1. YAZARLAR

  2. Nehir Aydın Gökduman

  3. Yalnızca Ağladı Dünya!

Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

Yalnızca Ağladı Dünya!

Mayıs 2001A+A-

Sapanını kuşandı kara gözlü, esmer çocuk; yollara düştü. Adımlarında büyük adamlara taş çıkartan bir kararlılık, gözlerinde gizemli bir sevdanın huzmesiyle...

Yıldızların ışığında, Hüseynî bir başkaldırışla arşınlıyordu kaldırımları. Devasa bir yükün altında ezildiği belliydi, fakat direngen ve devingen bir umuda sarmalamıştı yüreğini. Dünü bugüne, bugünü yarına, yarını sonsuzluğa düğümleyen kutlu bir davanın yolcusuydu o. Biriktirdikleri yaşının çok üstündeydi. Acı ve gözyaşıyla bereketlenmiş bir adanmışlığın kozasındaydı ilk günden.

Yürürken sık sık sapanını göğsüne bastırıyor, dudakları içli duaların titreşimiyle kıpırdıyor, her adımda biraz daha dikleşiyordu. Gözleri sever gibi, öper gibi süzüyordu, tek tük gece lambalarının aydınlattığı sokakları. Şu bozuk asfaltlar, cilvesini yitirmiş kaldırımlar, albenisi olmayan evler, caddeler, dükkânlar, yollar, taş ve toprak; mahzun ve masum bir direnişin şahitleriydi ona göre. Her birinin dili, gözü, eli, kalbi ve kanayan yarası vardı. Yarım asırdır omuz omuza vermiş direniyorlardı; kendi topraklarında adam yerine konulma, özgürce nefes alma hülyasıyla...

Bu toprak, bu hüzün abidesi şehir; dünyanın adını unuttuğu, Allah'ın ise ümmeti sınadığı şu tel örgülerle çevrili belde onun vatanıydı. Doğduğu gün içine düşmüştü bir buruk direnişin. Kavganın ortasında, İntifada'nın kucağında büyümüştü o. Hayatla ölüm arasındaki mekik gibi dokumuştu zamanı. Yaşını soran, boyuna bakan olmamıştı hiç. Ne kadar çocuktu, ne kadar yiğit; gözlerine bir bakan anlayabilirdi bunu. Kara gözleriyle uyum içindeki esmer teni, güneşin ışınlarından değil, tağutların zulmünden bronzlaşmıştı belki; fakat asude ve mutedil bir gönlü vardı çocuğun... Yaşamın çirkinliklerine inat.

Karanlığın koynunda, bütün dünyalık vesveselerini ateşe vermiş yürürken dün yitirdiği arkadaşını düşünüyordu çocuk... Muhammed'i. Daha doğrusu cennete yolculadığı dava kardeşini. Hain bir mermi saplanmıştı Muhammed'in göğsüne. Bir namaz çıkışı hışmına uğramıştı hainlerin. Elindeki sapan ve üç-beş taşın bedeli olarak plastik(!) mermiler yağmıştı üzerine. Arkadaşının yere yıkılışı ve gökyüzüne dikili bakışları mıh gibi içine işlemişti kara gözlü çocuğun. O bakışlarda yarım kalan birşeylerin gizemi saklıydı sanki; dünyanın taşlaşmış ruhuna bir sitem gönderiyordu. Öylece kanlı giysileriyle sunulmuştu toprağa... Muhammed kurtulmuştu dünyanın çirkefliğinden. Sayılı gün yaşamış, sayısız sonsuzluğa yelken açmıştı... Geride aynı aşkla tutuşan binlerce yiğit bırakarak.

Şimdiden özlemişti arkadaşını esmer çocuk. Gecenin bir vakti sıcak yatağından kalkıp, kimseye duyurmadan evden çıkması bundandı. Gündüz bile tekin olmayan bu sokaklar, gecenin kasvetiyle bambaşka bir kisveye bürünmüştü. Karanlığın kötülüklere gebe olduğu söylenir ama zerrece korku yoktu içinde çocuğun. Zaman ve mekan mefhumu silinip gitmişti gözünden ve dünyaya dair bütün objeler...

Şehrin ışıltılı, pırıltılı kısmına doğru yürürken minik bedeninde alev alev volkanlar kaynıyordu. O şatafatlı dünyanın çocukları yataklarında mışıl mışıl uyuyorlardı şimdi... Toz pembe düşler görüyorlardı ve her sabaha şımarıkça açıyorlardı gözlerini. Hayat onlara karşı cömertti ya da onlar hayata karşı vahşiydiler. Söküp almayı, tutup koparmayı bilirlerdi hoyratça... Adalet nedir, nemenem birşeydir, hiç merak etmezlerdi. Okul yolları tehlikesiz ve güvenli, cep harçlıkları kabarık fakat kirli, ayakkabıları cilalı, saçları traşlı, urbaları yepyeni, yarınları garantiydi hepsinin. Sapan nedir bilmez, ilk günden silah tutmayı öğrenirlerdi. Kupkuru tuzları, semirip sömürmekten yağ bağlamış bedenleri ve ebeveynlerini aratmayan çehreleri vardı o çocukların... Her şeye kafaları çalışır, her işi alengirli çözümlerlerdi de bir sevmeyi bilmezlerdi, bir aşka inanmazlardı, bir de hep banacılığı söküp atamazlardı kalplerinden, Sahibiydiler dünyanın... Elleri kırbaçlı, meşin çizmeli, akbaba bakışlı, ruhsuz ve huysuz fenomenleri... efendileri...

Hiçbiri umurunda değildi çocuğun. O çocuklardan biri olmadığı için, kul olmanın erdemine vardığı için huzurluydu. Onu yaralayan; ümmetin öksüzü, yetimi, kimsesizi, çaresizi taifesinde tutulmaktı. Kardeşe duyulan kırgınlık, hasma duyulan nefretin gölgesinde değildi elbet. Çoğaltılmış bir sitem, hazin bir serzeniş, sessiz bir çığlık yankılanıyordu içinde çocuğun. Güvercinler uçurmak istiyordu dünyanın dört bir köşesine: "Şeytanların vahdeti bizi çoktan geçti!" diye haberler taşıyan... Bile bile boş döneceklerini... Bile bile vurdumduymazlığını arzın...

Karanlık göğe dikti bakışlarını. Gök vakarını yitirmişti sanki. Gezegenlerini, yıldızlarını öylesine serpiştirmişti isteksizce. Uykuya uyku katmaktan sıkılmıştı belli ki. Çocuk, yalnızlığına biraz daha içlendi. Boynunu bükmedi yine de. Adımlarını sıklaştırdı, cebine birkaç taş daha attı ve boş veren bir gülümsemeyle baktı; adaşı olan kutup yıldızına... Dostça el salladı.

Gece sessizliğini yitirir gibiydi... Zaten gecesi gündüzü birdi bu şehrin; kışı bahan hep aynı. Sessiz, sakin olmak bu coğrafyaya haramdı.

Devriyeler her dem alt üst ediyordu sokakları... Hoyratça esiyorlardı caddelerde; gece demeden gündüz demeden alabora ediyorlardı toprağı; vakarsızca debeleniyorlardı arzın üzerinde; babalarının bostan tarlasını çiğner gibi. Arsızlığın daniskası, yolsuzluğun adam akıllısı, yüzsüzlüğün âlâsı, üç kağıtçılığın en rezili kutlanıyordu yarım asırdır. Dilsiz toprak sadece susuyordu; kalpsiz dünya sadece izliyordu; Mescid-i Aksa gerçek sahiplerine ağlıyordu... Ve güneş her akşam kahredercesine topluyordu ışınlarını... Dua ediyordu belki de yarına doğmamak için. Dürülmeyi, kara bir top olmayı ve bir balyoz gibi inmeyi düşlüyordu dünyanın şeytanlaşmış beynine.

Her adımda bileniyordu çocuk... Taşları sımsıkı tutuyordu avuçlarında. Ve yaşam biraz daha anlamını yitiriyordu nefes aldıkça. İşte şu noktada şehid düşmüştü Muhammed... Gözleri aha şu yıldıza takılı kalmıştı; yırtık pabuçları şuracığa savrulmuştu; sağ elinin işaret parmağı bükülmeden öylece kalmıştı kanıyla sulanan yamalı asfaltın üzerinde. Dudaklarından kısık bir çığlık, buruk bir tebessüm akmıştı evrenin içine... Şehadet alnından öpmüştü Muhammed'in.

Kudüs sessiz bir ağıta tutulmuştu; yitirdiği körpe fidanına...

Tam o noktada durdu çocuk. Gecenin ayazma verdi göğsünü. Şahin bakışlarını görebildiği son noktaya dikti. Kıyama durur gibi bekledi dakikalarca; sonra secdeye varır gibi eğildi ve yerden aldığı taşı sapanına doladı. Var gücüyle fırlattı dünyanın orta göbeğine.

- Veyl olsun! diye haykırdı. Veyl olsun küffara!

Önce kırılan bir cam sesi, ardından keskin bir çığlık kapladı geceyi... İlk taşla 12'den vurdu çocuk... Topladığı taşlan ardarda fırlatırken her taşa bir isim takmayı da unutmadı. Muhammed için... adalet için... özgürlük için... Karanlığı yırtan siren seslerine mermiler eşlik etti birden. Dünya üzerine aktı çocuğun. Çocuk hiç korkmadı, kaçmadı, inlemedi, merhamet dilenmedi, teker teker gelmesini dilemedi hasmının. Son taşı avuçlarına hapsedip sessizce düştü toprağın üzerine. Gözlerini Muhammed'in diktiği yıldıza dikti. Şehadet parmağını yüreğinin üzerine bastırdı ve dünyaya bir selam bile bırakmadan göçüp gitti.

"Ortadoğu'da kan durmuyor" diye not düştü medya!

İki yüzlü dünya arkasından ağladı çocuğun... Yalnızca ağladı... Yalnızca...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR