyafetli kadın psikoterapistlerin, başörtülü müslüman kız öğrencileri ikna yoluyla tedavi etmeye çalışması, oldukça traji-komik bir görüntü oluştururken, ünlü anti-psikiyatrist Victor Frankl'ın şu değerlendirmesini hatırlatmakta: "Maske indiren psikologların gerçek (içten, samimi) olanla karşılaştıklarında maske indirme işine son vermeleri gerektiğine inanıyorum. O noktada durmadığı takdirde, maskesini indirdiği şey, kendi bilinçaltı güdülenimidir. Yani, insandaki gizli yüceliği küçümseme eğilimidir". Maske düşürmeye çalışırken, kendi maskesini düşüren bu yaklaşım, sadece ikna odalarıyla sınırlı kalmadı. Psikoterapistliğe soyunan medyanın büyük bir bölümü neredeyse toplumsal bir hastalık olarak ilan ettikleri başörtüsü problemine şifa bulma arayışına girdi. Başörtüsünün teferruat olduğunu ve İslam'ın beş şartından biri olmadığını ifade eden çevreler, medyanın psikoterapi reçetesinin en üst taraflarında yerlerini aldılar. Müslüman kadının İslami kimliği ile, sosyal ve kamusal hayatta yer edinmesinin önşartı olan başörtüsü, bir yandan cezai müeyyidelere tâbi tutulurken, bir yandan da "psikoterapistlerin" psikolojik taarruzuna maruz kalmakta. Bu çift yönlü kuşatma sonucu ikna olanların, başörtülü personel çalıştırmayanların yanısıra, ikna edenlerin safına geçecek şekilde değişim rüzgarlarıyla savrularak dalgalananları da görmekteyiz.

Gerek İstanbul Üniversitesi'nde kurulan, gerekse medya aracılığıyla her evde oluşturulmaya çalışılan ikna odalarıyla, başörtüsü ikinci sınıf, hastalıklı insan alameti olarak sunulmaya çalışılırken, geçmişteki düşük akıllı değerlendirmesinin bilimsel bir ağızla dile getirilmesinden başka birşey yapılmamaktadır. Her türlü sosyetik çılgınlığın yer aldığı gazete eklerinin milyon sattığı, küçük kız çocuklarının çırılçıplak podyumlara çıkarıldığı, ahlaklı insanların geri zekalı olarak değerlendirildiği bir vasatta bu psikoterapist bozuntularına en güzel cevabı, Allah'ın ayetleri vermekte.

"Onlara diğer insanların inandığı gibi inanın denildiğinde, düşük akıllıların, beyinsizlerin inandığı gibi mi, diye cevap verirler. Gerçekte onlardır düşük akıllılar, ama bunu bilmezler" (Bakara, 2/13).

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR